6.27 treni fabrikanın içinden geçiyor!

Fransız yazar Jean-Paul Didierlaurent'ın '6.27 Treni' kitabı, Can Yayınları etiketiyle Türkçe'de. Kitap yazarın ilk romanı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Her kitabın okuru yakaladığı, belleğini çağırdığı bir özelliği oluyor. Bazen yazarını takip ettiğimiz için, bazen üzerine söylenenler, bazen de kitabın ismi okumak için seçilen metni etkileyebiliyor. Gerçi son seçenek diğerlerine göre daha az karşımıza çıkabilir ancak benim okuma deneyimim de bu yolla tanıştığım epey yazar olduğunu itiraf etmeliyim. Jean-Paul Didierlaurent'ın '6.27 Treni' adlı romanı da beni ismiyle kendine çeken metinlerden oldu. Kitabı okumadan önce çok sevdiğim trenli öyküler belleğimde çoktan belirmeye başlamıştı bile. Tomris Uyar’dan 'Sonuncu Belki', Hasan Ali Toptaş’tan 'Çift Çizgi', Oğuz Atay’dan 'Demiryolu Hikâyecileri' Sait Faik’ten 'Üçüncü Mevki' ve daha pek çok öykü. Kısacası demek istediğim bazı metinlerin sadece ismi bile okurun belleğine el uzatıyor ve onu içerisine çekiveriyor, büyülü bir durum ya da anlam yüklemeyi seven bir okurun uydurması bu bilemedim.

Jean-Paul Didierlaurent Jean-Paul Didierlaurent

DIDIERLAURENT IYI ANLATICI

Trenlere olan ilgim ve içinden tren geçen bir metin okuma heyecanı ile başladığım Didierlaurent’in '6.27 Treni' içerisinde sadece trenli bir öykü barındırmıyordu. Romanın her karakteri ayrı hikâyeyle okuru buluştururken ilk kez okuduğum yazarın anlatısını oldukça etkileyici bulduğumu belirtmeliyim. Hiç eksilmeyen duygu, abartmadan veya süslemeden söylenmek istenenin yüzünüze çarpıvermesi ve sonuna kadar merak unsurunun canlı tutulması gibi pek çok özellik sayılabilir. Kitap yazarın ilk romanı. Kendisi daha çok öyküleriyle ve aldığı ödüllerle tanınıyor.

6.27 Treni, Jean-Paul Didierlaurent, çev.Aysel Bora, 136 syf, Can Yayınları, 2017. 6.27 Treni, Jean-Paul Didierlaurent, çev.Aysel Bora, 136 syf, Can Yayınları, 2017.

GUYLAIN VIGNOLLES'NİN ÖYKÜSÜ 

Kitabın karakterlerinden birçoğunu buluşturan mekân bir kâğıt geri dönüşüm fabrikası. Her gün kamyonlar dolusu kitabın yok edildiği bu yer bir şekilde karakterlerin yaşamlarını etkiliyor. Zerstor 500 adı verilen makine geri dönüştürdüğü kitapları midesinde eritirken, romanın başkarakteri diyebileceğimiz Guylain Vignolles için bir makine olmanın ötesinde anlamlar içeriyor. Guylain için o bir kitap katliamcısı ve bu nedenle o makineden ve yaptığı işten nefret ediyor.

Yaşadığı vicdan azabına katlanamayınca da her gün kurtardığı kitap sayfalarını sabah akşam kullandığı banliyö treninde yüksek sesle okumaya başlıyor. Böylece belki hiç satmamış ve geri dönüşüme gelmiş bir kitabın herhangi bir sayfası okur ile buluşmuş oluyor. Guylain için bu hem vicdan azabını gidermek için bir yöntem hem de kendisini arındırdığı ritüelistik bir anlam ifade ediyor. Yaşam rutin bir şekilde devam ederken, insanlar işlerine yetişmeye çalışırken birdenbire seslice kitap okuyan kimine göre deli, kimine göre hayranlık uyandırıcı bir karakter Guylain. Yalnızlığı, kırmızı balığı, nefret ettiği işi aslında günümüz insanının temsili gibi.

Ayrıca, Guylain’in nefret ettiği o makinenin temsil ettiği şey böyle bir insanlık hâli olabilir. Zerstor 500 bir makine işi her gün midesine konulanları ki arada içerisinde sıkışmış fareler de dâhil olmak üzere sindirmek ve sonra Guylain’in deyişiyle “sıçmak”. Yazarın kitap boyunca bahsetmeye çalıştığı da insanın ve makinenin birbirine çok benzeyen bu döngüsü belki de. Sonuçta, düşünme ve sorgulama yetisini yitirmiş, kendisine ne verilirse onu alıp kabul eden, her gün aynı rutinin içerisinde kaybolmuş makineleşmiş bedenleri andırmıyor muyuz çoğu zaman?

HER KARAKTER AYRI ÖYKÜ

Başta da bahsetmeye çalıştığım gibi kitap öykü içerisinde öykü barındırıyor. Yan karakterlere dair sunulan anlatı açıkçası baş karakterden eksik değil. Metnin bir özelliği de bu. Didierlaurent’ın henüz öykülerini okuyamadık ancak sanırım metnin böyle bir özellik göstermesinde yazarın öykücü olarak anlatıcı yönünün etkisi var.

Zerstor 500 adlı makine kitabın en belirgin imgesi. Zira kitabın bir diğer karakteri olan Guiseppe ayağını bu makineye kaptırmış ve onları geri getirmeye çalışıyor. Nasıl derseniz ayaklarının parçalarının karıştığı tüm kitapları toplayarak. Bu trajik öyküde ise makine otoriteyi simgeliyor bana kalırsa. Her gün yaşamımızın bir parçasını koparan otoriteleri. Belki de bu nedenle Guiseppe, Zerstor 500’e duyduğu kini; “soykırım bunun yaptığı” diye ifade ediyor.

Didierlaurent anlatısında aşkı da ihmal etmemiş. Başka bir karakter üzerinden yine çok ilginç bir hikâye ile anlatıyor bu duyguyu. Söylediğimiz gibi her karakter öyküsü devamı yazılsa yeni bir roman olurmuş hissi bırakıyor. Ve bu da kitabı okurken kafanızda sonlar yazmanıza sebep olan keyifli bir okumaya sebep oluyor.

YALNIZLIK, SIKINTI VE TEK DÜZELİK

Kitap boyunca karakterlerin peşine takılıp gidiyorsunuz neredeyse hiç aksamayan bir anlatı. Art arda gelen olaylar dizisinin içerisinde kayboluyorsunuz. Anlatmaya çalışılan için hiç zorlu yollara girilmemiş, onca olay belli bir doğallık içerisinde akıp gidiyor. Kitabın hâkim duygusu sıkıntı ve yalnızlık. Bu duygulardan ne karakterler kurtulabiliyor ne okur. Kitap bittikten sonra da devam ediyor bıraktığı his. Kitabın zamanı şimdiye sabitlenmiş gibi karakterlerin geçmişi hakkında bilgi neredeyse yok, geleceğe dair bir beklentiden de çok söz edilemez. Bana kalırsa Didierlaurent bahsettiğimiz tekdüzeliği ve bunun sıkıntısı içerisinde kaybolmuşluğu vurgulamak için geçmişi ve geleceği çok öne çıkarmamış. Çünkü karakterler üzerine düşündüğünüzde sanki yaşamları boyunca her şey her zaman metinde anlatıldığı gibiymiş gibi bir hisse kapılıyorsunuz.

İMGELER YENİ BİR METNE ÇAĞIRABİLİYOR

Didierlaurent’ın '6.27 Treni' adlı kitabı trenlerle karşılaşmayı beklerken, uzunca yaşamımda olacak karakterle ve iyi bir anlatıcıyla tanışmamı sağladı. Ayrıca imgelerin belleğimizde edindiği yer okuma deneyiminin de bir parçası diye düşündürdü. Hatırlayan bir varlık olarak insan, kafasında yer etmiş anlatıları başka bir yazarın anlatısına ulaşma yolu olarak kullanabiliyor. Sanırım bir metni önemli kılan yanlardan birisi de bu, geçmişin bir ânında okunanın şimdide karşılaştığımız bir imgeyle bizi yeni bir okuma deneyimine çağırması. Yoksa Oğuz Atay’ın seyyar hikâye satıcılarını hatırlarken, Guylin’in bir tren vagonunda ölmelerine razı gelmediği kitaplardan parçalar okumasını benzeştirmeyi ve bu duygu durumunu ortaklaştırmayı nasıl başarabilirdim.