Kaybedenler Kulübü 2

Kaybedenler Kulübü filminde sözün dolaşıma girmesi radyo programı sayesinde gerçekleşiyor. Özneleri kat eden sözün elbette iyileştirici bir etkisi oluyor; sözün dolaştığı herkes üzerinde bu etkiyi görebiliyoruz. Öyle sahtesinden değil, gerçek bir değişim imkânının belirdiğine tanıklık ediyoruz. Ama bu imkân tam da iyileştirdiği şeyin, kendi benine sıkışmışlık halinin duvarlarına çarparak dağılacak elbette.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Kendini ‘arzulayan’ değil, ‘arzulanan’ da değil, ‘arzusu arzulanan’ olarak kurmak… Yani aslında sözcüğün köle-efendi diyalektiğindeki anlamıyla ‘mutlak efendi’ olmayı ya da arzunun biricik dolayımı olmayı arzulamak… Kaybedenler Kulübü filminin giriş sahnesi, bunun bir parodisi durumunda. Kendi konumlarının biricikliğinin onayını arayan failler (özne denemeyeceği için fail); mutlak egemen bir edimle, istedikleri anda birini özneler-arası alanın dışına atabileceklerini, istedikleri anda da tekrar içeri alabileceklerini düşünen failler… Telefonla programa bağlanan kadını, tam da savcı türü bir söylemle çapraz sorguya alıp, bir suçun itirafının ya da yapılamayan bir şeylerin suçluluğunun izlerinin peşine düşüyor bu failler. Kişilik denilen şey dedektifçe bir sorguya tabi tutulabilirmişçesine...

“Yatalım” diyor kadın. Fakat bu ‘yatalım’ öğesi, yani oyunun dışında durup da oyunu kuran öğe oyunun içine girdiği anda, yani bizatihi maske gerçeklik halini aldığında, oyun dağılıyor. Oyunun dışına atılıyor kadın; faillerimiz kendi aralarında bir tartışmaya giriyorlar. Fakat tartışmada iki failin iki farklı stratejisi görünür oluyor. Biri her şeye karşın düşünceyi ve düşünmeyi muhafaza etmeye çalışıyor; fakat öteki “taş gibi!” Biri bitmiş bir oyun üzerine geriye dönük bir düşünme çabasına girmişken, öteki en ilkel, en vahşi düzeyde oyunu ve elbette egemenliğini yeniden kurmaya çalışıyor. “Seninle yatacağım, ama o maskeleri yeniden takacağız. Oyunun kurallarını ben koyarım” der gibi. Çünkü Ricoeur’ün muhteşem ifadesiyle, “Arzularım olduğu sürece maskeyle yol alırım.” Hele de bu arzular arzumun arzulanması arzularıysa… “Beni değil, benim seni arzulamamı arzula” diyen bir hal…

Biz bu erkeklik biçimini, bu eril egemenlik biçimini Kürdistan’daki deneyimlerimiz aracılığıyla tanıyoruz efendim. Yakamızdan düşmeyen “Bu Kürtler ne istiyor?” sorusu da kendi arzusunu arzulatmak isteyen eril bir egemenlik biçiminin sorusudur. Ve bana kalırsa bu soru biçiminin biyolojik bir cinsiyeti yok; bu manasıyla insanın süper-egosu olmaya kalkışan, bu satırların yazarından daha erkek biyolojik kadınlar da var çünkü. Örnekler bir sürü…

Bizzat oyun gerçeklik halini aldığında, bu egemenlik icrası kesintiye uğruyor. Kadın kapatıyor telefonu. Derin bir kaybetmişlik duygusu… Evet, evet, kaybeden failler bunlar. Çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorlar. Ve beni bağışlasınlar, ama ne yaparsam yapayım, bu kaybetme tarzının Sünni öznellik biçimiyle göbekten bağlı olduğu fikrinden kurtaramıyorum kendimi. Kendisini etkin evrenselliğin biricik merkezi olarak tahayyül eden, kendisi gibi olmayan herkesi yontulması, biçilmesi, doğrultulması gereken kimseler olarak gören bir özne… Çünkü başka türlü bir varoluş mümkünse, kendisininki gibi bir varoluşun mutlak doğru olma iddiası kalmayacaktır.

Tam bu noktada üreyen söylem, başkalarının varoluşuna dönük saldırgan bir tutum başlatır. Eskiden, Carl Schmitt’in “Batının bütün siyasal kavramları sekülerleşmiş Hıristiyanlık kavramlarıdır” önermesini izleyerek, İslam’da, özellikle de Sünni İslam’da bu türlü bir sekülerleşmenin olanağının olmadığını düşünürdüm. Fakat söylem biçimi değişmekle birlikte biriciklik iddiası ve düzeltici misyonu değişmeyen bir öznenin varlığı, bugün aksini düşünmeye itiyor beni. Evet, belki de İslami söylemin sekülerleşme biçimi tam olarak böyle bir şeydir.

Bu öznellik biçimi, aslında son kertede, kendi kendisine sıkışıp kalmış bir öznellik biçimidir. Elbette sıkışmanın biçimleri ve nitelikleri farklılık gösterebilir. Hatta iki ana karakterde bile bu farklılıkları görmek mümkündür: Mete içten içe yaşadığı derin boşluk duygusuna teslim olmuş bir öznel sıkışma içerisindeyken Kaan da tutkulu varoluşunun aceleciliğinin ve bu acelecilik dolayısıyla gelişen yargıçlığının öznel sıkışması içindedir. Kaan’ın tutkuları ya sürekli yaratıcı edimlere (aşk da bunun bir örneğidir) tahvil edilmelidir ya da bu tutkulu varoluş en nihayetinde narsistik bir öz-yıkım biçiminde gösterir kendisini. Fakat bu sıkışma içerisinde yalnız değildirler. Ve söz uçar, yazı kalır.

Söz uçarken, dinleyicileri de kat ederek uçarken sağaltıcı bir işlevle de yüklenir. Freud’un konuşma kürü adını verdiği edime benzer bir edimin alanı açılır esasında. Sözün bu iyileştirici gücünü ilk ortaya koyan metin herhalde Bin Bir Gece Masalları’dır. Her geceye bir masal düşer bu anlatıda, fakat daha gerideki anlatı biraz da tek tek masallara odaklanıldığı için gözden kaçırılmaktadır. Bu gerideki anlatıya göre Şah Şehriyar karısının kendisini aldattığını öğrenince çılgına döner ve karısını öldürtür. Ardından da birlikte olduğu her kadının kendi arzu nesnesi olarak biricikleşmesini sağlamak için bakire kadınlar buldurtur; onlarla birlikte olur ve ardından onları da öldürtür. Şehrazad da bu kadınlardan biridir. Fakat aklına parlak bir fikir gelir; her gece masallar anlatır Şehriyar’a, fakat hep masalın en kritik noktasında devamını bir sonraki güne bırakarak. Şehriyar’ın merakı Şehrazad’ın hayatta kalmasını sağlar. Fakat sona gelindiğinde üç çocukları vardır; Şehriyar iyileşmiştir. Bu hikâyenin neleri yansıttığının farkındayım; fakat sözün iyileştirici gücünü vurgulamak amacını güdüyorum. Fethi Benslama’nın İslam’ın Psikanalizi kitabında bu konunun muhteşem bir çözümlemesini de okumak mümkün.

Kaybedenler Kulübü filminde sözün dolaşıma girmesi radyo programı sayesinde gerçekleşiyor. Özneleri kat eden sözün elbette iyileştirici bir etkisi oluyor; sözün dolaştığı herkes üzerinde bu etkiyi görebiliyoruz. Öyle sahtesinden değil, gerçek bir değişim imkânının belirdiğine tanıklık ediyoruz. Ama bu imkân tam da iyileştirdiği şeyin, kendi benine sıkışmışlık halinin duvarlarına çarparak dağılacak elbette. Kaan’ın tutkulu varoluşunun kötücül hali, Zeynep’in varoluşunu sorguladığı telefon konuşmasında gösterir yeniden kendisini: “Çıkmaz mısın, çıkamaz mısın?” Yeniden suçlayıcı, suç sahibi kılıcı bir söz girmiştir devreye. Narsistik kendine çekilme başlamıştır aslında; yani ayrılık kesindir. Ama burada devreye giren bilinçdışı strateji, bu ayrılıktan kendisini sorumlu hissetmemek üzere çalışmaktadır.

İlginç olan, Kaan’ın radyodaki amirine karşı geliştirdiği sözün ve tutumun aşağı yukarı aynısını ya da yapısal bir tekrarını Zeynep’e karşı da üretmeye başlamasıdır. Son derece haklı bir biçimde “Niye hep bize bir misyon yüklemeye çalışıyorsun?” diyordu amirine; ancak ne yazık ki amirin doldurduğu anlam yerini bir süre sonra Zeynep’in de doldurduğuna tanıklık ediyoruz. Amire isyan, bir anlam ve değer sisteminin sahih bir çözümlemesine ulaşamayınca, geriye tahammülsüz bir fail kalıyor. Artık Zeynep’e de tahammülü yok. Ama Zeynep nerede? Yani hikâyenin kurduğu anlam üretim makinesinde Zeynep’in yapıp ettiklerinin anlamı da Zeynep’e kayıtlanmıyor bir türlü; bunlar da anlamlarını Kaan’ın yapıp ettikleri karşısında buluyorlar. Tekil öznenin tekil anlam bağlamına sıkışmışlığından çıkamayışına tanıklık ediyoruz. Böylelikle Kaan, Zeynep’e sorarmış gibi olduğu sorunun asli muhatabı haline geliyor: Çıkmaz mısın, çıkamaz mısın? Mete mi? Öyle büyük ki onun içindeki boşluk, denemiyor bile.

Son bir not: Ne yazık ki insan, kendisini değersiz hissettirmeyi başaran kimselere benzemeye başlıyor, kendisini değerli hissedebilmek için. Çünkü eğer biri bana kendimi değersiz hissettirmeyi başarırsa, bütün değeri kendisinde taşıdığını varsaymama da yol açar.

Kaybedenler nasıl kaybetti?Kaybedenler nasıl kaybetti?