Jaklin’in tuhaf hikâyeleri

Ece Erdoğuş’un “Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?” kitabı tuhaflıklara düşkün okurun ilgisini çekecek bir metin. Kitap, her şeyin anlam kaybına uğradığı bir dönemde, “tuhaflığın” kötü olan algısına farklı bir bakış açısı arıyor.

Google Haberlere Abone ol

Fotoğraf: Muhsin Akgün

Bazı kitapların başlığı, kitap hakkında fikir sahibi olmanızı sağlar sanki... Başlığı görünce bu kitapta benden, benim ilgi alanıma giren bir şeylerden söz ediyor hissine kapılırsınız. Geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından basılan, Ece Erdoğuş’un yeni kitabı; “Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?” de benim için öyle oldu. Kitabın ismini her gördüğümde kitabın başlığındaki soruya içimden evet diye cevap verdiğimi de belirtmeliyim. “Tuhaf” olan ilgimi çekiyor evet çünkü işin içerisinde tuhaflık varsa “akıl dışılık”, “anormallik”, “çizgisiz bir zaman” olması olası.

Aklımızın sınırları içerisinde var olmamız gerektiği ve hep akıllılığın tavsiye olarak verildiği biçimli sınırlı felsefi algıların dışına çıkabilen bir kitap Ece Erdoğuş’un kitabı. Bu açıdan son dönem Türkiye edebiyatı içerisinde arada sırada rastladığımız türden bir metin. İyiliğin yüceltilmediği, kötülüğün ötelenmediği iki durumun da insani olduğu bir anlatı oluşturması açısından da sanırım konuşmaya değer bir kitap. Çünkü genellikle unutulan bir şey iyiliğin ve kötülüğün mutlak olmadığı. Bu nedenle de klişe imajlara başvurulan filmlerde ve edebi eserlerde iyinin çok iyi kötünün ise çok kötü olduğu karakterler çizilmeye çalışılır ki, Erdoğuş bize karakterleri üzerinden durumun böyle olmadığını aktarmaya çalışmış.

HERKESİN YALNIZLIĞI BİRBİRİNE BENZİYOR

“Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?” kitabının başkarakteri Jaklin; adını bile kendisi seçecek kadar adlandırılamamış, kendilik kaygısı taşıyan, varlığının anlamının gerçekliğin çok dışında olduğunu erken fark etmiş bir karakter. Varoluşunu boşlukta, acıda ve tuhaf hayallerinde arıyor. Kendisi neyse tam tersini istiyor, bir giysiyi çıkarır gibi üzerinden tersini çıkarabilse hayatında her şey çözülecekmiş gibi hissediyor. Bazen itici, bazen sempatik genellikle öfkeli, usta yalancı, bir “deli”. Ona göre yalnızlık bile anlam kaybına uğramış. Herkesin yalnızlığı birbirine benziyor yalnızlık üzerine kurulan tüm cümleler klişeye çıkıyor. O da yalnız ama yalnızlığını “ben yalnızım” diye böğürenlerden değil kendi deyimiyle. Haklı Jaklin, her şeyin anlam kaybına uğratıldığı bir dünya durumu çünkü içerisinde yaşadığımız. Gerçekliğin yok olduğu duygular dâhil her şeyin hâttâ acıların bile “simülasyona” dönüştüğü bir varlık hâlini temsil ediyor bahsettiği insanlar. Onun anlatmaya çalıştığı; biziz, sen, ben veya o. Ve bu nedenle ona göre: “Gerçek adı altında olup biten ne varsa kanalizasyona karışsın diye o sifon bir an önce çekilmeli.”

İYİLİK GÖRÜNÜMLÜ KÖTÜLÜKLER

Jaklin bir barda çalışıyor, ev ve aile ile ilişkileri de pek “normal” değil tahmin edileceği gibi. Onun üçüncü adresi akıl hastanesi ancak o akıl hastanesinin disipline etme çabalarını boşa çıkaracak kadar zeki. Çünkü ona göre içindeki boşluk hastane hayatına karşılık “normal” kelimesi ile eşanlamlı. Onu normalleştirmeye bu nedenle hastanenin tedavi usulleri de yetersiz kalıyor. O kendi dünyasında absürt hayalleriyle mutlu. İyileşmek, normalleştirilmek ve biçimlenmek onun için ölüm olur. Herkesin iyiliğe odaklanıp, kendisini genelin iyisine göre konumladığı bir dünyada, Jaklin için kötülük bir erdem ki bana kalırsa Jaklin bu konuda da haklı. Dünyada sistemler, kurumlar ve onlara bağlı kendisi olamamış insanlar bize hep iyiliğimiz için varolduklarını söylüyorlar değil mi? Oysa yaptıkları Baudrillard’ın bakış açısıyla düşünürsek genellikle iyilik görünümlü kötülükler olarak çıkıyorlar karşımıza. Zengini daha zengin yapan ekonomik sistemler, bizi kendimizden “ben” olmaktan koparan biçimleyici kurumlar; okullar, akıl hastaneleri, medya ve daha pek çok şey. Belki de Jaklin gibi kötülüğü seçenler tarafında olmak gerekiyordu en başından. Belirlenmiş ve onaylanmış iyiliğin köleleri olmaktansa, kötü ve biçimsiz olmayı seçebilme cesaretini göstermek, sanırım bu karakterin bize anlatmaya çalıştığı da bu. Yani başkasının iyisi olmaktansa, kendiliğin kötüsü olabilmek.

Ece Erdoğuş’un kitap boyunca gönderme de bulunduğu bir durum da yazarlığa ve yazmaya dair. Bir kitapla kendisini dünyanın merkezine oturtan, sanki dünya dışından bir varlık statüsü kazanmış gibi üstten dilli ahkâmlar kesen, hikâyeleri klişelerin ötesine geçemeyen ancak kendisine göre eşi benzeri olmayan bir icat yapmışçasına böbürlenen yazarlar anlatılmaya çalışılan. Kitabın hikâyesi içerisinde satır aralarına gizlenmiş, eleştirel bir üslupla yazar bize bu konuda da fikirlerini sunmuş. Ve yarattığı bir diğer karakter olan Çetin ile bu durumu hikâyesi içerisine taşımış. Çetin de kendi adını taşımıyor mesela ama o yazarlığa uygun bir isim olsun diye kendini paralayarak değiştirmiş ismini. Bu konuda Jaklin’in tam tersi yani. Jaklin ne kadar kendisi olabilmek için kendi adını kullanmıyorsa, Çetin o kadar kendisini topluma mâl edebilmek için yeni bir isim arayışına girişiyor. Tanıdığı birinin jüride olması ile kazandığı ödülle, hiçbir şeyi beğenmeyen yukarıda bahsettiğimiz yazarlar kategorisine taşıyıveriyor kendisini. Kitap bu açılardan giriştiği sorgulamalarla da öne çıkıyor. Toplum için mi, kendin için mi? Sorusu sanırım bu hikâyenin alt metnin de tartışmaya açılmış bir diğer konu ve Jaklin ile Çetin karakterleri arasındaki fark bu sorulara cevap verecek nitelikte.

ZAMANA ÇENTİK ATAN HAYALLER

Kitap ana hikâye olarak Jaklin karakteri üzerinden ilerliyor olsa da hikâye içinde hikâyelere rastlamak mümkün. Bunlarda da “tuhaf” insan öyküleri çıkıyor karşımıza. Metnin bir diğer dikkat çekici yönü ise zamanın dümdüz ilerlememesi ve özellikle Jaklin’in hayal dünyası ile zamana çentikler atılması. Bu durum gerçeklikle hayalin iç içe girdiği bazen ayırt edilemediği bir anlatı sunuyor okura ki bu açıdan da “Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?” ilginç bir okuma deneyimi olarak değerlendirilebilir.

“Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz?” tuhaflıklara düşkün okurun ilgisini çekecek bir metin. Kitap, hayalli bir dünyada, her şeyin anlam kaybına uğradığı bir dönemde, “tuhaflığın” kötü olan algısına farklı bir bakış açısı arıyor. Ayrıca hep iyinin övgüye değer bulunduğu bir çağda kötü olmaya da sempati duyulabilir diyen, “tuhaflık”, “anormallik” gibi kavramları verili anlamının dışında değerlendirebilen, kendisini de belki bu kategorilerde var edebilen okuru kendinden bir şeyler bulabileceği bir hikâyenin içine sokuyor.