YAZARLAR

İncir ağacısın, gam götürensin

Toplumun asli unsurları arasında parçalanan her kalbin, susturulan her dilin, yok sayılan her temel insan hakkının yürüdüğümüz zeminde bir fay hattı doğurduğunu fark edecek olgunluğa ve yaşanmışlığa sahibiz. Kardeşlik ve eşitlik son kertede hep kazanır. Ve yaşamın anadili asla susmaz.

Bozulması gereken o kadar çok sessizlik, itiraz edilmesi gereken o kadar haksızlık, mücadele edilmesi gereken o kadar yanlışlık var ki, insan bazen müziği ele alsa, edebiyata ayıp oluyor; edebiyat dünyasındaki sorunlara odaklansa film endüstrisinin boynu bükük kalıyor.

En kötüsü de insanın insana yaptığı ezeli kötülük...

Şairin de dediği gibi, yarından bir şeyler beklemekle geçiyor ömrümüz.

Dünyada yaşamın anlamlarını çözmeye çalışıyoruz. İnsanın yaşamına yüklediği bir anlam ifadesi olarak ana dilinde türkü, stran ve ninni söylemenin nasıl bir kötülüğü olabileceğini ise bir türlü idrak edemiyoruz. Yaşamın tek bir anlamı varsa o da mutlu olmak ve mutlu etmektir çünkü. Bunun da en güzel aracı müziktir, melodidir, ezgidir.

Lorde

Tıpkı Yeni Zelandalı şarkıcı-şarkı yazarı Ella Marija Lani Yelich-O'Connor veya daha çok bilinen sahne adıyla Lorde’nin geçen sene Eylül ayında yaptığı gibi. Lorde, Yeni Zelanda’nın yerli halkı Maoriler’e bir jest olarak albümünde yer alan beş şarkıyı Māori dilinde seslendirmiş, geri vokallerinde de Maori halkından sanatçılara yer vermişti.

Kendisi Maori halkından olmasa da, Maori dilinden bir sözcüğün izinden gitmişti müzisyen: kaitiakitanga. Yani, gökyüzüne, denize ve toprağa şefkat gösterip onları koruyup kollamak... Zaten gökteki martıya, sudaki balığa, topraktaki solucana şefkat gösteren, insanı da sever, korur, kollar.

Yeni Zelanda’dan çıkan bir başka opera sanatçısı soprano Kiri Te Kanawa da, geleneksel aşk şarkısı Pokarekare Ana’yı, yazıldığı dil olan Maorice söyleyerek sürekli barış çağrısında bulunmuştu sahnelerden. Kendisi Maori olmasa da onlara sahip çıkmıştı.

Kiri Te Kanawa

90’ların başında Yeni Zelanda’da Maori dilinin okullarda yasaklandığı, İngilizcenin başat dil olduğu, Maoriler arasında anadilini konuşanların yüzde 20’nin altına gerilediği bir dönemden gelindiği düşünüldüğünde, bir neslin kaybettiği dili, sonraki nesiller geri kazanmak için çırpınıyor.

Ve bunu yaparken de kimse kimseye çatal bıçak fırlatmıyor.

Aynı topraklarda yaşadığımız halkları biz ne kadar tanıyoruz? Bir Türk’ün Kürtçe şarkı söylediği örnekler neden bu denli kısıtlı?

Oysa anadil ve müzik üzerinden onlarca yıldır ülkemizde süregiden tartışmaya baktığımızda, bizi çeşitlendiren, kuruyup gitmekten alıkoyan renklerimize yönelik her türlü saldırıda, bizi grileştirmeye dair her türlü girişimde çok olduğumuzu, o yüzden de yok olmadığımızı görüyoruz. Konforlu alanlara veya siyasi kamplarımızın ardına saklanmayıp mağduriyetlerin ardında tek ses olabiliyoruz.

Bir kesimin ise, müzik gibi birleştiriciliği yüksek olan, sınır tanımayan bir alanda bile “ama”ları, “fakat”ları, “mış”ları, korkuları havada uçuşuyor. Yirmi yıl önce rahatlıkla izin verilen bir konserin aynısı, aradan geçen onlarca yıl ileriye gidilecek yerde bir yasak öznesine dönüşebiliyor.

Antarktika’ya kadar her kıtada konser verebilen müzisyenlerimiz, gözlerini dünyaya açtıkları topraklarda davul zurnayla karşılanacak yerde “geri püskürtülüyorlar”. Dil bayramları ise, takvimlerin tozlu sayfalarında işlevsiz bir ayrıntıya dönüşüyor; zira geriye kutlanacak bayram kalmıyor.

Oysa, Türkçe’nin yanı sıra, Ermeniceden Asurcaya, Zazaki lehçesinden Kurmanciye dek Mezopotamya coğrafyasının kadim kültürünün içinden fışkıran her unsur bizim kulak ve ruh zenginliğimizdir.

Ne de olsa yazları yaylalara çıkan ve havalar soğuduğunda köylerine geri dönen göçebe aşiretlerin başından geçenler de bizim ortak tarihimizdir; dağların güzeli ve gam götüren incir ağacı da...

Ve bir toplumu asıl çürüten savaşlar, yıkımlar, doğal afetler değil, insanların birbiri karşısında büyüttüğü hayal kırıklıklarıdır. Hayaller bir an gelir öyle bir kırılır ki, güçlü hiçbir söz, hiçbir nefes yetmez onları yeniden yapıştırmaya... İşte o noktaya gelmeden sözler, müzikler, ezgiler üzerinden dayanışma gerekiyor.

Kendinden kaçarken yine en uzun yola, kendinle karşılaşmaktan korktuğun o açmaza sapmamak gerekiyor.

Çünkü insanlar, mevcut entelektüel yetileriyle anlamadığı, içinde yoğrulmadığı dili, kültürü ötekileştirir, şeytanlaştırır ve yok sayar. Yok saymakla da yetinmez, kendi yaşam alanının dışına atmaya kalkışır. Bunun için de hep bir bahanesi vardır.

Şairin de dediği gibi, belki yağmura gerek kalmazdı, insanlar bu kadar kirli olmasaydı...

Bir toplumu “biz” yapan, ortak kültürel unsurlara sahip çıkılmasıdır. Akan yaşam nehrinde gürül gürül çağlayan nice temiz kaynağı bulabilmektir. Kuru bir pınarın başında durup beklemek yerine hareketin ve canlılığın, farklı seslerin bir araya geldiğinde nasıl da güçlendiğini görebilmektir.

Dar hejîrokê xemrevînokê (İncir ağacısın, gam götürensin) diyebilmektir. Kelandin (Kürtçede kilam da buradan gelir) etimolojik olarak kaynamak anlamına geliyorsa, kilamlar eşliğinde müzikle seslerin ve nefeslerin de çağıldamasına, şarkıların masumiyetine izin vermektir.

Ahmet Kaya

Her zorlukla karşılaştığımızda geri dönmek istediğimiz ana karnındayken kulak kabarttığımız o berrak dili, kocaman insanlar olduğumuzda kullanamamanın yarattığı hayal kırıklıklarına ne demeli?

“Kürtçe kaset çıkaracağım” dediği için maruz kaldığı saldırı karşısında ülkesine küsen, ancak yine de son nefesini Türkiye’ye özlem içerisinde veren, mezarının mermerine “Hoşça kal sevgili ülkem" yazılı Ahmet Kaya’ya reva görülen muameleye ne demeli?

Annedili, Emine Sevgi Özdamar, Çevirmen:Fikret Doğan, 103 syf., 2021

Emine Sevgi Özdamar, Annedili romanının merkezine yerleştirdiği dilsizlik sorunsalını işlerken, şimdiki zamanla geçmiş arasında kaybolmuş gibi görünen kişinin anadiliyle bağ oluşturma çabasını ne güzel de irdeler! “Ah ah, Anadilimi ne zaman kaybettiğimi bir bilsem!” der.

Anadilde şarkı hem fiziksel hem duygusal bir mekândır. Fiziksel mekânda sahne üzerinden dinleyiciyle bağ kurarken, duygusal mekânda kendi benliğinle kurarsın o bağı. “Seni bir daha asla kaybetmeyeceğim” dersin. Çünkü kaybedilen her dil, kişiyi mekâna, kültüre, kendi özüne ve her şeyden önemlisi de insana yabancılaştırır.

Yıllar sonra yolumuz kendi doğduğumuz şehre dünya çapında tanınmış saygın bir müzisyen olarak düştüğünde hiçbir konser salonuna kabul edilmemenin veya köşe bucak konser salonu aramanın doğurduğu hayal kırıklığına ne demeli?

Peki, tek amacı sanat yapmak iken “Acaba repertuarıma şu Kürtçe, Ermenice veya Asurca kadim türküyü alırsam konserim iptal olur mu?” korkusuna ne demeli?

Müzik emekçilerini koşulsuz desteklemesi gereken, varlık nedenlerinden biri de bu olan meslek kuruluşları neden hep suskun?

Ama yine de iyileşmek olanaklı, hem de ilacın kökü kendi içimizde... Rivayet olunur ki, insan en çok kendine benzeyeni, ruhu ruhuna, yarası yarasına denk düşeni severmiş. Ortak yaralarımıza yuva olan coğrafyamızda yarattığımız bunca duygu karmaşası, ötekileştirmeler, kaoslar ortasında sesi, müziği, dili bir acı nesnesine dönüştürerek gerilediğimizi fark ettiğimiz anda iyileşebiliriz.

Hayata hak ettiği noktadan, insani tüm değerleri sahiplenip birbirimize ses, nefes, güç, kardeş olarak bu yola devam edersek iyileşebiliriz.

Topluma en büyük güzelliğin ortak sesle, ortak müzikle, ortak namelerle geldiğini anladığımızda, en büyük mutluluğun, bir başka insanı mutsuz etmemekten geçtiğini gördüğümüzde değişebiliriz.

Acıları konuşarak, kendimizi eleştirerek, gönül yaralarımıza merhemler sürerek, hatalarımızın ardındaki korkuları kendimize itiraf ederek, kendi ana dilinde şarkı söylemek, şiir yazmak, aşık olmak, kendi ana dilini unutuştan kurtarmak isteyen kalpleri kırılmaktan, altında ezildikleri nefret yükünden kurtarabiliriz.

Asıl “detaylı inceleme” bunu gerektirir. Çünkü toplumun asli unsurları arasında parçalanan her kalbin, susturulan her dilin, yok sayılan her temel insan hakkının yürüdüğümüz zeminde bir fay hattı doğurduğunu fark edecek olgunluğa ve yaşanmışlığa sahibiz.

Güzeller güzeli merhum şairimiz Didem Madak’ın, “Ben sizin ruhunuza çiçek aşısı yapayım da çiçekler açsın ruhunuz” dediği gibi müzik koridorlarında içimizden çiçek açmasını bekleyebiliriz. Ne de olsa, bir çiçeği büyüten sevgi, bir dili büyüten müzik, bir insanı aydınlatan kültürel etkileşim, son kertede toplumu da dönüştürür, dönüştürmelidir.

Kardeşlik ve eşitlik son kertede hep kazanır. Ve yaşamın anadili asla susmaz.


Menekşe Tokyay Kimdir?

Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.