YAZARLAR

İşçi sınıfının Cumhuriyet’le imtihanı

1923 İzmir İktisat Kongresi’nde, ameleye işçi denmesi, 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kutlanması kabul edilmişti. Ancak 1925 Takrir-i Sükun Kanunu ile sendikal faaliyetler yasaklandı, 1 Mayıs gösterileri engellendi. 1936 Tarihli İş Kanunu ile işçiye bir takım haklar tanınmakla birlikte sendikalaşma ve grev yasağı getirildi. 1947 Sendikalar Kanunu ile yine işçi hareketini devletin kontrolünde tutan bir anlayış egemen oldu…

Eski tabirle Cumhuriyetimizin 100. yılını idrak ediyoruz. Yani Cumhuriyet, 100 yıllık bir süreci yaşamış oldu. Peki başlangıçta Cumhuriyet’in amacı neydi, 100 yıl sonra hangi noktaya gelindi?

1923 bir burjuva devrimiydi. Bu devrimi yapan kadrolar, ne amaçladılar, nasıl bir yol takip ettiler, Cumhuriyet zaman içinde nasıl bir sürece evrildi? Bugün siyasal İslamcı bir anlayışın egemen olduğu dikkate alınırsa Cumhuriyet neden böyle bir noktaya geldi?

Tüm bu süreçleri, öncelikle uzmanlık alanımız olan emek hareketi bağlamında ele almaya çalışacağız. Birbirini takip eden birkaç yazı çerçevesinde bu süreci değerlendirmek istiyoruz. (Böyle bir çalışmayı 29 Ekim’e denk getirecek şekilde planlamıştım ancak şiddetli bir grip geçirdiğim için 12 gün evde yatmak zorunda kaldım. Şimdi aktarmaya çalışacağım.)

1923: AMELEYE İŞÇİ DENSİN

Henüz Cumhuriyet ilan edilmeden 1921 yılında Zonguldak ve Ereğli Havzası’nda çalışan madencilerle ilgili bir kanun çıkarılmıştır. Zamanın Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ülkemizde ilk sosyal politika önlemlerini böylece yürürlüğe koymuştur.

Ereğli Havzası Kanunu’nda, günlük çalışma süresi 8 saat olarak belirlenmiş, yeraltında çalışma yaşı 18 olarak kabul edilmiş, zorunlu çalıştırma yasaklanmış, asgari ücretin üçlü bir komisyon tarafından saptanması benimsenmiş, işçilere konut sağlanması ve maden işçileriyle ilgili ilk sigorta dalları (hastalık, ihtiyarlık, iş kazası) yürürlüğe girmiştir.

Kuşkusuz bu kanunla sosyal politika yönünden işçiyi koruyucu hükümler getirilmekle birlikte iş kazaları sonucu üretim kaybının önlenmesi, sağlıklı çalışma koşulları oluşturularak maden üretimi ve veriminin artırılması amaçlanmıştır.

Ardından 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde ameleye işçi denmesi ve 1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olarak kabul edilmesi uygun görülmüştür. Ancak Doğu Anadolu’daki Şeyh Sait isyanı gerekçe gösterilerek 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu ile sendikal faliyetler yasaklanmış, 1 Mayıs gösterileri de engellenmiştir.

1930’lara kadar süren bu dönemde, liberal politikalar etkin olup tarıma dayalı, endüstrileşmenin çok zayıf olduğu bir ekonomi söz konusudur. İşçi sınıfı da gelişmemiş ve örgütlenmemiş bir konumdadır. Yine işçi sınıfının sosyal politika önlemleri konusunda devlete yönelik bir baskısı söz konusu değildir, siyasal demokrasiden uzak bir dönemdir.

Sol düşüncenin de baskı altına alınmış olması nedeniyle sosyal ve sendikal hakların oluşmasını sağlayacak politik bir atmosferin olmayışı da önemli bir etken sayılabilir.

1936 TARİHLİ İŞ KANUNU

1932’den itibaren ise, ekonomide devletçi bir politika izlenmiştir. Bu dönemde nitelikli kamu işçilerinin memur yapılması, işçi sınıfının dinamik oluşumunu ve mücadelesini olumsuz etkilemiştir.

Yine bu dönemde, 1936 tarihinde ülkemizdeki ilk İş Kanunu çıkarılmıştır. 1936 tarih ve 3008 sayılı İş Kanunu’nun temel özellikleri özetle şöyleydi:

  1. Sendika kurulması yasaktır,
  2. Grev yasaktır,
  3. Zorunlu tahkim süreci söz konusudur. Yani işçi ve işveren arasındaki uyuşmazlıklarda devletin atadığı yargı mensupları karar verir.
  4. Bu yasa, sadece beden işçilerini kapsıyordu, fikir işçileri kapsam dışıydı.
  5. 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerleri için geçerliydi.
  6. Günlük çalışma süresi 8 saat, haftalık çalışma süresi de 48 saat olarak kabul edilmişti.
  7. Kıdem tazminatına hak kazanmak için aynı işyerinde 5 yıl çalışma gerekliydi. İşçinin işten çıkarıldığında ödenecek olan kıdem tazminatı, her yıla 15 günlük ücreti üzerinden verilecekti.

 

Görüldüğü üzere Türkiye’de ilk kez işçilere kıdem tazminatı hakkı sağlanmıştır. Günlük çalışma süresi 8 saat olarak belirlenmiştir. O gün için bu haklar, işçiler açısından olumlu kazanımlar olmakla birlikte sendika kurmanın ve grev yapmanın yasaklanması, devletin işçi hareketini tamamen kontrol etme isteğinden kaynaklanmaktaydı.

1936 tarihli İş Kanunu, esas itibariyle işçiyi korumaktan çok sınıf kavgasını önlemeye yönelik otoriter bir kanundu. (Bu kanun için faşist İtalya’nın mevzuatından yararlanılmıştır)

1947 TARİHLİ SENDİKALAR KANUNU

1945 sonrası çok partili hayata geçilmesiyle birlikte 1938 tarihli Cemiyet Kanunu’ndaki “sınıf esasına göre dernek kurma yasağı”, 1946’da kaldırılmıştır. 1946’da kısa bir süre sendikaların ve sosyalist partilerin kurulmasına izin verildiyse de altı ay sonra sıkıyönetim ilan edilerek bu kuruluşlar kapatılmıştır.

Bu dönemde çıkarılan Sendikalar Kanunu, devletin vesayeti altında, sınırları çizilen bir çerçevede çıkarılmıştır. 1947 tarihli Sendikalar Kanunu’nun özellikleri özetle şöyledir: 

  1. Sendikalar, işçiler için toplu iş uyuşmazlığı çıkarabilir ancak bu uyuşmazlık devletin ağırlıklı olduğu hakem kurulları tarafından çözümlenecektir.
  2. Sendikalar, üyeleri için kooperatif kurabilir, onlara hukuki yardımda bulunabilir.
  3. Yasaya göre, sendikaların siyasetle uğraşması yasaktır.
  4. Grev yapmak da yasaktır.

5018 sayılı Sendikalar Kanunu, yürürlüğe girdikten sonra örgütlenme konusu büyük bir ilgi görmemiş; işçiler sendika kurmaktan ve sendikaya üye olmaktan çekinmişlerdir. Bu çekingenlik, büyük ölçüde 1946 yılında yeni kurulan sendikaların sol partilerle yakın ilişki kurmaları nedeniyle kapatılmaları ve birçok sendikacının tutuklanmasından kaynaklanmıştır.

Bu nedenle sendikaların kapatılmasından sonra 5018 sayılı Sendikalar Kanununun çıkarılması ilginçtir. Yine bu dönemde DP ve CHP kendilerine bağlı işçi büroları oluşturmuştur.

Rejimin anlayışına uygun olarak Türkiye’nin “imtiyazsız ve sınıfsız bir toplum” olması gerektiği noktasından hareketle sendikaların sınıf çatışmasını destekleyen kurumlar olarak değil; devletle ve işverenle işbirliği yapıp ülke kalkınmasına hizmet eden örgütler olarak faaliyet göstermeleri amaçlanmıştır.

1947 Tarihli Sendikalar Kanunu ile bu dönemde sendikalar, işçi sınıfının devletçe kontrolünü sağlayan mekanizmalar olarak değerlendirilmiştir.

100 YILIK (1845-1947) VESAYET

Osmanlı döneminde çıkarılan 1845 tarihli Polis Nizamnamesi’nden 1947 tarihli Sendikalar Kanunu’na kadar, yani tüm bu 100 yıllık dönemde işçi sınıfının ve sendikaların kontrol altında tutulması, devlet vesayetinde bulunması amaçlanmıştır. Yine 5018 sayılı bu kanuna göre, sendikalar “milli teşekküllerdi” ve “milli menfeatlere aykırı hareket” edemezlerdi.

Muhalefette iken grev hakkını savunan DP (Demokrat Parti), 1950’de iktidara geldiğinde bu talebinden vazgeçmiştir. Başbakan Adnan Menderes ve DP iktidarı, 1952 yılında fikir işçilerine de, yani gazetecilere de sendika kurma hakkını tanıyan yasayı kabul etmiştir.

Ancak o yasanın kabulü sırasında zamanın İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın gazetecilere ”Demokrasinin gereği olarak artık siz de bir sendika kurun. Bize de bilgi verin ama sakın komünistlik yapmayın” demesi de, devletin vesayetçi anlayışını ortaya koyması açısından ilginçtir. 

1950’lerin ikinci yarısından sonra sendikalara baskı gelmiş, DP iktidarı, İstanbul Gazeteciler Sendikası gibi bazı sendikaları da kısa süreli olarak kapatmıştır. 1952’de Türk-İş kurulmuştur. Türk-İş’in kuruluşunda ABD’li sendikacıların etkisi olduğu öne sürülmüştür. Amerikan sendikacılığı, “ücret sendikacılığı”nı kabul eden partiler üstü bir anlayışı benimsemekteydi.

DP, pragmatik yollarla işçi sınıfının sorunlarını çözmeye çalışmış ve böylece işçilerde sınıf bilincinin gelişmesini engellemiştir. Daha çok memur kesiminin DP’ye yönelik bir karşı tavır izlediği gözlemlenmiştir. Bu dönemde sınıf bilincinin eksikliğinin yanında işçi partilerinin de olmayışı ya da işçi sorunlarına yakın partilerin yetersizliği dikkati çeken diğer bir olgudur.

Türkiye’de tarihsel olarak işçi sınıfındaki siyasal aidiyetin sınıf aidiyetinden önce geldiği, bu dönemde daha bariz şekilde ortaya çıkmıştır.

CHP, muhalefette bulunduğu 1950-1960 döneminde grev hakkını savunmuştur. CHP’nin 1959 tarihli İlk Hedefler Bildirgesi, grev hakkı ile birlikte 1961 Anayasası’nın öngördüğü hak ve özgürlükleri içeriyordu.

1955 sonrası ülkedeki ekonomik kriz, DP’nin uyguladığı ekonomik modelin tıkanması, siyasal anlamda da CHP’ye yönelik baskılar, Menderes iktidarının Tahkikat Komisyonu uygulamasıyla basın özgürlüğü ve demokratik hakları sınırlandırma girişimi, 28-29 Nisan 1960 öğrenci hareketleri 27 Mayıs 1960 darbesinin gerçekleşmesinde önemli rol oynamıştır.

YARIN: Cumhuriyet, işçi sınıfı ve 1960-1980 dönemi


Atilla Özsever Kimdir?

1967 yılında Kara Harp Okulu’nu bitirdi. 12 Mart (1971) döneminde piyade üsteğmeni iken siyasi görüşleri nedeniyle ordudan çıkarıldı. 2.5 yıl cezaevinde kaldı. Daha sonra iktisat öğrenimi gördü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı, doktorasını İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamladı. 1974 – 2002 yılları arasında gazetecilik yaptı. 2003- 2011 yılları arasında da Maltepe Üniversitesi’nde kadrolu öğretim üyeliği görevinde bulundu. 2011 yılından itibaren de çeşitli üniversitelerde çalışma ekonomisi ve medya alanında dışarıdan dersler veriyor. “Tekelci Medyada Örgütsüz Gazeteci” ve “Mesele Teslim Olmamakta” isimli iki kitabı ile çeşitli kitap ve dergilerde yer alan makaleleri bulunuyor.