Analık hukuku ve Muş-Tatvan yolunda devlete inanmak

İnsanlığı barbarlıktan on bin yıl önce kurtaran analık hukuku, Gebze Hapishanesi önünde sırtından itilirken “modern” barbarlığa karşı hâlâ aynı “ilkel” savaşı veriyor! Keşke bu ilkel çağrıya kulak verebilsek!

Google Haberlere Abone ol

Eylül Deniz Yaşar*

güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan

dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar

Turgut Uyar

Analık kültü, yaradılış destanından bu yana çeşitli inanış mitolojilerinden tutun da modern antropolojik araştırmalara kadar insanlık tarihine dair ortaya konan en temel motiflerden biridir. Bin yıllar öncesinde duvarlara, taşlara, parşömenlere kazına yazıla, masallarla, ninnilerle, kelamlarla dilden dile yayıla yayıla bugünlere gelerek bizi artık hiç ulaşamayacağımız zamanların hikâyelerine taşıyan mitolojilerdeki her sembol gibi analık simgesi ve analıkla özdeşleştirilen değerler bütünü, insan olmaya ve insan ilişkilerinin düzenlenmesine dair taşıdığı varoluşsal anlamla, resmi yasaları, resmi yasakları ve resmi coplarıyla “resmi” tarihin taşıdığından çok daha engin ve derin bir bilgeliğin sırrını taşır.

Analıkla özdeşleştirilen etik yasalar, henüz göklerden indirilmiş kitapları ve onlara elçilik edecek peygamberleri olmadan tanrılarını yaratan kadim inanışlardan günümüze binbir çeşit destansı anlatı ile taşınagelmiş kutsal normlardır. Evrensel bir adalet anlayışının idraki ve tahayyülü, insanlığı bir ortak mazide ve bir ortak yazgıda birleştiren analık töresince mümkün olabilmiştir. Analık töresinin kökenleri öyle eskiye uzanmaktadır ki henüz yazılı hukukun icat edilmediği kadim zamanlarda, ilk insan topluluklarının bir arada yaşayabilmelerine ve topluluklar halinde kendilerini var etmelerine olanak sağlayarak bugün yeryüzü sahnesindeki insan varlığını borçlu olduğumuz hukukun da ta kendisidir. Bu hukuk aşağılanırsa eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar.

İnsanlığın ortak bir adalet idesine ulaşmasında analık hukukunun rolü temel, zaruri ve hayati önemini, Sümer yaradılış destanından bu yana kaybetmemiştir. Sınıflı ve ataerkil toplum modeli ve onunla birlikte ortaya çıkan her türlü toplumsal kurum ve yapıdan çok önce varlığını sürdüren analık töresi, yıkılmaya yazgılı sınıflı toplum sonrasında da insanlığı kucaklamaya yetecek evrensel adalet ilkelerinin kurucu öğesi olarak tarih sahnesine yeniden çıkacak biricik hukuk olasılığı, umudu ve çaresidir. Bu umut ne zaman kırılmaya kalksa padişahlar ve muşlar kanar, darülbedayiler kanar.

Bizim ait olduğumuz zamanın tarihsel çizelgede tam simetriği olan zamanlarda, yani İsa’nın doğumundan önce 2000’lerde Havva anadan da önce yaratılan bir “ilk kadın” tasvir edilmiştir; bu Lilith’dir. Kabala metinlerinden, Gılgamış destanına, Talmud’dan Tevrat’a kadar süregelen kadının yaratılışı efsanesinin Havva’dan önceki bu ilk temsili, ataerkil kültüre geçişle birlikte, kadının tarih sahnesinde değersizleştirilmesine paralel bir şekilde dinsel mitolojilerde giderek şeytan-yılan gibi kötücül simgelerle özdeşleştirilmeye başlamıştır. Oysaki sonradan yüklenen pejoratif anlamlarından öncesinde Mezopatamya uygarlıklarında asıl köklerini bulan Lilith, Sümer ve Babil mitolojilerinde, yani efsanelerin asıl kaynağına göre insanlığın ilk “tanrıça” figürlerinden olarak karşımıza güçlü ve özne kadın figürünün temsili olarak çıkar.

.

Bu temsilin devamı olarak, Hıristiyanlığın ve İslamın hadislerini de içine alan kanonik metinlerinde ortak bir özellik analık mefhumuna ve annelere yönelik referanslarla sık karşılaşılmasıdır. Hem İsa hem Muhammed peygamberlerin çocuklarını doğuran “ana” figürleri olarak Magdelalı Meryem “Aziz” ve Hatice “Hazreti” ilan edilerek her iki dinde de ana figürlerine özel saygı gösterilmesine dair çok sayıda anlatı bulunmaktadır. Metin ve anlatı düzeyinde bile olsa anneliğe verilen bu referanslar, insanoğlunun semavi dinlerin çok öncesindeki anaerkil topluluklarda tüm sosyal ilişkileri düzenleyen analık hukukunun, toplulukların tüm üyelerinde yarattığı saygının bir devamı olarak dinler mitolojisindeki yerini korumuş olduğuna işaret etmektedir.

Analık hukukuna dair antropolojik veriler, anne olmanın toplumda uyandırdığı saygının genetik-tarihsel köklerini besleyen toplumsal zemini açığa çıkarmaktadır. Sosyo-politik ve mitolojik anlamı dışında “annelik” biyolojik boyutu ile de evrimin, dolayısıyla doğurganlığın ve içgüdülerin araştırılmasında ilgi çekici konuların başında gelmiştir. Bu sadece insan toplulukları ile sınırlı olmayıp, hayvan topluluklarında da anne ile yavru arasındaki ilişkiler özel konumunu korumakta ve bu özel konum “ananın yavruları koruma ve doyurma görevini tamamlamasından çok sonraya dek korunduğu”na dair bulgular ile de desteklenmektedir. Erkeklerin, yavru bakımında adapte olduğu birkaç tür dışında bütün türlerde ve özellikle yavrunun doğumundan belli bir süre sonrasına kadar sadece anne sütüyle beslendiği memelilerde, yalnızca dişilerin yavrularını beslediği ve koruduğu doğada gözlemlenen diğer bir fenomen olmuştur. Bu fenomen, ataerkil toplumlarca istismar edilen bir tabuya dönüşmeden önceki haliyle, tür-insan olarak, insanın kendisine ve doğaya yabancılaşmadığı ilk insan topluluklarında kelimenin en saf haliyle bir “kutsiyet” olarak kadının ezilmesinin değil, gücünün; aşağılanmasının değil, yüceltilmesinin kaynağı olarak değer görmüş ve kutlanmıştır.

Tarih-öncesi dediğimiz çağlarda, yani o sınıfsız, o mülksüz, o avcı-toplayıcı ana babalarımızın çağlarında kadınların çok yüksek bir toplumsal konum ve görülmedik yetkeyle donandıkları bir anaerkillik çağının yaşandığı önermesini ortaya atan Josef Bachofen bu toplumların yönetimine kaynaklık eden yasayı kitabının başlığında ortaya koymuştu: “Analık Hukuku” (Das Mutterrecht!) Erkek-egemen antropolojik anlayışa karşı dişi cinsin doğada temel cins olduğunu gösteren ilk antropolojik araştırma sonuçları ile birlikte tarihte kadının ve analık durumunun ilk insan topluluklarında yaşamı düzenlemeye dair kurucu rolüne dair ilk somut dayanaklar da analık hukukunun temelleri olarak görünür olmuştur. Anaerkil klan toplulukları üzerine önemli çalışmalar imza atan Evely Reed de avcı-toplayıcı bu toplumlarda iş bölümünde kadının oynadığı rolün erkekten hiç de az olmadığını ortaya koyarken ilkel “babalarımızın”, ilkel “annelerimize” egemen olmak ve onları aşağılamak bir yana, analık hukukunun doğal bir sonucu olarak topluluktaki dişilere büyük saygı duyduğunun altını çizer.

İlk insan toplulukları bu analık hukukunun yarattığı örgütlenme ve iletişim modelleri sonucunda çatışmacı değil ortaklaşmacı toplumlar kurmayı başardılar. Analık hukuku yaşam içgüdülerinin belirlediği hayvan rekabetçiliğinin önüne geçerek insanlığın ilk “bir arada yaşam” olgusunu açığa çıkardı. Çıplak doğanın içinde çıplak insan, analık hukuku sayesinde onu insanlaştıran “tabularla”, diğerine keyfi zarar vermesini engelleyen ilk “yasaklarla” tanıştı. Anaların belirlediği yasalar olarak bu tabular tamamen yaşamın devamını gözettiği için, ölümü değil yaşamı gözetti bu hukuk. Modern zamanların hukukunun tersine! İnsanlığı yamyamlıktan, kelimenin gerçek anlamıyla “birbirini yemekten kurtardı örneğin. Babaların çocukları yemesini yasaklayan aynı analık hukuku birlikte avlanıp, herkesin avını toplulukla, tüm topluluğun yaşamını gözeterek bölüşmesini sağladı. Çünkü her ana, topluluktaki her çocuğun da annesi gibi kararlar alıyor, herkesin karnının doyması konusunda en adil kararı veren annelerin hukuku aynı zamanda adil bölüştüren hukuk oluyordu işte. Karın doyuran hukuktu bu. Şimdi aç bırakan hukukun tersine…

İlk ara bulucu ve barış sağlayıcılar analardı. Tarihte barışın ve bir arada yaşamanın sınıfsız toplumdaki mimarı olarak bu onur her zaman analarda kalacak. Analar kendi evlatlarına duydukları o anlaşılmaz, o efsunlu bağ ile bin yıllardır bütün toplumun evlatlarına, bütün çağların evlatlarına bağlanmışlar sanki. Mitolojinin de, antropolojinin de, dinlerin de, bilimlerin de insanlığa gösterdiği yol, evrensel adaletin yolu anaların hukukundan geçiyor. Bu yüzden kadim anlatılarla bezenerek tarihin beşiği Mezopotamya’nın gürül gürül akan kültürü içinde bir değil bin iktidar, analara karşı bir değil bin yazılı yasa koysa da hepsi analık töresinin o antik, o ilkel, o mitolojik hükmü karşısında aciz. İnsanlığı barbarlıktan on bin yıl önce kurtaran analık hukuku, Gebze Hapishanesi önünde sırtından itilirken “modern” barbarlığa karşı hâlâ aynı “ilkel” savaşı veriyor! Keşke bu ilkel çağrıya kulak verebilsek! Çünkü bu ilkelliğin, insanı topluma bağlayan sözlü hukuk ve adetlerin, insanın yeryüzünde barınmasını sağlayan yaşam yanlısı tabuların insan töresinin özü olduğunu unutur da günümüz insan ilişkilerinin düzenlenmesini sade modern hukuka, yazılı yasaya, kanun hükmünde kararnamelere indirgersek, toplantıları, gösterileri, yürüyüşleri, oturuşları ya da kalkışları yasaklayan bir devletin “yasaları” gereği kendisine verilen “yetki” ve “emri” sonuna kadar kullanmakta, üstelik bireysel öfke ve hıncını da an aynı yazılı yasanın ardına saklayıp saldırmakta beis görmeyen barbarlarına karşı alacağımız on bin yıllık insan olma tavrının üzerine gölge düşer, portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar.

*Video aktivist