YAZARLAR

İklim krizi ve dindar algıya sesleniş: Dua duruş, sabır direniş, kader gayrettir

Canlı cansız tüm varlıklara yani İslam düşüncesindeki söyleyişle kâinata ve eşyaya bakışı sorumluk üzerine olması gereken Müslüman algı yine tersine işliyor ve insanın sorumluluğunu Allah’a iade ederek dindarlığın gereği gibi gösteriyor içine kapanışı.

Ülkece yangın ve sellerle afet bölgesiyiz. Yüzlerce yangın çok sayıda sel, ölen, yaralanan insanlar, hayvanlar, yanan orman ve ağaçlarla, sel suları ve heyelanla yitip giden, börtü-böcek, çayır-çimen dahil koca bir ekosistem. Geride kalanları bekleyense eskisinden çok daha zorlaşmış hayat şartları. Zorlaşan hayat şartlarını daha bir çekilmez hale getirmek için elinden geleni ardına komayan iktidar tüy dikiyor bu karanlık tabloya. Henüz yangınlar söndürülmemiş, küle dönmüş köylerde hasar tespiti yapılmamışken Toplu Konut İdaresi (TOKİ) birkaç model köy evi projesiyle sahne alıp, her şeyini kaybetmiş olanları krediyle borçlandırmaya çalışıyor. Güçlü devletin yardımı böyle demek ki, hayatta kaldın madem geleceğini devlete ipotek edeceksin. Olmadı tepene düşen çaya şükredeceksin, naylon poşetle değil doğa dostu dokuma kumaşla paketlenip fırlatıldığı için. Sakillik kapladı her yanımızı, adeta nefes alamaz haldeyiz.

Yine de yaşam, umut demek. Küllerin altında sarmalanmış tohumlar, yanan ağaçların sağlam köklerinden boy verecek filizler, giden selden arta kalan kumun gizlediği yumurtalar, umudumuz. Yeter ki tabiatın sesine kulak verip ekolojik dengeyi gözeterek umudumuzu besleyip büyütmenin yollarını arayalım. Yeter ki hoyratça iş makinalarıyla dalmayalım o arazilere. Yanan, selden yıkılan evlerin yerine yeni konutları biraz ötelere yapıp kedi haline bırakalım o tabiat parçasını. İnsan müdahalesi olmazsa doğanın iyileştirici gücünü, yıl be yıl izleme şansı buluruz. İklim krizine karşı radikal önlemler alarak eko kırımı durdurmanın mücadelesini vermek gerekiyor tabi ki bu umudun gerçekleşmesi için. Çünkü umut oturup beklemekle değil sakınıp, gözeterek, bilinçli ve organize çalışarak ele geçirilebilir. Masallar bu nedenle küllerinden her dem yeniden doğup, umudu simgeleyen Zümrüdüanka kuşunu Kafdağı’nın ardına yerleştirmiş olmalı. Bana kalırsa günümüzün masalındaki Kafdağını aşabilmek için şu iki büyük canavarı yenmek gerekiyor: Cinskırım ve Ekokırım. Bu iki kırımı, bu iki insanlık suçunu, bu iki canavarı yenerek umuda yani huzur ve güven iklimine ulaşılabilir.

Ekokırım için mücadelenin mutlaka gerekli olsa da bireysel davranış değişiklikleriyle kazanılamayacağı malum. Ulusal politikalar geliştirilerek radikal önlemler alınması için de büyük çaba gerekiyor. Artı yerlici, millici takıntılardan kurtulup yerküreci yaklaşımla küresel ölçekli önlemler için harekete geçilmeli. Harekete geçildi aslında ama kağıt üzerinde kalan iyi niyet beyanlarından ibaret, henüz hayata geçirilmedi. Örneğin Paris İklim Değişikliği Antlaşmasını Türkiye imzalanmıştı ama onaylamadı. Antlaşma küresel ısınmadaki artışın, sanayileşme öncesine kıyasla 1,5 ila 2 derece arasında sınırlandırılmasını hedefliyor. Uzmanlara göre 2 dereceden daha fazla ısınma, iklim krizinde geri dönülemeyecek sınırın aşılması anlamına geliyor. Yani halen iklim krizinin önüne geçmek ve eko sistemin kendini yenileyebilmesine fırsat sunmak için yapılacaklar var, henüz kritik eşik aşılmış değil. Radikal politikaları uygulamak şartıyla halen önlenebilir bir krizin içindeyiz uzmanlara göre. Şu anda G20 ülkeleri arasında imzalayıp da onaylamayan tek ülkeyiz. Angola, Eritre, İran, Irak, Kırgızistan, Lübnan, Libya, Güney Sudan ve Yemen gibi onaylamayan ülkelerden birisi olmamızın nedenlerinden birisi Türkiye’nin masadaki yerinden memnun olmayışı ile açıklanıyor. Yoksul ülkeler gibi doğrudan yardım alma beklentisi olmasa da antlaşmayı onaylayarak taraf olunduğunda yerine getirilmesi gereken bir dizi önlemin gerektirdiği maddi ihtiyaçları karşılamak için kredi alabilmek adına gelişmiş ülke kategorisine yerleşmekten rahatsız Türkiye. G20 toplantılarına ala yı vala ile gidip, iç politikada güçlü devlet imajı sergileme fırsatıyla Türk’ün Türk’e propagandasına fırsat bulmak çok iyi ama iklim krizi için bütçe ayırmak zor geliyor iktidara.

Oysa “Türkiye, iklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgelerden birinde yer alıyor. Tahminler, Türkiye’de ortalama sıcaklığın 2100 yılına kadar 5 derece civarında yükseleceği yönünde. 2019 Küresel İklim Riski Endeksi Türkiye’de iklim değişikliğinden kaynaklanan felaketlerin, 1997-2017 yılları arasında yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir ekonomik kaybın oluşmasına neden olduğunu gösteriyor.” 

Bu hesapça, yirmi yılda küresel ısınmanın yol açtığı felaketlerle mücadele ve zararların telafisi için harcanan 2 milyar dolar ekonomik kayıp dikkate alınarak, bir an önce antlaşma onaylanıp gerekli adımlar atılsa, sırf bütçe yönünden düşünsek bile zarardan kar etmeye başlayabiliriz demektir. Ancak bu yönde iktidarı zorlamak için yurttaşlık bilincinin gelişmesi gerekiyor.

Toplumda yaygın kadercilik anlayışı ile yurttaşlık bilincinin gelişmemesi arasındaki ilişkiye dikkat çekmek için seçtim başlığı. Dua duruştur, sabır direniş ve kaderimiz gayretimize bağlı kılınmıştır, inancıma göre. Ancak “tevekkülü Allah’ı vekilharç tayin etmek” olarak anlayan bir dindarlık hakim toplumda. Örneğin İlahi mesaj “olmayana da ver” diyerek yoksula, muhtaca yardım sorumluluğu yükler insana. Ancak ortalama Müslüman bilinç çok ters anlamış bu görevi ve tevekkül adına sorumluluğu Allah’a iade edercesine “Allah’ım olmayana da ver” duasını diline pelesenk etmiştir. Sonra da 'olmayacak duaya amin denmez' diye bir deyim oluşmuştur dilimizde. Olmayana da verme yükümlülüğünü Allah’a iade eden dua, işte o deyimdeki amin denmeyecek, olmayacak duadır. Çünkü dua duruştur. Duruş yani pozisyon ve o pozisyona uyguna eylemlilik halidir, oturup beklemek anlaşılmasın. Söz ve eylem birliği olarak da düşünebiliriz ki özü sözü bir olma halini de açıklar sanırım. Diyanet İşleri Başkanı yağmur duası için kim bilir ne büyük konvoyla Antalya’ya gidip sera gazı salınımını gereksiz yere arttıracağına oturduğu yerden iktidara ve topluma çevreci ayetleri hatırlatıp iklim anlaşmasını onaylama tavsiyesi verse örneğin gerçekten dua etmiş olurdu.

Son yangınlar ve sel felaketleri ölüm, yaralanma ve kayıplar üzerine yaygın sabır tavsiyeleri yapılması da çıldırtıcı geliyor bana. Bir köşede sessizce tespih dolusu “ya sabır” çekmek, sabretme eyleminin yanından bile geçmiyor. Sabretme eylemi diyorum çünkü gerçekten bir şeyleri eylemek ifade edilir sabırla. Duan yani duruşun doğrultusunda iyi, doğru, gerekli olduğunu düşündüğün her ne ise onu yapmaya devam etmektir. Bu yolda karşına çıkabilecek tüm zorluklara, engellere direnerek inandığın işe devam etmektir sabır. Bu nedenle 'sabır direniştir' diyorum. Ve bu haliyle bakıldığında dua da sabır da ortalama dindardan ne kadar uzak, hak savunucularına ne kadar yakın… Ve kıyamet tasvirlerini andırır felaketlerin yaşandığı bu günlerde bazıları da dindarlık adına çıkıp iklim krizi ve tedbir alınmasından bahsedenlere “zaten kıyamet kopacak” diyerek kadere rıza nutukları çekebiliyor.

Kadere rıza, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine iman meselesi hakikaten sıkıntılı bir konu. İnsanın sorumluluğunu, bireyin özgür iradesiyle yükümlülüklerini yerine getirmesini önleyen bir yaklaşım oluşturuyor dindar algıda. Oysa İlahi mesaj “kaderiniz gayretinize bağlı kılınmıştır” der. Sen çalışır, çabalar, sorumluluklarını yerine getirir ya murat ettiğin şeye ulaşır ya da ulaştığın şeye rıza gösterirsin, kendi huzurun için gösterirsin bu rızayı. Gönül ferahlığıyla gösterdiğimiz o rıza derecesi hem kendimize hem çevremize hayır olur. Yoksa ortalama dindarın algısındaki kader denilen şey her insanın elinde replikle doğup, kendisine biçilen rolü oynadığı bir tiyatro sahnesi yapar dünyayı ve haşa huzurdan Allah’ı da bir oyun yönetmeni olarak görmeye götürür insanı. O vakit neden akılla donatılıp irade yükleneydi ve sorumluluklarla birlikte seçme hakkı sunulaydı ki insana ama bunu düşünmek bile sorgulamayı gerektiriyor.

Kötülüklerin de Allah’tan geldiğine inanmak çok daha büyük bir sorun. Mitolojideki kötücül tanrılar gibi bir misyon yüklenmiş Allah tasavvuru ürkütücü. Ürkütücü çünkü birey olmayı engelleyen, kişinin kendi sorumluluğunu iyi ve kötüsüyle üstelenmesine imkan bırakmayan bir durum yaratıyor. Kötülüklerde Allah’ı fail gibi gösteren bir inanç zaafı yaratıyor. Hani şaşırıyoruz ya bakanlar, kurumlar hep sorumluluğu diğerine atıyor, hiç kimse kusurunu, hatasını kabul etmiyor ve bu ülkede hiçbir zaman görevinde yetersiz kaldığı için ya da kendince sorumluluğunu yerine getirdiği inancıyla mutmain olarak istifa etmiyor, köşesine çekilmiyor diye işte bu garip kadercilik anlayışının yüklediği İlahi mesaja da aykırı Tanrı tasavvuruyla ilişkili bence. Dindar ya da ateist olsun bu ülkede İslam’ın farklı yorumlarına veya diğer tek tanrılı dinlere inansın, böylesi bir din algısının oluşturduğu toplumsal kültür atmosferinde yaşayan herkes ancak bu din algısını sorguladığında sorumlu yurttaş olabiliyor.

Ekokırım karşısında mücadele için iktidarı yönlendirmek ve önce iktidarı da kuşatmış olan bu ortalama dindar algıdaki dua, sabır ve kader anlayışını tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Cinskırım konusu da çok benzer saiklerle din algısı perspektifinden konuşulmalı tabii ki. Zira ekokırımı durdurmak için gerekli olan iklim krizi ile ilgili antlaşmayı imzalayıp da onaylamayan iktidar, cinskırıma karşı yürütülecek erkek şiddetiyle mücadele için İstanbul Sözleşmesi’nden çekilirken de aynı saiklerin etkisindeydi. Ortalama dindarın algısıyla oluşmuş ve siyaseten şu an için iktidarın faydasına görülen yerlicilik ve millicilik evrensel değerlere karşı çıkış için bahane yapıldığı gibi küresel soruna karşı küresel işbirliğine girişmeyi ret edişin de bahanesi olarak kullanılıyor. Canlı cansız tüm varlıklara yani İslam düşüncesindeki söyleyişle kâinata ve eşyaya bakışı sorumluk üzerine olması gereken Müslüman algı yine tersine işliyor ve insanın sorumluluğunu Allah’a iade ederek dindarlığın gereği gibi gösteriyor içine kapanışı. Verilen irade benim anladığım kadarıyla hayırlı insan olmak yönünde söylem ve eylem üretmek için. 'İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır' denmiştir unutmayalım. Ve Allah iyiliği emreder. Yerküreye ve canlı cansız tüm varlıklara iyilik için bugün, şimdi iklim anlaşmasını onaylayıp yükümlülüklerini yerine getirmesi için iktidar üzerinde baskı kurmak hem bilinçli dindar hem bilinçli yurttaş olmanın gereği.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.