YAZARLAR

İtalya’daki seçimler ve küresel 'interregnum'

İtalya’daki seçimleri de faşizmin kalıcı ve mutlak bir zaferi olarak görme eğilimine ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Zira esasında bir zenginler koalisyonu olan Meloni, Salvini ve Berlusconi'den oluşacak müstakbel sağ koalisyon iktidarının yaldızları önemli bir kısmı sandığa gitmeyen ve hayatları gittikçe zorlaşan İtalyan emekçilerinin ve yoksullarının talepleri karşısında kısa sürede dökülebilir.

11 Eylül’de İsveç’te yapılan genel seçimlerin bu ülke açısından en önemli sonucu neo-nazi köklere sahip olmakla bilinen Jimmie Akesson liderliğindeki “İsveç’in Demokratları Partisi” (SD)’nin oyların yüzde 20.6’sını alarak ikinci parti konumuna yükselmesiydi. Bu seçim sonuçlarıyla İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin 2014’ten beri koalisyonlar halinde sürdürdüğü iktidarı son buldu. SD önümüzdeki günlerde yeni koalisyon hükümetini oluşturması beklenen sağ bloğun en güçlü partisi haline geldi. 

Geçtiğimiz Pazar (25 Eylül) İtalya’da yapılan genel seçimlerden ise, Giorgia Meloni’nin liderliğini yaptığı “İtalya’nın Kardeşleri” Partisi beklenildiği gibi birinci olarak çıktı. Bundan belki 3 sene önce görece küçük ve marjinal bir partinin önderi konumundaki Meloni, önümüzdeki aylarda İtalya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan beri gördüğü en “sağcı” koalisyon hükümetinin lideri, bir başbakan olarak sahne alacak.

MELONİ VE FAŞİZM

Her iki sonuç da “sağ popülizm”, “faşizmin yükselişi” ve “göçmen karşıtlığına” ilişkin halihazırda oldukça güncel olan tartışmaları daha da alevlendirecek. Özellikle İtalya’daki seçimlerin ardından bu tartışmaların yapılması son derece olağan ve gerekli; zira AB’nin üçüncü büyük ekonomisi olarak anılan bir ülkede Mussolini faşizmini sitayişle anan bir lidere sahip partinin iktidara yürüyor olması başlı başına incelenmesi ve anlaşılması gereken bir olay.

Meloni, yaygın göçmen karşıtı histeriyi Mussolini faşizminin çekirdeğinde yer alan ideolojik öğelerle bütünleştirmeye çalışan “doktriner” bir sağcı. “Tanrı, vatan, aile” sloganı etrafında yürüttüğü kampanya ittifak içerisinde “İtalyan milletinin” tutkalı olarak gördüğü Katolik Kilisesi’ni ve Avrupa medeniyetinin kökleri addettiği Judeo-Hristiyan kimliğini “dokunulmaz” sayıyor.  Milletin bütünlüğünün karşısına bir düşman olarak enternasyonalist solcuları; milletin temeli saydığı ailenin kutsiyetinin karşısına da yine bir düşman olarak feminizm ve LGBT-İ hareketini yerleştiriyor. Bu yönüyle de kendisinden iki hafta önce İsveç’te seçimden başarıyla çıkan SD’den farklı olduğu söylenebilir.  

KÜRESEL FETRET DÖNEMİNDE FAŞİST HAREKETLER

Peki, önce İsveç, sonra da İtalya’daki seçim sonuçlarına bakarak küresel düzeyde bir faşist yükselişin ya da “sağa kayışın” varlığından bahsedebilir miyiz? Böyle bir yorum öncelikle “olgusal” olarak sorgulanmayı hak ediyor: Bugün dünyanın bazı ülkelerinde neo-faşist partiler/hareketler yükseliyorken, başka bir yerde, örneğin Brezilya’da İşçi Partisi, Lula’nın güçlü geri dönüşü sayesinde gerici Bolsanoro’dan iktidarı devralmaya hazırlanıyor. Şili’de sosyalistler, her ne kadar reddedilmiş olsa da sosyalizan bir anayasayı halk oylamasına sunacak kadar güç kazanabiliyor. İran’da kadınlar büyük bir cesaret ve kararlılıkla Molla rejimini kalbinden sarsabiliyor. Yani dünyanın bugünkü görüntüsü sağa ya da sola doğru tekil bir siyasal ve ideolojik yönelimle karakterize olamayacak derecede karmaşık ve kaotik bir görüntü arz ediyor. Bu görüntüden yola çıkarak dünyanın önlenemez bir faşizme ya da sağa kayış sürecinden ziyade, faşizmin de içerisinde kendisine güçlü bir yer bulabildiği bir küresel “interregnum” (fetret dönemi, geçiş çağı) döneminde olduğuna dair belirlemeler akla daha yatkın gözüküyor. Gramsci’nin çok bilinen tabiriyle “eskinin ölmekte olduğu ve yeninin doğmak için mücadele ettiği” bir interregnum dönemi.

Bugünkü küresel interregnum (fetret) dönemi kendisini büyük bir ideolojik boşluğun varlığıyla gösteriyor. Bugün kendi siyasal/iktisadi gücünü ve hedeflerini küresel ölçekte etkili bir normlar ve değerler silsilesi etrafında sunma kapasitesine sahip ideolojik ve politik merkezler ya yok ya da etkisiz. Soğuk Savaş döneminde dünya bugünkünden daha “barışçıl” ve istikrarlı bir yer değildi; fakat tüm insanlığa farklı ideolojik çerçevelerden “barış ve özgürlük” vaat eden, belirli küresel değerleri etkili olduğu coğrafyalara yayarak bunlar üzerinden ulusal ölçekteki politik özneleri “disipline” eden ABD, SSCB ve sonrasında Çin gibi birbirleriyle çatışma halindeki ideolojik/politik merkezler vardı. Bu küresel ideolojik/politik güç mücadelesi ulusal ve bölgesel ölçekte ortaya çıkan herhangi bir halk hareketinin, çatışmanın veya müdahalenin ana hatlarını belirleyebiliyor ve ona yön çizebiliyordu. Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından bu ideolojik/politik merkezin ABD hegemonyasının tesisiyle “tekleştiği” kısa bir dönem yaşandı. Bugün ise dünyaya yaklaşık 30 senedir rakipsiz bir şekilde hükmeden kapitalizmin derinleştirdiği ekolojik yıkım, yoksulluk ve yerinden edilme gibi sorunların kapitalizm içerisinde bırakın çözülmesini hafifletilebilmesinin bile mümkün olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu konularda güya iddia sahibi “anaakım” siyasal aktörlerin (merkez siyasetin) ve onun temsil etmeye çalıştığı liberalizmin çuvallayarak itibarını yitirdiği bir dönem bu.

Bugün dünyaya yeni bir “pax-Americana” vaat edebilen bir küresel ideolojik merkez olarak ABD’den bahsedemiyoruz, çünkü böyle bir merkez bırakın dünyada ABD’nin kendi içerisinde bile oluşamıyor. ABD, Ukrayna savaşı sürecinde Rusya karşıtlığı üzerinden AB ülkelerini kendi liderliğinde bir “Atlantikçi” blok içerisinde yeniden tahkim etme hedefine ulaşıyor gibi gözükebilir; ama buna, toplumları emperyalizmin siyasal hedeflerine uygun bir şekilde hizalayacak yeni bir küresel ideolojik merkezin inşası eşlik edemiyor. Zira, “Rus tehdidinin” püskürtülmesi dışında bu bloğun insanların yaşadığı belirsizlik ve güvencesizliğe yönelik olarak sunabileceği herhangi bir şey bulunmuyor. Modern zamanların en iddialı “liberal-demokratik” küresel projesi olan AB bırakın çevresini bir ideolojik merkez olarak yönlendirmeyi, kendi bünyesindeki ülkelerde ortaya çıkan “dağıtıcı” eğilimleri zaptedemiyor. Ukrayna işgalini hem kendi halkına hem de dünyaya arkaik bir Rus milliyetçisi jargonla haklılaştırmaya çalışan Rusya’nın da bu ideolojik boşluğu doldurma şansı yok; bu ülkenin Çin, İran ve diğer ülkelerle oluşturduğu pragmatik ve kırılgan yakınlıktan bir karşıt ideolojik güç merkezinin çıkması yapısal olarak imkânsız.

Bugün faşizmi “evrenselci” değerler üzerinden mahkûm etmeye çalışan metropol kapitalist ülkelerdeki merkez liberal-demokrat partilerin ve kurumların toplum karşısında bir inandırıcılığı kalmamış durumda. Onların uzun bir dönem hâkim oldukları merkeze bugün kendilerine referansla “marjinal” addedilen neo-nazi akımlar yerleşiyor. Sosyalizmin de uluslararası bir güç olarak kendisini kuramadığı böylesine dağınık bir ortamda kapitalizmin yarattığı güvencesizlik ve belirsizlik karşısında siyaseten güçten düştüğünü hisseden insanların “yerleşik düzene” söylemsel olarak rest çeken bir faşist radikalizmin çekimine kapılmalarında şaşılacak bir şey yok. Bu açıdan faşizan hareket ve örgütlenmelerin güç kazanmasını bu küresel fetret devrinin (intteregnum) alametlerinden biri olarak görebiliriz.

FAŞİZMİN ÖNLENEBİLİR YÜKSELİŞİ

Bu dağınıklığın bugün faşizme açtığı geniş alan konusunda kaygılar sonuna kadar haklı olsa da faşizmde sabitlenmeye yazgılı olduğunu düşünmek için ise çok erken. Bugün dünyanın farklı yerlerinde siyasal başarı elde etmiş ve iktidar deneyimi yaşayan faşizan hareket ve partiler kitlelerin öfkesini sürekli diri tutarak, onları göçmenler/mülteciler ya da bir takım “iç düşmanlar” karşısında sergilenen şovenist böbürlenme “ayinlerine” katarak ve bu sayede onlara sahte bir güçlülük hissi aşılayarak tabanlarını genişletiyorlar. Bu faşizan örgütlenmelerin, bu kitle desteğini özellikle iktidara yerleştiklerinde uzun süre devam ettirmeleri ancak kitlelerdeki teyakkuz halini, buna eşlik eden daha iyiye gitme ve güçlenme hissini ve bir “zafer” umudunu sürekli yeniden üretebilmeleri ve devleti de buna uygun bir şekilde dönüştürmeleriyle mümkün olabilir. Bugünkü faşist ideolojik yönelimli iktidarların belki de Mussolini ve Nazi iktidarlarından en önemli farklarından birisi küresel kapitalist işleyişe ve AB’den gelen teşvik ve sınırlamalara tabi olduklarından devleti tüm bir uluslararası sistemi sarsacak bir revizyonist yayılmacılık ve savaş ekonomisi doğrultusunda dönüştürme ve buna uygun şekilde toplum üzerinde topyekün bir baskıcı tahakküm kurma kapasitelerinin olmamasıdır. Meloni’nin partisinin Mussolini faşizmiyle bağları müttefikleri diğer sağcı Haydi İtalya lideri Berlusconi ve Kuzey Ligi lideri  Salvini’den daha açık olmasına rağmen diğer ikisine kıyasla ABD ve AB yörüngesinde davranmaya daha meyyal olduğunu ekleyelim. Keza Meloni, son aylarda iktidara yürürken yaptığı “sorumluluk” vurgusuyla ve Salvini ve Berlusconi’nin zıddına Rusya’nın Ukrayna işgaline karşı tavır almasıyla İtalyan burjuvazisine ve NATO ve AB’ye temkinli mesajlar vermeye çalıştı. 

Devleti faşizan bir seferberliğe uygun şekilde dönüştürme gücüne sahip olmayan bu parti ve hareketlerin iktidarı, talepleri karşılanmayan toplum kesimlerinin aşağıdan yönelen güçlü toplumsal basıncı karşısında kırılgan olmaya devam edecek. Donald Trump’ın sıkıca tutunmaya çalıştığı iktidarı elinde alan da bu aşağıdan gelen basınçtı. Brezilya’daki Bolsanora iktidarının toplumsal desteğinin gittikçe aşınmasında ve Ekim’de yapılacak seçimleri kaybedecek noktaya gelmesinde onun gittikçe yükselen enflasyon ve artan yoksulluk karşısında topluma vaat edecek gerçek hiçbir ekonomik çıkış programının olmaması yatıyor. Yani faşist hareketler bu küresel fetret döneminde serpilip büyüyebilecekleri bir zemin buluyor olsalar da bu zeminde kalıcı olmaları kolay gözükmüyor. Bu açıdan İtalya’daki seçimleri de faşizmin kalıcı ve mutlak bir zaferi olarak görme eğilimine ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Zira esasında bir zenginler koalisyonu olan Meloni (İtalya’nın Kardeşleri), Salvini (Kuzey Ligi) ve Berlusconi (Haydi İtalya)’dan oluşacak müstakbel sağ koalisyon iktidarının yaldızları önemli bir kısmı sandığa gitmeyen ve hayatları gittikçe zorlaşan İtalyan emekçilerinin ve yoksullarının talepleri karşısında kısa sürede dökülebilir. İtalya 1990’dan beri reel ücretlerin düşmeye devam ettiği tek AB ilkesi konumunda. Ülkede asgari ücret sınırlaması uygulanmadığı gibi geçici ve güvencesiz işçilik had safhada yaygın. Eğitim, ulaşım ve sağlık hizmetlerindeki yetersizlik ya da pahalılık özellikle Güney’deki milyonlarca yoksulun hayatlarını çekilmez kılıyor. Tüm bunlar karşısında yeni kurulacak Meloni koalisyon hükümetinin tasarlayıp üzerinde uzlaştığı bir sosyal program ve perspektif bulunmuyor. Hal böyleyken mesele, İtalya’nın yoksullarına hiçbir şey sunamayacağı belli faşistlerin şovu duvara tosladığında ortaya çıkacak yeni boşluğu doldurmaya hazır bir sol/sosyalist öznenin olmaması ile ilgili daha çok.

Bu küresel fetret devrinin içerisinde faşist hareketlerin kazandığı seçim zaferlerini katastrofik bir dönemin başlangıcı olarak görmekle yetinmek yerine solun bugüne kadar uzun süredir yaşanmakta olan kapitalizmin bütüncül krizi karşısında gerçek ve kalıcı bir alternatif olarak kendisini kuramamasının önündeki nesnel ve öznel engeller konusunda düşünmek gerekiyor. Zira faşizm yalnızca merkez burjuva siyasal aktörlerin itibarsızlaşmasıyla değil belki ondan da daha fazla solun/sosyalizmin toplumsallaşarak bir ideolojik merkez olarak kendisini kuramadığı zamanlarda ve yerlerde büyüyebiliyor.  


Cenk Saraçoğlu Kimdir?

1979 yılinda Tokat’ta doğdu. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans derecesini tamamladıktan sonra, 2008 yılında Kanada’daki University of Western Ontario’dan sosyoloji alanında yüksek lisans ve doktora derecesini aldı. 2008-2012 yılları arasında ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde, 2012- 2013 arasında ise Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 2013 Aralık ayından itibaren Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışmaktadır. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.