İlhamın peşinde: Flaubert'in bir sonbaharı

Alexandre Postel’in Gustave Flaubert’in 1875 yılında Concarneau’da geçirdiği dönemi anlatan biyografik romanı “Flaubert’in Bir Sonbaharı” Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Alexandre Postel’in Gustave Flaubert’in 1875 yılında Concarneau’da geçirdiği dönemi anlatan biyografik romanı “Flaubert’in Bir Sonbaharı” Zeynep Büşra Bölükbaşı çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap, biyografik çizginin ötesinde Flaubert’in psikolojisini ve yazma itkilerini irdeleyerek okuru “Konuksever Aziz Julien Söylencesi”nin yazılma sürecine de konuk etmekte.

Alexandre Postel, 1982 yılında Fransa’da doğdu. Gallimard Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan, yalnız ve sancılı bir hayat süren felsefe profesörü Damien North’un bir anda pedofili suçlamasıyla tutuklanışını anlatarak görünen-görünmeyen çatışmasını ele aldığı romanı “Un homme effacé” ile Goncourt İlk Kitap Ödülünü ve Landerneau Ödülünü aldı. Edebiyat öğretmeni olarak çalışan Postel, “Flaubert’in Bir Sonbaharı” kitabında realizm akımının öncülerinden olan Gustave Flaubert’in 1875 yılında Concarneau’da dostları Georges Pouchet ve Georges Pennetier ile geçirdiği dönemi anlatmakta.

Gustave Flaubert 1821 yılında Rouen’da doğdu. İlk yazın denemelerini ergenlik çağında Rouen Koleji senelerinde yapan yazar 1841 yılında Paris’te Hukuk Fakültesine yazıldı. Üniversitede yazmaya daha çok odaklanan Flaubert sara nöbetleri sebebiyle öğretimini tamamlayamadı. 1846 yılında önce babasını sonra da lohusalık humması yüzünden kız kardeşini kaybetti. Ona kalan miras sayesinde hayatı boyunca hiç çalışmayan Flaubert hayatının odağına yazma eylemini koydu. Ancak her şeyden önce kendini bir Latin olarak tanımlıyordu. Latin tanımı sadece Batı’yı değil Doğu’yu da içine alan geniş bir medeniyetti. “Latin olmak tüm askeri birlikleri, imparatorları, prokonsülleri ile sınırları Friglere, Fenikelilere ve Petra Arabia’sına dayanan ve daha isimleri ağza alınır alınmaz Flaubert’i kendinden geçiren Doğu’yu yaşamak, O’nu içinde taşımak demekti.” (s.13) İtalya seyahatinden ilham alarak Aziz Antoine üzerine yazdığı metni yakın çevresi tarafından beğenilmediği için, Latin medeniyetinin peşinde koşarak 1849-1851 yılları arasında dostu Maxime du Camp ile on sekiz ay sürecek bir Doğu yolculuğuna çıktı; Yunanistan, Osmanlı, Mısır, Suriye, Filistin, Tunus gibi ülkeleri gezdi. Maddi varlığının çoğunu bu seyahate harcayan ve seyahatte frengiye yakalanan yazar edebi anlamda arzusuna ulaşmış ve “Salambo”yu bilhassa Tunus yolculuğundan sonra zihninde tasarlamıştır. Ancak ona asıl ününü kazandıracak eseri olan “Madam Bovary”yi de yine bu, aylar süren seyahat esnasında kurgulamaya başlamıştır. Böylelikle seyahat biter bitmez yazmaya koyulan Flaubert 1857 yılında “Madam Bovary”yi, 1858 yılında iki aylık Kuzey Afrika seyahatinden sonra taslaklarını bitirmeye koyulduğu “Salambo”yu ise 1862 yılında yayımlamıştır. Yıllardır taslak taslak kaleme aldığı “Duygusal Eğitim” de 1869 yılında okurla buluşmuştur. Görüldüğü üzere Flaubert gözlem-kurgu ilişkisine ağırlık vermiş, bir araştırmacı gibi titizlikle çalışarak yazmıştır. Ancak 1870’li yıllardan itibaren hem edebi anlamda hem de maddi anlamda zorluk çekmeye başlar çünkü babasının bıraktıkları tükenmiş, annesinin bıraktıkları kalmıştır. Ona hiç çalışmadan rahat rahat yaşama imkânı veren Deauville’deki çiftlik ise mektuplarını “Sevgili Yaşlı Tontonun” diye imzaladığı yeğeni Caroline’e aittir. Ancak, Caroline’in kocası iflasın eşiğine geldiği vakit kemer sıkmak gerekmiştir. Öte yandan edebi çalışmaları ilerlememekte bu yüzden de Flaubert içine düştüğü manevi ve edebi bunalımdan çıkmak için ne yapacağını bilmemektedir. Aklında dostları gelir; ilkin Turgenyev’i görmeyi düşünür fakat o sürekli seyahat halindedir, hem de “sevdiği kadının isteklerine tamamen boyun eğmiş olan Turgenyev”i tercih etmez. Onu Nohant’a davet eden George Sand’ı düşünür fakat onu da fazla “anne” bulur. “Flaubert ona sürekli karanlık düşünceler içerisinde olduğunu ve ölmek istediğini söylediğinde Sand ona iyi uyumasını, iyi yemesini, özellikle de spor yapmasını salık veriyordu.” (s.11) Ancak yine de Sand’ın bir tavsiyesini dinleyerek Victor Hugo ile konuşmaya gider. Hugo’yu idealize eden ve onun hakkında kötü konuşulmasına gençliğinden beri asla müsaade etmeyen Flaubert için bu buluşma bir hayal kırıklığı niteliğindedir. Konuşacakları onca konu varken sadece Goethe’den bahsetmiştir Hugo. “Eğer Victor Hugo’nun Rouen’ın herhangi bir burjuvasından daha iyi söyleyecek bir şeyi yoksa insan hayattan ne bekleyebilirdi ki?” (s.16) Üstelik üstadın, torunlarını eğlendirmek için ıstakoz bacağını kabuğuyla yemesi onda tuhaf bir his uyandırır. Oysa ıstakoz nevinden hayvanlar yakın zamanda ona arzuladığı ilhamı verecektir.

Neticede Flaubert, dostu Georges Pouchet’nin yanına Concarneau’ya gitmeye karar verir. Oraya vardığında Georges Pennetier de vardır. İsviçre Alplerinden, dağlardan, karlı orman havasından haz etmeyen Flaubert’e neden oraya gitmeyi istediğini soran yeğeni Caroline’e ise o bölgenin iklimini sevdiğini ve balık incelemesinden haz aldığını belirtmiştir:

“Flaubert orasının çok güzel olduğunu söylemiş, iklimin Dieppe’den daha yumuşak, Arcachon’dan daha kuru olduğunu belirtip bunun sinirlerini yatıştıracağını dile getirmişti. ‘Hem’ diye eklemişti, ‘Pouchet’lerin oğlu var, onun tek tek balıkları incelemesini seyrederim, eğlenceli olur.’” (s.26)

Bununla birlikte intihar etmeyi düşünen, maddi-manevi ıstırap çeken Flaubert orada hakikaten neşeli görünmektedir. Flaubert ve Pouchet’den yaklaşık yirmi sene, hatta daha fazla yaşayan Pennetier, yazarın orada oldukça neşeli olduğunu nakleder. Postel ise Flaubert’in bu neşeli halini onun deniz aşığı olmasına ve yüzmeyi çok sevmesine bağlar. Öte yandan iki bilim insanıyla birliktedir yazar. Pennetier, Pouchet’nin babası gibi ona karşı olanların verdiği isimle “spontan nesil” tezini, yani hayatın şekilsiz organik maddeden doğduğu fikrini benimsemiştir. Pouchet ise kurduğu büyük akvaryumda mütemadiyen balıkları, yumuşakçaları ve deniz hıyarına varana dek diğer deniz canlılarını inceler. Flaubert’in ilgisini bilhassa teşrih odasında gerçekleşen bu çalışmalar çeker:

“Pouchet’nin bilimsel aktiviteleri onun ilgisini çekiyordu, Pouchet’nin hayatına imreniyor ve gayet ciddi bir biçimde onun yanında bulunarak varoluşuna yayılan faziletinden kendisine de bulaşacağını umuyordu.” (s.53)

Nitekim bilimi “zihnin ulaştığı en yüksek noktalardan biri”, bilim insanlarını ise “insanların haklı olarak gururlanabileceği tek gerçek kahramanlar” olarak gören Flaubert’in realizmin öncü isimlerinden biri olmasına şaşmamalı. Öte yandan, bilim sevdasına ve saygısına karşın bilim-edebiyat farkının altını çizmeyi de ihmal etmez:

“Arzunun, iğrenmenin, şehvetin bu devasa gözüdönmüşlüğünü hiçbir mikroskop, hiçbir teşrih masası gün yüzüne çıkaramazdı. Onun bildiğini ne kedibalığının üreme organları, ne kalkan balığının sinir sistemi ne de deniz tavşanının parçalanmış etleri gösterebilirdi. Çünkü yalnızca sanat bunun sırrını elinde tutabilir, yalnızca sanat tıpkı kalp gibi atan, ağız dolusu kana bulanmış bu cümlelerle hayatın damarlarında nabız gibi ritim tutan çelişkilerinin şiddetini ve dönüşümlerinin gizemini dile getirebilirdi.” (s.80)

Böylelikle, hem George Sand’ın mektubundaki “Hayatı yumuşakçalardan öğren!” tavsiyesine uyan hem de bilimle edebiyatı kesin hatlarla ayıran Flaubert, akvaryumda gördüğü kabuğunu değiştiren ıstakoz gibi olmak isteyerek yine Latin müktesebatına yönelir çünkü onun için “Modern olan her şey içinde hayali bir Antikite, düşlenmiş bir Ortaçağ” barındırır. Bu doğrultuda bir Ortaçağ masalı olarak gördüğü Aziz Julien’in öyküsünü neden bu zaman diliminde tasarladığı anlaşılabilir. Nitekim Flaubert’in bu seyahatindeki deneyimlerine paralel olarak nihayetinde “Konuksever Aziz Julien Söylencesi” adını alacak öyküsünü nasıl kaleme aldığı da anlatılır. Flaubert, ağır yazan, sürekli değişiklik yapan, kelime kelime, cümle cümle kafa yoran bir yazardır. Julien’in, içindeki acımasızlık yüzünden önce hayvanları, sonra anne-babasını öldürüp, ardından tövbe edip inzivaya çekildikten sonra kayığına aldığı ve soğuktan donmaması için sarıldığı cüzamlı hastanın Hz. İsa’ya dönüşmesi sonucu aziz mertebesine yükseldiği hikâyedeki her unsur üzerine ince ince çalışır. Böylelikle okur, Flaubert’in edebi izleğine, üslubuna, sanata bakış açısına dair de bilgi sahibi olur.

Özetlemek gerekirse, Alexandre Postel’in yazdığı “Flaubert’in Bir Sonbaharı”, yazarın vefatından dört-beş sene önceki sürecini konu edinir. Okur kendini, bu süreçte her anlamda çıkmaza giren elli üç yaşındaki Flaubert’in zihninde bulur. Flaubert’in zihninde dolaşırken buhranlarından yazın sürecine, yazın sürecinden dost çevresine kadar pek çok bilgi ediniriz. Bu bağlamda biyografik roman özellikleri taşıyan eser alternatif bir okumayla Flaubert’in poetikasını da satır aralarında sunmuş olur. Ayrıca Postel, bu seyahatin sonrasına dair de bilgi vermeyi ihmal etmez. Böylelikle sonbahar ilkbahara bağlanmıştır, desek yanlış olmaz çünkü son bölüm olan 11. bölümde anlatılan törenin tarihi 27 Nisan’dır.

“Flaubert yemek esnasında ona sorulan soruyu ve zihninden geçen tuhaf düşünceyi bir kez daha ziyaret etti. ‘İlham bana balıklardan gelmişti’ demek istemiş fakat yarım bırakmıştı.” (s.95)