YAZARLAR

İstanbul Film Festivali Günlükleri 3: Artık bozmaz diyorduk, daha da bozdu!

İstanbul Film Festivali’nde ulusal yarışma heyecanı başladı. Antalya Altın Portakal aktarmalı gelen “Iguna Tokyo” ve “Ayna Ayna”yı da sayarsak yarışma filmlerinin yarısı geride kaldı. Bu iki filme dair Antalya’da yazmıştık. İlk kez seyirciyle buluşan “Yüzleşme”, “Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu”, “Bars” ve “Boğa Boğa”ya dair kısa notlar.

Teşbihte hata olmaz derler. Feyyaz Yiğit’in viral olan meşhur bir videosu var. Hani "Bozdu bozdu bozdu. Artık bozmaz diyorduk daha da bozdu" diye devam ettiği. İşte memleket sinemasının vasatına dair 'komikli bir tespit' yapacak olsak kuracağımız cümle bu olur: "Artık bozmaz diyorduk, daha da bozdu!"

Evet, İstanbul Film Festivali’nde ulusal yarışma başladı tahmin ettiğiniz gibi. Bu satırların düzenli okuyucuları son 4-5 yıldır Türkiye sinemasının vasatındaki hızlı düşüşe dair çokça yorum okudular. Maalesef durum pek parlak görünmüyor. İstanbul Film Festivali’nde ilk kez seyirci karşısına çıkan filmlere dair kısa notlar düşmeden önce şimdiye kadar gösterilen filmler içerisinde daha önce gördüğüm Belmin Söylemez’in “Ayna Ayna” ve Kaan Müjdeci’nin “Iguana Tokyo” filmlerine dair Altın Portakal zamanı yazdığım yazıları hatırlatayım.

Gelelim yeni olanlara.

YÜZLEŞME

42'nci İstanbul Film Festivali ulusal yarışmanın ilk filmi Filiz Kuka’nın yazıp yönettiği "Yüzleşme", aile içi dinamikleri merkezine alan ama bunu pek beceremeyen bir yapım olarak geçti kayıtlara. Filiz Kuka, kimi yerlerde bazı biçim demelerine girişse de devamını getiremiyor ve güvenli alanda kalmaya, yakın dönem memleket sinemasının estetiğine sığınmaya karar veriyor. Ama "Yüzleşme"nin çok daha büyük sorunları var.

Uzun süredir yoğun bakımda olan karısı Halime ölünce çocuklarının yanında kalmaya başlayan Hızır bir sırrı saklamaktadır. Ancak hiçbir sır gibi bu da gizli kalamaz ve Halime’nin hastabakıcısı Evren, Hızır’ın büyük kızı Hatice’ye durumu anlatır. Bir erkek ve üç kızdan mürekkep kardeşler ve baba, sırların sırrın açık edildiği bir masa etrafında hesaplaşacaktır.

"Yüzleşme", sırrın büyüklüğünü hissettiremediği gibi, gerilimi inşa etmeyi de başaramıyor maalesef. Parlak ve memleket sineması için yeni bir fikri barındırmasına rağmen, hikâyenin üç önemli ayağı Hızır, Evren ve Hatice’nin yükleri seyirciye geçemiyor. Bu da bizi bir kez daha senaryo zaaflarına götürüyor. Çünkü "Yüzleşme" tam başlaması gereken yerde bitiyor. Yani ağır bir yükün artık taşınmadığı, hesabın masaya konulduğu anda bir anda bitiveriyor film. Yakın dönem sinemamızın temel dertlerinden mustarip bu bakımdan yapım. Aslında izlediğimiz 80 dakika gerçekten iyi olabilecek bir hikâyenin giriş bölümü olabilecek kadar malzeme barındırıyor. Hal böyle olunca ve 20 dakikaya sığacak malzeme şişirildikçe, 80 dakikalık süresi bile uzuyor, sarkıyor seyircinin gözünde.

Yüzleşme

ÖLÜLER İÇİN YAŞAM KILAVUZU

Barış Fert’in yazıp yönettiği 84 dakikalık "Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu" için "Yüzleşme"ye dair kurduğumuz hoş cümleleri de kuramayacağız maalesef. Çünkü izlediğimiz "şey" herhangi bir şeyin başlangıcı bile olamayacak kadar dağınık, ne olduğunun, ne yapmak istediğinin farkında olmayan bir anlatı. Neden 1992 yılında olduğumuz, bu tarihte her hangi bir yere üç beş dakikada internetten bir program dosyasının gönderilip gönderilemeyeceği, oradan gelen paranın 1.5 dakika sonra banka hesabında olup olamayacağı, hadi o da oldu diyelim vergi memurlarının 15 dakika sonra kapıya dayanıp dayanmayacağı gibi sorular aklımıza gelen en masum olanlar! Hikâyeden ve izlediğimiz karakterlerden hiçbir şey anlayamadığımız için filmden aklımıza bunlar kalmış olabilir. Bu arada mevzu sinemaysa tabii ki 1992’de üç dakikada koca program internetle yollanır, anında para hesaba yatar, akabinde vergi memuru kapıda biter. Ama ikna etmeniz lazım. Kimsenin hevesini kırmak istemem ama lütfen film yapmaya karar veren arkadaşlar da bizim sinema şevkimizi kırmamak için aynı özeni göstersinler.

Ölüler İçin Yaşam Kılavuzu

BARS

Semih Kaplanoğlu’nun "Yumurta", "Süt" ve "Bal" üçlemesinin ortak senaristi Orçun Köksal’ın yazıp yönettiği "Bars", daha eli yüzü düzgün, hikâyesinin ne olduğunu anlayabildiğimiz, karakterlerinin dünyasına bir nebze olsun girebildiğimiz bir yapım. Ama çok dağınık ve karakterlerinin motivasyonları konusunda fazla ketum.

Festivalin sitesinde filme dair tanıtım metni şöyle; "İki zoolog, soyu tükenmiş olan Anadolu parsına dair bir iz bulabilmek için Anadolu’da bir yolculuğa çıkar. Veysel, halk arasında büyük bir mite dönüşmüş olan bu efsanevi varlığın vahşi bir hayvandan öte Anadolu’nun ve insanlarının kaybettiği ve halen aradıkları bir tarafı olduğuna inanır. Emre ise parsın kırk yıldır çekilememiş fotoğrafını çekebilmenin peşindedir."

Bu metin filmi çekenlerin filme dair niyetlerinin de beyanı aynı zamanda. Ancak Veysel’in burada tarif edilen Anadolu leoparı ile Anadolu insanın arasında bir paralellik kurduğuna dair filmden bir izlenim edinmek pek mümkün olmuyor. Evet, Emre’nin parsın fotoğrafının peşinde olduğunu anlıyoruz ama onun da motivasyonuna vakıf olamıyoruz. Neden öfkeli, neden bu kadar obsesif bir şekilde parsın fotoğrafını çekmeye çalışıyor. En nihayetinde bir hikâyedeki karakterin bir şeyi fazlaca kafaya takmasının, bir başka gerekçesi vardır diye düşünüyoruz izlerken. Ama mamul olamıyor bize bu durum.

İkilinin Anadolu parsının peşinde dağ bayır dolaştığı bölümde karakterlere ve tabii ki asıl olarak neyin peşinde olduklarına dair hiçbir şey geçmiyor seyirciye. Ortalıkta dolaşan birçok akademik terim dışında, ikilinin neden bu hayvanın peşinde olduğuna dair bir 'kurmaca film' anlatısı görmek mümkün değil. O zaman Anadolu parsına dair basit bir internet aramasıyla on beş dakikada elde edeceğim bilgileri belgesel olmayan bir filmde neden izliyorum? Filmin son bölümünde ise, nasıl ve nereden oraya geldiğimizi anlayamadığımız bir biçimde Alevi kültürüne, inanışına dair bir dünyanın içinde buluyoruz kendimizi. Veysel’in köyüne yapılan ziyaretle başlayan bu süreç hikâyeyi başka bir yere sürüklüyor ama önceki bölümden de tamamen koparıyor.

Bars
BOĞA BOĞA

Netflix platformunda karşımıza çıksaydı eğer, bir türlü vasatın üzerine çıkamayan Türkiye içeriklerinde özel bir yeri olacağını söyleyeceğimiz "Boğa Boğa", ulusal bir film festivalinin yarışma bölümünde olunca değerlendirmenin kriterleri de değişiyor haliyle. Önce bir Netflix yapımının ulusal bir festivalin yarışma bölümüne olması bizim için yeni bir durum. Benim ne düşündüğümden çok film yapımcılarının ve festival ekiplerinin bu konuda ne düşündüğünü öğrenmemiz önemli. Ancak belli ki bu konuda bireysel çıkışlar dışında, meslek örgütlerinden henüz net bir tavır yok. Festivaller açısından da İstanbul Film Festivali rengini belli etmiş görünüyor. Diğerlerini de bekleyip göreceğiz.

Biz filme dönelim. Onur Saylak-Hakan Günday ikilisinin "Daha" ile başlayan "Şahsiyet" ve "Uysallar" dizeleriyle devam eden birlikteliklerinin dördüncü mahsulü "Boğa Boğa". Ama film olarak ikinci iş birlikleri. "Boğa Boğa", bir Netflix filminde olması gereken bütün testleri başarıyla geçiyor ancak bunlar onu iyi bir film yapmaya yetmiyor. Şu ana kadar izlediklerimiz içinde en yetkin filmin bu yapım olması da durumu değiştirmiyor. Hem filme imzasını koyan iki ismin hem de diğerleriyle karşılaştırılamaz olanakların karşılığı bu olmamalıydı diye düşünmeden edemiyoruz.

Yalın ve Beyza adlı genç çiftimiz Assos’ta lebi derya olan aile evine gelirler. Bir süre sonra anlarız ki Yalın, bir finans şirketini batırmış ve binlerce inanı mağdur etmiştir. İkili burada bir süre saklanmak olayları unutturmak istemektedir. Yalın, savcıyla iş birliği yapıp ortaklarını sattığı için hapse girmemiştir. Mahkeme devam ediyordur ve bu süre zarfında uslu durması elzemdir. Ancak aralarında mağdurların da olduğu çevre sakinleri Yalın’ın gelmesini pek hoş karşılamazlar. Artan gerilimler kontrolden çıkar (spoiler vermeyelim çünkü film haftaya Netflix’te) ve Yalın’ın gerçek yüzüyle karşılaşırız.

İşte filmin en büyük sıkıntısı karakterinin 'gerçek yüzü'nün ne olduğuna dair bir türlü karar verememesi. Kıvanç Tatlıtuğ’un canlandırdığı Yalın karakterinin iyi birisi olmadığını daha ilk dakikalarda öğreniyoruz. Ancak, film sanki aslında o kadar kötü değilmiş de koşullar onu sürekli kötü şeyler yapmaya sürüklüyormuş hissini de diri tutuyor. Hal böyle olunca belli ki hayli katmanlı kurulmuş ve çok daha karanlığa doğru gidebilecek bir karakter arada bir yerlerde debelenip duruyor. Nasıl birisi olduğunu finalde karısıyla kavga ederken kendisi itiraf edinceye kadar öğrenemiyoruz. Film Yalın’ın 'karanlığını' tam gösteremediği gibi bir de ağzından söyletme ihtiyacı duyuyor.

Boğa Boğa

Hakkını yemeyeyim çarpıcı bir finali var ve memleketin ahvaline dair de hayli şey söylüyor. Ama Yalın’ın finalde bulduğu çözümün aklına filmin başında niye gelmedi diye de düşünmeden edemiyor insan o güzelim son kadraja bakarken.

Spoiler yemek istemiyorsanız şimdi bırakabilirsiniz. Maalesef Beyza karakteri hiç olamıyor. Yalın’ın ihbar etmesinin gerekçesine de, sonrasında adamı neden terk etmemiş olmasına da, o kadar şeyi göze aldıktan sonra evde neden arıza çıkardığına da ve tabii ki kocasına olan aşkına/sevgisine/sadakatine (her neyse) ikna olamıyoruz çünkü yazılamamış. Oysa bu sahne filmin düğüm noktalarından birisi. Final öncesinde patlayan kavganın filmin en zayıf yeri olduğu gibi. Yalnızca sonraki bağlantılarını zayıflatmıyor, öncesine dair de soru işaretleri bırakıyor kafada.

Ulusal yarışmayı yazmaya devam edeceğiz. Kim bilir belki de ‘artık bozmaz’…