YAZARLAR

Kaldırımdan silüete, çizginin hükmü yok

Türkiye’de başta İstanbul ve Ankara olmak üzere önemli kentlerin silüetleri çok kısa bir sürede hızla değişti. Her yeri sermayenin güç gösterisi olan, rant uğruna toprağı, kenti ve aslında yaşamlarımızı yağmalayan gökdelenler sardı. Artık ufka baktığımızda hayallerimiz bu gökdelenler ile sınırlanıyor. Anlıyoruz ki neo-liberal dünyanın acımasız, insan yaşamlarını sömüren zihniyeti bedenlerimizi ve düşüncelerimizi ele geçirmiş.

Amsterdam’a ilk gittiğimde -sonrasında aile bağları nedeni ile defalarca gittim- şaşkına dönmüştüm. Kentin merkezi Dam Meydanı’ndayım. İnanılmaz bir insan seli, hızla geçen bisikletliler, araç trafiği ve tramvay. Tüm bu yollar sadece çizgiler ve hafif renk farkları ile ayrılmış, her yerden bir şeyler geliyor, kafam karışmış ve nerede duracağımı bilemiyordum.

İkinci bir anı: Bisikletle dolaşıyorum, yol bir şekilde beni iki aracın arasına soktu. Işıklarda beklemekteyim. Bir yanımda koca bir tır, dehşete düştüm. Bisikletliler için ışık yandı, tırın önünden sola dönüp yoluma devam edeceğim ama korkudan donup kaldım. Işığın benim için olduğuna, her taraftan gelecek araçların beni bekleyeceğine bir türlü ikna olamıyorum. Tır şoförünün el kol işaretleri, arkadaki bisikletlilerin zil ile teşvikleri sayesinde en sonunda pedala basabildim.

Şaşkınlığım, korkum boş yere değil. Alışmamışım. Bizde çizgi sadece çizgidir, bir şey tarif etmez, hükmü yoktur. Bu nedenle kaldırımlar yüksek, zorla inilen çıkılan basamaklar. Buna rağmen yine de rahat rahat yürüyemezsiniz. Bir otomobil hiç aldırmadan kaldırıma park etmiş, sizi ancak bir insanın zorla geçebileceği bir aralık bırakmış olabilir. Bize normal gelir, kimse aldırmaz, en fazla söylenerek geçeriz. Zaten araç sahibi iseniz, muhtemelen yeri gelince siz de yapıyorsunuzdur.

Hatırlayın, İstanbul’da metrobüs yolu ilk yapılırken, bir türlü bitmemiş, artan trafik keşmekeşinden herkes bıkmıştı. Belediye, araç ile otobüs yolunu ayıran bariyerlerin yapımın süreyi uzattığını söylemiş ve keşke buna gerek olmasa demişlerdi. Hem para hem zaman kaybı ama herkes biliyordu o bariyerler olmasa ne olacağını.

Tüm bunları bırakın, karşıdan karşıya geçerken bile, yeşil ışık yandığında araçların durduğundan emin olmalı, göz ucuyla kontrol etmeli. Ne de olsa çizgi kadar ışığın da pek hükmü yok, her an sarı ile yeşil arasındaki o kısacık anda biri gaza basabilir.

Bugünlerde bir de kentleri yayalaştırma, bisiklet yolları yapma modası var. Moda diyorum çünkü bisiklet yolları ya gezinti amaçlı ya da trafikte süreklilikleri yok. Bir anda kendinizi araç cümbüşünün içinde, tehlikeli bir pozisyonda bulabilirsiniz. Bisiklet yollarının ek şerit ya da park yeri sayılması konusuna ise girmiyorum bile.

Şimdi ise gözlerimi yerden kaldırıp gökyüzüne, yaşadığımız kentlerin siluetine bakalım, sadece nasıl değil, nerede yaşadığımızı anlayabilmek için.

Her kentin kendine özgü bir silüeti vardır. Bu silüet kentin ufuk çizgisini oluşturur. Geçmişten bugüne yavaş yavaş oluşmuştur, kente bir kimlik katar, kentte yaşayanlara nerede yaşadıklarını hatırlatır ve böylelikle silüet toplumsal hafızanın bir parçası olur.

Örneğin İstanbul önce Doğu Roma sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti oldu. Coğrafyası, topoğrafyası ise eşsiz, kentin ortasından bir boğaz geçmekte. Herhalde İstanbul denilince ilk akla gelen bunlardır. Yine aynı şekilde Ankara’yı düşünelim. Cumhuriyet’e kadar Anadolu’nun önemsiz bir kasabası idi. Cumhuriyet’in ilanı ile birden kaderi değişti, başkenti oldu. Böylesine önemli bir kırılmanın kurucusu Atatürk’ün yattığı ve kentin en önemli tepelerinden birine inşa edilen Anıtkabir, Ankara’nın silüetinin önemli bir parçası. Bize cumhuriyeti, tarihimizi, nereden nereye geldiğimizi hatırlatıyor.

Kuşkusuz kentlerin silüetleri sabit değildir. Zaman içinde yavaş yavaş, evrilerek değişirler. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Ama kent silüetinin kıymetini bilmeli, özen gösterilmeli, kim olduğumuzu unutmamak, nerede yaşadığımızı bilmek için.

Oysa Türkiye’de başta İstanbul ve Ankara olmak üzere önemli kentlerin silüetleri çok kısa bir sürede hızla değişti. Her yeri sermayenin güç gösterisi olan, rant uğruna toprağı, kenti ve aslında yaşamlarımızı yağmalayan gökdelenler sardı. Artık ufka baktığımızda hayallerimiz bu gökdelenler ile sınırlanıyor. Anlıyoruz ki neo-liberal dünyanın acımasız, insan yaşamlarını sömüren zihniyeti bedenlerimizi ve düşüncelerimizi ele geçirmiş. Onlar karşısında küçülüyor, eziliyoruz.

Fotoğraf: Habertürk

Aşağıdaki grafikte modernleşmenin, yani bugün yaşadığımız dünyanın başlangıcı olan Avrupa kentleri ile İstanbul’daki 150 metrenin üstündeki gökdelenlerin sayısı var. Sanayileşmenin başladığı, modern dünyanın tüm sarsıntılarını ilk göğüsleyen Londra’da 27 gökdelen var. Paris’te 18, Frankfurt’ta ise 14. İstanbul’da bu sayı birden 45’e çıkıyor. Berlin ve Amsterdam’da ise böylesine devasa gökdelenler hiç yok.

Kaynak: @xruiztru

Medeniyeti gökdelen sanınca ve üretilen tek değer inşaat olunca, yani parayı toprağa gömünce maalesef durum bu oluyor.

Hadi yazıyı son bir Amsterdam deneyimi ile bitireyim. Trafik ışıklarının olmadığı ara yollarda, ayağımı yola attığım an araçlar duruveriyor. Tuhaf bir sessizlik anı, öyle korna falan çalmak yok, şoför sabırla bekliyor geçmemi, ne kadar şaşırmış, duraksamış olsam da. En sonunda geçiyorum, minnetle selam vererek. Herhalde o da en az benim kadar şaşırıyordur yüzümdeki minnettar ifade karşısında.

 
 

Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.