YAZARLAR

Kara... Kapkara mizah!

‘Kara mizah’ türü filmlerin sadece ‘heyecanlandırmak’ veya ‘korkutmak’ gibi tek bir hedefi olmadığı için durum biraz daha karmaşık ve kırılgan: Bu tür filmlerin hikâyesinin içine kattığı ‘hafifletici’ sebepler o kadar yanlış yorumlanabilir ve ‘kötü olana gülme’ durumu o kadar yanlış taraflara çekilebilir ki, ortaya çıkan yapım sadece ‘başarısız’ değil ahlaken ve vicdanen ‘sorumsuz’ bile olabilir. Dolayısıyla ‘kara mizah’ filmleri bu hassas dengeyi koruyabilmek için değişik yaklaşımlar taşır.

‘Kapanmaya’ devam ettiğimiz şu pandemi günlerinde, sinemamızın bazı önemli yönetmenleri son filmleriyle, özellikle Netflix kanalı üzerinden seyircilere ihmal edilmiş ve hatta biraz unutulmuş bir türü tekrar hatırlatmaya çalıştılar: Kara mizah… Belki bu özel tür, sinemamızda tamamen kaybolmamıştı ve ara sıra bu riskli göreve soyunan yapımlar görüyorduk. Ancak yine de bu, sinema salonlarında ve televizyon ekranlarında oldukça nadir rastlanan bir durumdu. Son haftalarda izleme olanağı bulduğumuz, Ezel Akay’ın "9 kere Leyla" ve Taylan Biraderler'in "Azizler" filmleri, sanki solmaya yüz tutmuş bir mizah tarzını tekrar diriltmeye çalışan gayretler gibi göründüler.

Bizdeki durumun aksine, batı sinema dünyası eskiden beri bu tür yapımları sundu ve özünü kaybetmeyen değişik biçimlerle çok başarılı yapımlar çıkardı. Sinemamızın bu yönden ‘geri kalmışlığını’ sadece ticari kaygı ve senaryo kısırlığı ile açıklamamız yeterli olmaz çünkü bizce bu ‘geride olmanın’, ‘eleştirel bakış açısı’ eksikliği, ‘trajik olanla gülünç olanın zıt görünen ama ayrılmaz’ sentezini yaratamama gibi birçok parametresi bulunuyor.

Sinemada neredeyse bütün türler, kendi içlerinde farklılıklar barındırır. Bunu, çekildikleri dönemlerdeki sosyal ve politik koşullar kadar hedefledikleri şeyi yaratmak için izledikleri farklı yollardan da anlıyoruz. Örneğin son 15-20 yıldır ‘bilim kurgu’ ve fantastik’ türdeki filmler (Marvel yapımlarını bir kenara koyarsak) hikâyelerini ‘distopik’ bir dünya üzerinde kuruyorlar. Bunun altında, günümüzde artan ekolojik kaygı ve doğaya karşı sorumluluğumuz kadar, özellikle batı toplumlarında zaten üst düzey olan ‘bireyciliğin’ dijital teknolojik buluşlarla daha da keskin ve sert hale gelmesi karşısında uyanan endişe gibi birçok sebep yatıyor. Aynı şekilde korku filmleri de 80’li yılların sonlarından başlayarak, hala ‘remake’ ve devamlarını gördüğümüz bazı yapımlarına ciddi bir ‘kan’ ve ‘gore’ öğesi katarak kendi içinde bir ‘slasher movie’ alt türü yarattılar.

Ancak ‘kara mizah’ türü filmlerin sadece ‘heyecanlandırmak’ veya ‘korkutmak’ gibi tek bir hedefi olmadığı için durum biraz daha karmaşık ve kırılgan: Bu tür filmlerin hikâyesinin içine kattığı ‘hafifletici’ sebepler o kadar yanlış yorumlanabilir ve ‘kötü olana gülme’ durumu o kadar yanlış taraflara çekilebilir ki, ortaya çıkan yapım sadece ‘başarısız’ değil ahlaken ve vicdanen ‘sorumsuz’ bile olabilir. Dolayısıyla ‘kara mizah’ filmleri bu hassas dengeyi koruyabilmek için değişik yaklaşımlar taşır. Bazıları hikâyesinde yer alan ‘trajik’ olayların üzerinde saplanmadan, bunu, ‘merkez konu’ gibi değil, filmdeki ‘anlatımın’ bir öğesi gibi kullanırlar. Bazıları karakterleri ve düştükleri durumları ‘gerçeküstü’ sayılabilecek seviyelere koyarak, seyircilerin filme ‘eleştirel’ bir bakış atmasını sağlar. Bazıları ise bütün vicdani ve ahlaki sorgulamalara sırt çeviriyormuş gibi durarak ‘kötü olana (acı) gülme’ olayı üzerine oynar ve sarkastik olduğu kadar ‘nihilist’ bir mizah yaratır.

‘Kara mizah’ türü filmler bu kadar farklılıklar gösterirken, yapabileceğimiz liste o kadar eskilere gidebiliyor ve genişleyebiliyor ki mecburen seçtiğimiz yapımlar sadece değindiğimiz her ‘alt türü’ temsil eden ve hafızalarımızda daha ‘taze durdukları için göreceli olarak (genelde) daha ‘yeni’ filmler…

PİNK FLAMİNGOS (1972)

Aradan epey bir zaman geçmesine rağmen, aykırı yönetmen John Waters’ın bu ‘kült’ filmi, 'nihilist kara mizah'ın zirvelerinden biridir. Hikâyesini birbirinden abartılı ve garip karakterlerle doluşturan Waters, pis hatta ‘tiksindirici’ sayılabilecek olayların bile ne kadar ‘acı’ derece gülünç olduğunu gösterir. Filmde ensest, tecavüz, cinsel teşhir, dışkı yeme hatta yamyamlık gibi ‘iç kaldırıcı olayların’ onlar kadar ‘sapkın’ karakterler tarafından yapılması ve hikâyede hiçbir ‘normal’ kişi bulunmaması, senaryoya kendi içinde bir ‘tutarlılık’ sağlar. Kuşkusuz "Pink Flamingos" özellikle bazı sekansları açısından tahammülü zor ve izleyiciye uzak durabilir ama gayret edip filmin evrenini kabul ettiğimizde alttan alta kendini gösteren ‘acımasız’ bir mizah duygusu hissederiz. Waters, bu tutumunu aşağı yukarı her filminde gösterir ve epey bir zaman sonra çektiği ve bizde de gösterilen "Serial Mom" (1994) onun bu açıdan en ‘soft’ ama özünü kaybetmeyen filmlerinden biridir.

MURDER BY DEATH (1976)

Daha önce Blake Edwards imzalı "The Party" ve ünlü "Pembe Panter" serisinde, inanılmaz ‘komik olma’ kapasitesini kanıtlamış olan usta oyuncu Peter Sellers, 1976 yılında bu ‘aykırı’ polisiye filmde oynadı. Neredeyse tanınmaz bir makyajla Çinli Sidney Wang’ı canlandıran Sellers’a bu filmde dönemin birçok ünlü ismi eşlik ediyordu. Esrarengiz bir milyonerin, birbirinden bağımsız görünen birkaç kişiyi malikanesine davet etmesi ve sonrasında işlenen bir cinayetle devam eden film, hikâyesiyle klasik bir ‘katil kim’ senaryosuna dönüşebilecekken, türün bütün bilindik şablonlarını ‘ters yüz’ ederek heyecanlı olduğu kadar eğlenceli de olan bir olaylar örgüsü sundu. Sadece polisiye filmlerin bir parodisi olmanın üstüne çıkan film, büyük oyuncularının da yardımıyla ‘sarkastik’ esprilerini hikâyesine ustaca yediriyor, seyircileri güldürdüğü kadar filmin polisiye yanına da inanılmaz bir dinamizm katan bir ‘kara mizah’ örneği sunuyordu.

C’EST ARRİVE PRES DE CHEZ VOUS (KÖPEĞİNİ ISIRAN ADAM) (1992)

"C’est arrivé pres de chez vous!"(doğru çevirisiyle ‘Olay Sizin Yakınınızda Geçti’), 1992 yılında Cannes Film Festivali'nde bir ‘soğuk duş’ etkisi yaratan ve yine de birçok ödülle dönen bir Belçika filmiydi. Filmin yönetmen ve senaristlerinden biri ve başrol oyuncusu olan Benoit Poelvoorde, filmindeki 35 mm kamera ve siyah beyaz çekme formatıyla adeta bir ‘sahte’ belgesel sundu. Normal görünen orta yaşlı bir adam, kendisine eşlik eden bir kamera ekibiyle ‘orta sınıfa’ ait veya yalnız yaşayan yaşlı insanları, evlerinde ve dışarıda gaddarca öldürüyordu. Ancak bu adam, cinayetlerinden arta kalan zamanında (!) kamera önünde sürekli konuşuyor ve bir ‘sokak ağzıyla’ fikirlerini açıklıyordu. Aslında ciddi bir ‘sistemin içindeki orta sınıf’ ve medya eleştirisi taşıyan bu konuşmalar giderek adamı çeken kamera grubunu da onun ‘ortağı’ haline getiriyor hatta sonrasında onun yaptığı bir tecavüze (!) katılmalarını sağlıyordu. ‘Bir seri katilin günlüğü’ görünümü altında çok daha derinlere giden bu yapım, birçok tartışmalı film gibi seyircileri ve eleştirmenleri tam anlamıyla ikiye böldü. Filmden nefret edenlerin de hayran kalanların da kendilerince haklı nedenleri vardı ama kesin olan ‘C’est arrive pres de chez vous'), bu kadar sene sonra bile aklımızdan çıkmayan sarkastik bir ‘kara mizah’ örneğiydi.

THE CLİNK OF İCE (LE BRUİT DES GLAÇONS)/ 2010

Fransa’daki ününü özellikle "The Artist" filmiyle uluslararası sahaya taşıyan Fransız oyuncu Jean Dujardin kariyerinin birçok noktasında ‘kara mizah’ sayabileceğimiz filmlerde yer aldı. Daha önce 2007 yılında rol aldığı "99 francs" filmi, reklam dünyasının kulislerini, çalışanların yaşadığı zihinsel baskıları ve mantık sınırlarını zorlayan yaşam tarzlarını mercek altına alıyordu.

Jean Dujardin, bu filmden birkaç sene sonra daha değişik bir tarzda mizah taşıyan, büyük yönetmen Bertrand Blier’nin "Le bruit des glaçons" yapımında rol aldı. İlk bakışta, filmin başkarakteri kariyeri düşüşte, alkolik olmuş, hizmetçisiyle bir villada yaşayan bir yazarı konu alıyordu. Üstelik sonrasında bu yazarın kanser olduğunu öğreniyorduk. Dolayısıyla böyle bir karakterle nasıl bir mizah yaratabileceğini pek kestiremediğimiz senaryo, ‘kanseri’ temsil eden (!) Albert Dupontel’in gelişiyle başka bir boyuta geçiyordu. Sadece Dujardin’in görebildiği bu ‘gerçeküstü’ karakter, sık sık yazarla takışıyor, kavga ediyor, kariyeri ve hayatı inişte olan yazarın kendini sorgulamasını sağlıyordu. Bu ‘ikilinin’ sekansları çok hoş bir ‘sürreel’ hava estiriyor ve ‘ölüm’ olayıyla en samimi ve direkt bir şekilde yüzleşmemizi gösteriyordu. "Le Bruit des glaçons", hüzünlü ama yine de gülümseten çok parlak bir ‘kara komediydi!’

BURN AFTER READİNG /2006

Aslında Coen Kardeşler'in ’kara mizah’ olarak bir filmini öne çıkarmak biraz haksızlık gibi durabilir çünkü yönetmen kardeşler kendilerine ait ince mizah dozunu neredeyse bütün filmlerine yerleştirdiler. Coen’ler ister bir yazarın yaratma süreci gibi derin, isterse de ‘üçüncü sayfa’ haberi kıvamında ‘light’ görünen bir konu olsun, filmlerine ölçüsüz (veya o hale gelen) karakterler, ‘ters tepen’ planlar ve şaşırtıcı final çözümlenmeler koymayı ihmal etmediler. Her ne kadar ‘kahkaha katsayısı’ açısından bakarsak, yönetmenlerin "The Big Lebowski" ilk sırada görünse de "Burn After Reading" de çok ayrı ve ironik bir yolla hedefine ulaşıyordu. Alkol sorunu yüzünden zorunlu olarak emekli edilmiş bir CIA ajanının, devlet sırlarını bulunduran ‘CD rom’u kazara spor salonunda çalışan iki spor hocasının eline geçiyordu. Bu ikili para koparmak için bu ajana şantaj yapıyorlardı. George Clooney’i ‘tikleriyle’ dengesizliğini saklamaya çalışan bir adam, Brad Pitt’i bir ‘süzme aptal’, Frances McDormand’ı ise ‘estetik ameliyat’ meraklısı bir kadın gibi sunan yapım, oldukça eğlendiren ‘mizah’ dozu yanında, aynı zamanda Amerika’nın gizli servisinin ve daha genel olarak Amerika bürokrasinin ‘acizliğini’ gözler önüne seriyordu. Sonuç olarak "Burn After Reading" bir ‘casusluk’ komedisi görüntüsü altında bir Amerika derin devlet parodisini yaratan ‘zeki’ bir mizah filmiydi.

Kuşkusuz bu listeyi genişletmek istersek, örnekler uzar gider… Eski defterleri karıştırmamız gerekirse usta yönetmen Frank Capra’nın filmlerinden Mel Brooks’ın çıkardığı yapımlara kadar birçok isim sayabiliriz. Hatta Woody Allen, Quentin Tarantino ve Coen Kardeşler'in birçok filmi de bu türün içine girebilir. Ancak dediğimiz gibi seçtiğimiz yapımlar aklımıza ilk gelen ‘parlak’ örnekler… Parlak ve aykırı örnekler…


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .