Patatesli Yumurta ne anlatıyor?

'Patatesli Yumurta' romanının yazarı Kemal Yitikırmak İstanbul’daki bir cemaat evinde üniversite hayatına başlayan genç Hilmi’yi tanıtıyor bize. 'Yetişkin ve hayatına yön vermiş' bir insanın yirmi küsur yıl önceki gençliğine yazdığı bir mektup elimizdeki.

Google Haberlere Abone ol

Hüsamettin T. Hasçelik

“Aydınlanmak bir seçenek değildir, ahlaki bir sorumluluktur.” Bu sözlerle bizleri kendi aydınlanma serüvenine davet ediyor, 'Patatesli Yumurta' romanının yazarı Kemal Yitikırmak. Aydınlanmanın bir yolculuk olduğunu, bir yerde başlayıp bir yerde bitmediğini, tam aksine hayat boyunca sürecek bir sorgulama ve hesaplaşmanın özgür zihnin olmazsa olmazı olduğunu anımsatıyor bize, romanın başkahramanı olan genç öğrencinin iç dünyasına tuttuğu samimi büyüteçle.

Kendi anılarından yola çıkarak kaleme aldığı romanda, Yitikırmak, İstanbul’daki bir cemaat evinde üniversite hayatına başlayan genç Hilmi’yi tanıtıyor bize. Kullandığı 'sen' dilinin bir tesadüfün ürünü olmadığını anlamak zor değil. 'Yetişkin ve hayatına yön vermiş' bir insanın yirmi küsur yıl önceki gençliğine yazdığı bir mektup elimizdeki.

“Sen öldün ama ben yaşadım, sen silindin ama senin küllerinden ben dirildim, sen yok oldun ama ben sağ kaldım.” diyen bir sesin geriye dönüp bakmasına ve bu bakışlardan uzun, çetrefilli bir yol haritası çıkarmasına tanık oluyoruz. Hilmi’nin yer yer çığlığa dönüşen iç sesi, bir türlü bastıramadığı hafakanları, tereddütleri ve arzuları romanın satır aralarına damla damla sızıyor. Onu naif, utangaç ve biraz da meraklı bir karakter olarak tanıyoruz. İtaatkâr ve sadık bir cemaat üyesi olarak görevlerini eksiksiz yerine getirir Hilmi, abilerinin bir dediğini iki etmez, yetiştirdiği öğrencilerine elindekinin en iyisini vermeye çalışır. Bir yandan da insani yanı vardır, o üzerini örtmeye çalıştıkça bir yolunu bulup yüzünü gösteren eksiklikleri, heyecanları, zayıflıkları... Roman da zaten böylesi bir zaafla açıyor ilk sayfalarını.

IŞIK EVLERİN BASKICI YANI

Islak bir rüyanın sabahında, suçüstü yakalanmış bir hırsız gibi büzüşmüş bir halde buluruz Hilmi’yi. Onu ayıplayan, yargılayan, suçlayan gözlerden kaçmaktadır aklı sıra. Kaçacak bir yeri olmayan genç öğrenci, 'yer yarılsa da içine girsem' diye bekler holün bir kenarında. Bu sahnede Hilmi’yi, çocukluğuyla birlikte tanırız. Geçen zaman bize ışık evlerin karanlık, baskıcı ve özgürlüğe aman vermeyen yanını öğretir. Hilmi, gönüllü olarak yaşadığı evde tabii ki farkında değildir üzerinde kurulmuş olan sistemin çarklarının bireyleri ve bireyselliği ezmek için üretildiğini. Kendisi gibi insanlardan oluşmuş bu çarklar özgürlüğü, düşünceyi, sorgulamayı, araştırmayı engellemek; bu işlere kalkışanları öğütmek, öğütemediklerini de dışına atmak için vardır.

Hilmi’nin durumun ciddiyetini anlaması için edebiyatla ve felsefeyle tanışması bu yüzden önemli bir dönüm noktasıdır hayatında. Çünkü ancak edebiyat sayesinde bir köle kendisininki gibi şartlarda yaşayan diğer kölelerin durumlarına dışarıdan bakabilme fırsatı bulabilir. Öteki türlü, yani içeriden bir bakış sadece acıları ve felaketleri hak edilmiş cezalar halinde algılamaya yarar. Oysa Hilmi’ye lazım olan bir dış bakıştır, kendi dışına çıkıp kendisine bakabilmektir. Bunu önce romanlarla, sonrasında da felsefeyle yapar. Okudukça ruhuna vurulmuş olan prangaların farkına varır ama yine de koparamaz zincirlerini. Çünkü dışarıda kendisini koruyacak bir zırhtan mahrumdur. Kolay değildir bir insanın hayatının merkezine koyduğu, başkalarına öğrettiği ve nihayetinde zirve olarak gördüğü değerleri bir gün gelip de yanlış bulup, geride bırakması. Roman boyunca bunun kolay olmadığını ve akıldan çok yürek gerektirdiğini anlarız.

HİLMİ ZAVALLI BİR MECZUP DEĞİL

Bir yandan 90’lı yıllarda var olan cemaat yapılanmasının detaylarını öğrenirken bir yandan da Hilmi’nin aşkla, kadınlarla, arkadaşlıkla, kuşkuyla, kendi bedeniyle, yoksullukla ve sır tutmayla girdiği küçük mücadelelere tanıklık ederiz. Yazar, sanılanın aksine, bir itiraf modunda yazmamıştır romanını. Öyle yazsaydı bir romandan çok bir propaganda aracı çıkardı karşımıza. Böyle yapmak yerine Hilmi’yi anlamaya çalışmış gibi görünüyor; onun yaşadığı şartları, onun kafasına takılan soruları, onun ruhunu sıkan ilişkileri anlatıyor.

Günlük hayatın inişlerine çıkışlarına odaklanırken, Hilmi’ye zavallı bir meczup gibi bakmamaya özen gösteriyor. Bu bakış açısı okuyucuda Hilmi’ye karşı sempati oluşmasını sağlar mı bilinmez ama zaten yazarın öyle bir amacı varmış gibi de görünmüyor. Yazar daha çok, özgürlüğe –hem bedenin hem de zihnin özgürlüğüne- giden yolun çetrefilli olacağını anlatmak istemiş gibi.

Eğer laik ve demokratik Türkiye’nin değerlerine sahip çıkan birisiyseniz, bu romanı okurken yer yer içiniz cız edecektir. Çünkü roman bir yandan Hilmi’nin kendi çabalarıyla dipsiz kuyulardan kurtulmasını anlatırken bir yandan da biz –siz- cumhuriyet sevdalılarının kendilerine emanet edilen gençlere sahip çıkamadıklarını da gözler önüne seriyor. 1980 darbesi sonrası oluşan post-modern akımların cirit attığı ve dini, hayatın bir parçası yapma yolunda atılan resmi adımların meyvelerinin yenmeye başladığı yıllardı 90lı yıllar. Zeki ve kabiliyetli gençlerin devletten veya laik kurumlardan önce cemaatin eline düştüğü, cemaatin elinde şekillendiği ve cemaatin yönlendirmesiyle askeriyeye, polise, yargıya, dış işlerine girmeye başladığı yıllar.

Hilmi, bir roman kahramanından ziyade ışık evlerde heba edilen bir neslin, ışık evlerde karanlığa mahkûm edilen gençlerin simgesidir. Çünkü romandan anladığımız kadarıyla bu evlerde düşünmek, sorgulamak, sırf keşfetmenin zevki için keşfetmek, bilgiyi artırmak değildir teşvik edilen değerler. Bilakis; emre kayıtsız şartsız itaat öğretilir, her koşulda sadakat öğretilir, cemaate ait değerlerin kuşku duymaksızın kabul edilmesi öğretilir, dışarıda geçirilen saatlerin dakika dakika hesabının verilmesi salık verilir…

IŞIK EVLERDE CASUSA DÖNÜŞEN BİREYLER

Işık evlerde bireyin ruhu sıkılır, gençler birer robota, sürekli kendisini saklayan ve hiçbir zaman gerçek düşüncesini ifade etmeyen casuslara dönüştürülürler. Bu sayede, yani bu devasa insan kaynağının bitmez tükenmez enerjisi sayesinde cemaat büyür, dünyanın dört bir yanına yayılır, güçlenir, güçlendikçe kendisine engel olmak isteyenlere karşı zalimleşir.

Hilmi’nin cemaatteki ömrü cemaatin gaddarlaştığını görmeye yetmez –romandan anlaşıldığına göre 2000’de ya da 2001’de ayrılır Hilmi- ama biz okuyucular çok iyi biliyoruz o masum görünüşlü, o mülayim ve samimi bakışlı insanların aslında ülkenin ve cumhuriyetin başına ne tür belalar açtıklarını. Görüyor ve vicdan sahibi insanlar olarak üzülüyoruz. Hilmi’lere zamanında elimizi uzatamadığımız için, onları “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bireyler haline getiremediğimiz için, onların ruhlarını bilimle, sanatla, felsefeyle ve sporla besleyemediğimiz için utanıyoruz. Çünkü kaybedilen sadece bir nesil değildir, Türkiye’nin geleceğidir aynı zamanda, çocuklarımızın gidecekleri okullardır, koşup oynayacakları parklar ve bahçelerdir, okuyup tartışacakları kitaplardır, güzel yarınlar için kullanılabilecek olan kaynaklardır.

Karamsar bir tablo çizerek bitirmek istemem bu yazıyı. Bir kere roman iyimser bir sonla, yani umutla bitiyor. Biz de tıpkı Hilmi gibi umutsuzluğu bir kenara bırakıp, gelecek adına ne yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz. Karanlığa küfretmek bir işe yaramıyor maalesef. Aydınlık için bir mum yakmak gerekiyor. Çünkü en az aydınlanmak kadar aydınlatmak da ahlaki bir sorumluluktur böylesi karanlık zamanlarda. Patatesli Yumurta romanının bu noktada önemli bir işlevi göreceğini inanıyorum. Umarım bu karmaşık dönemde hak ettiği ilgiyi görür ve gençlere bir nebze de olsa ilham kaynağı olur.