Savaşın kısa tarihi

Uzun zamandır dünyada klasik anlamıyla bir savaş yok; bunun yerine yeni bir adlandırma söz konusu: Terörle mücadele. Terör söylemi, muharip düşmanı hukuksal düşman olarak tanımayı iptal ediyor. Düşmanın hiçbir hukuksal statüsünün olmadığı bir durum yaratıyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Savaş denilen şey elbette devlet(ler)in bir icadı değildir. Fakat Devletin ortaya çıkışı, başka pek çok şey gibi savaşın da anlamını dönüştürmüştür. Devlet öncesi durumda, kandaşlık örüntüleriyle vücut bulan her bir toplumsal birimin kendi kimliğini muhafaza etme tarzı, diğer birimlerden ayrımını ve üreme örüntülerini izler. Topluluğun kendi içinde bölünmesi (örneğin yönetilenler ve yönetenler ayrımının ortaya çıkması) tehdidi altındaki grupların çeşitliliğini ve dağılımını muhafaza eden şey, kabileler ya da klanlar arası ittifakların ve uyumsuzlukların sürgit sahnesidir. Her bir topluluk kendi kimliğini diğer bütün gruplarla potansiyel bir çatışma durumu içerisinde muhafaza eder ve savaşın dinamikleri gruplar arasındaki mesafeyi genişletir. Fırsat yakalandığında bir grup diğer bir grubu ortadan kaldırır ya da bulunduğu yerden çıkarır; fakat hiçbir zaman kendi içinde eritmez. Bu türlü bir şeyin ortaya çıkabilmesi için devletin ortaya çıkmış olması gerekmektedir.

Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu-Siyasal Antropoloji Araştırmaları, Pierre Clastres, Ayrıntı Yayınları, 1992.

DEVLET VE EVRENSELLİK

Bir devlet ortaya çıktıktan sonra, onun işlevlerinden biri de yayılmak ve asimile etmektir. Devletle birlikte, fetih arayışına kendine tabi kılma eğilimi de eşlik etmeye başlar ve bu olgu, topluluk içindeki siyasal bölünme tarafından desteklenir. Çünkü iktidar ilişkileri, gerçekte bir denge durumunun oluşmasına asla olanak tanımazlar. Biz fanilerin üzerine çıkmış, bizden farklılaşmış olan Devletlûlar, gittikçe daha da yukarıya çekilirler. İktidar durmaksızın çoğalma eğilimindedir. İşte bir Devlet ortaya çıktıktan sonra grup içerisinde ortaya çıkmış olan mesafe, yani yöneticiler ile tabi olanlar arasındaki grup içi mesafe, dış dünyanın neredeyse sınırsız bir biçimde yutulması edimini hem düşünülebilir hem de uygulanabilir kılar. Çünkü Devletin getirdiği yeni eklemlenme durumu, yöneten konumunda olanlar için bütün yönetilenleri aynı kılar. Despotun bunaltıcı görkemiyle karşılaştırıldığında ikincil öğelerin hepsi anlamsızdır. Gilles Deleuze’ün ifadesiyle, Despotik devlet ilkel toplumu ‘kapar’ ve Deleuze’ün ‘akışlar’ adını verdiği şey, yalnızca despotun bedeninde yeniden yerli-yurtlu kılınmak için yeryüzünün gövdesinden koparılır.

Despot açısından artık grup kimliğinin bir önemi yoktur; onun için herkes aynı düzeyde yönetilebilir durumdadır. Her yabancı grup bu mantalite açısından yabancılığından ziyade yönetilebilirliği ile tanımlanır. Başkalarını kendisine tabi hale getirmiş her yabancı iktidara boyun eğdirilmelidir. Yayılmacılığın unvan taşıyıcılarının saplantılı formülü uyarınca, gerçek kral ‘kralların kralıdır’. Yani evrensel egemenlik fikri, bilinen dünyanın güçlülerin en güçlüsünün otoritesi altında birleştirilmesi fikri, ilk despotta rüşeym halinde bulunmaktadır. Yani bir kere devlet ortaya çıktıktan sonra, somut gerçekleşimi ne kadar sınırlı olursa olsun, insan deneyiminin sahnesine ‘evrensellik’ girmiştir artık. Bu durum da kendilik deneyiminin merkezini kaydırır; merkezdeki bu kayma zihinsel örüntüleri baştan sona yeniden eklemler ve bu da insanın dünya imgesinin niteliğini köklü bir biçimde değiştirir. Bir birleştirme siyaseti tarafından güdülenen şiddet dolu fetih edimi, yepyeni bir dinsel düzene ve mantıksal çerçeveye yol açar.

EVRENSELLİK VE KUTSAL SAVAŞ

Bu türlü bir evrensellik fikri, gidip büsbütün yok etmeyi değil, ele geçirip asimile etmeyi, yeniden kodlamayı esas alır. Bunun vücut bulmasının en belirgin örneklerinden biri Roma İmparatorluğudur. Roma lejyonları, 201 yılında bugünkü Libya’ya çıktıklarında, o zamanki adıyla Gholaia’da askeri bir kamp kurmaya karar verdiklerinde, yaptıkları ilk şey mekânı kutsal varlıklara tahsis etmek olmuş. İlk çabaları Gholaia’nın Ruhu olarak bilinen yerel tanrının dostluğunu kazanmak yönündeymiş. Her ne kadar kendi Tanrılarını da kendileriyle beraber getirmiş olsalar da dünyanın bu bölgesini yöneten tanrıları darıltmaktan sakınmışlar.

Böylelikle kendi tanrılarını kampın ortasına Gholaia’nın Ruhu ile birlikte yerleştirmişler. Böylelikle bir yandan kendi tanrılarını götürürken, bir yandan da yerel tanrıları Romalılaştırırken görüyoruz bu Romalı askerleri. İşte evrensellik fikrinden kasıt budur ve Romanın yayılmacı evrenselliği zaten bilinir. Hatta öyle ki Roma’nın geliştirdiği ‘evrensellik’ fikri, dünyanın biricik tek tanrılı inanç sistemi olan Yahudiliğin tek tanrısının evrenselleştirilmesi sonucunu doğurmuş ve dünyanın ilk tek tanrılı evrensel dini olan Hıristiyanlığın doğmasına yol açmıştır. Bundan sonra, elbette tedrici olarak ve yine elbette İslam’ın doğuşunun da eşlik etmesiyle, dünya savaş sahnesine damgasını vuracak olan şey kutsal savaş doktrinleridir.

Kutsal savaş doktrinlerinin asli niteliğini mekânın ele geçirilmesi, eski kutsallık biçimlerinden arındırılması ve yeni kutsallık biçimlerinin simgeleriyle yeniden kodlanması oluşturur. Fakat tek-tanrılı dinler kendilerinden başka kutsallık biçimlerini tanımadıkları için Romalı askerlerin yaptığı tarzda melez kutsallaştırmalar da yeryüzünden kaybolur. Bunun bir örneği, son birkaç yılda Türkiye’de bir hayli ün kazanmış olan Şam Emevi Camiidir. Önce Tanrı Jüpiter’e adanmış olan tapınak, 1. Konstantin döneminde Vaftizci Yahya’ya adanmış bir kiliseye dönüştürülmüştür. Arap fetihleri döneminde Şam Arapların eline geçince de 634 yılında yıktırılıp cami olarak yeniden inşa edilmiştir. Fakat yıkım sırasında kilisenin kulelerine dokunulmaması emri verilmiş ve bu kuleler de minarenin ilk modeli olmuşlardır.

HAKLI SAVAŞ

Modern dönemle birlikte kutsal savaş doktrinleri, yerlerini haklı savaş doktrinlerine bırakır. ‘Haklı savaş’ teriminin gönderim alanı uluslararası kamu hukukudur. Savaşın bu anlamıyla hukukun içerisine yerleştirilmesi, düşmanın da hukuksal bir statü edinmesine yol açar. Carl Schmitt, bunu klasik Avrupa devletinin büyük bir başarısı olarak görecektir ve şunu söyleyecektir: “Klasik olan, açık ve net ayrımlar yapabilme olanağıdır. İç ve dış, savaş ve barış, savaş esnasında askeri ve sivil, tarafsızlık ve taraf olma; tüm bunlar klasik devlette belirgin bir biçimde birbirinden ayrılmıştır ve bilinçli olarak birbirleriyle karıştırılmazlar. Savaş esnasında da tarafların statüsü açıkça belirlenmiştir. Devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen uluslararası hukukun bir parçası olan savaşta düşman da eşit bir egemen devlet olarak tanınır. Uluslar arası hukukta tanınma, belli bir içeriği olması kaydıyla, savaş hakkına sahip olmayı, buna bağlı olarak da meşru düşman sayılmayı kapsar. Düşmanın da bir statüsü vardır; o halde düşman haydut değildir” (Siyasal Kavramı, 31).

Devlet Kuramı, der: Cemal Bali Akal, 556 syf., Dost Kitabevi, 2009.

Avrupa Uluslararası hukukunun zemininin ortadan kaldırılışına ilişkin ilk örneği, savaşa dair klasik ayrımları ortadan kaldırarak savaşı “total savaş”a dönüştürmüş olan Lenin sunar. Lenin, partizan adlı muharip figürle savaşın klasik sınırlarını ortadan kaldırmıştır. Savaşın bildik klasik kavramları devrimcilerin elinde bütünüyle araçsallaşmıştır. Fakat bu, partizanın düzen-kuruculuktan yoksun ve yasasız olduğu anlamına gelmemelidir. Partizan figürü, bütün meşruiyetini topraktan ve territoryal olanla kurduğu bağdan alır. Bu eksen, devrimcilerin devrimi gerçekleştirebilmiş olmaları sayesinde, dünya siyaset ve hukuk sahnesinde kendisine anlamlı bir yer bulabilmiştir.

Böylelikle sömürge ülkelerde beliren direnişçi figür de savaş pratiğini, toprak ve “yurt”la kurduğu ilişki içerisinden yürüttüğü için bir tür partizan olarak belirir. Böylelikle 1917 Devriminin savaş mefhumunda yarattığı değişim sömürge ülkelerde de karşılığını bulmuş ve sömürgeliler, 1945 tarihli BM Anlaşmasıyla en azından “kendi kaderini tayin hakkı” bağlamında hukuksal bir statü edinmişlerdir. Sözcüğün klasik anlamıyla ‘düşman olma hakkını’ elde etmişlerdir.

TERÖRLE MÜCADELE

Son 35-40 yıl boyunca çıplak ekonominin dünyasının siyasalın dünyasını aşındırmasına tanıklık ettik. Bütün asimetrilere ve eşitsizliklere karşın, Fransız Devriminden bu yana, en azından dünyanın belirli bir bölgesinde, insanı tanımlayan asli antropolojik öge yurttaşlık iken bu yavaş yavaş yerini müşteriye ve tüketiciye bıraktı. Çıplak ekonominin yarattığı aşınma, aslında insanların yurttaşlar olarak hukuksal statülerinin aşınmasıydı.

Savaş da bu dönüşümden payını aldı. Uzun zamandır dünyada klasik anlamıyla bir savaş yok; bunun yerine yeni bir adlandırma söz konusu: Terörle mücadele. Terör söylemi, muharip düşmanı hukuksal düşman olarak tanımayı iptal ediyor. Düşmanın hiçbir hukuksal statüsünün olmadığı bir durum yaratıyor. Bu da düşmanı mutlak düşmana, yani her koşulda kesin yok olarak yok edilmesi gereken bir figüre dönüştürüyor. Bunun sonucu her türlü barış imkânının ortadan kalkmasıdır. Bu nedenle hepimizin, yerküremizin bir tür uluslararası kamu hukukuna gereksinimi var.