YAZARLAR

Hepimiz aynı gemideymişiz!

İsveç ve Avrupa sinemasının yeni prensi Ruben Östlund’un Cannes’da ikinci kez Altın Palmiye kazandığı filmi "Hüzün Üçgeni" vizyonda. Dünyanın gidişatından endişeli Batılı orta sınıfların gördüğü ve kaygılandığı şeylerin ötesine geçmeyen, bunu derinleştirme ufku ve iddiası taşımayan bir yapım "Hüzün Üçgeni".

İsveç ve Avrupa sinemasının yeni prensi Ruben Östlund’un Cannes’da ilk Altın Palmiye’sini kazandığı 2017 tarihli “Kare” filmini bitirirken bu köşede şöyle yazmışız: “Kare’nin en zayıf noktasını film boyunca gösterilen yoksullar, dilenciler, sokak insanlarına dair bölümler oluşturuyor. Ruben Östlund, bu performanslar evreninde onları tam olarak nereye oturtacağına karar veremiyor bir türlü. Kimi zaman bir dilencinin para isteme anının filmin diğer alanlarındaki performanslarla aynı olduğunu düşünürken, kimi zaman bu ısrarlı tekrarların filmde işlemediği duygusuna kapılıyorsunuz.”

Beş yıl sonra bir kez daha Altın Palmiye kazandığı filmi “Hüzün Üçgeni” (Triangle of Sadness), yönetmen bu eleştirileri duymuş da, bakın size ‘aşağıdakiler ve yukardakileri nasıl anlatıyorum’ iddiasıyla yola çıkmış izlenimi uyandırıyor!

“Hüzün Üçgeni”, genel yaklaşım olarak “Kare”nin bıraktığı yerden başlıyor adeta. Bir grup bakımlı, atletik erkeğin yarı çıplak seçmelere katıldığı bir mekânda açılıyor yapım. Carl da kendisini seçicilere beğendirmeye çalışan bu erkeklerden birisi. Bu absürt ve performans odaklı girişin ardından, sosyal medya fenomeni Maya ile tanışıyoruz. Üç bölümden oluşan filmin ilk bölümü ağırlıklı olarak Carl ile Maya arasındaki ‘ilişki’ye odaklanıyor. İkilinin hem sevgili hem de iş ortağı olarak kurdukları bu ilişkinin merkezinde gece boyunca para yer alıyor.

İkinci bölüm, Carl ve Maya’nın sosyal medya gücü sayesinde bedava gittikleri, aslında ultra zenginlere hizmet veren lüks bir yatta geçiyor. Bu bölüm “aynı gemide” olanlara dair büyük sözlerin söylendiği yer. Son olarak ise, yatın batıp bir grup insanın kurtulduğu zamana odaklanıyor. Burada da insanlığa dair hayli şey öğreniyoruz!

.

Ruben Östlund, çağımızın en yetenekli yönetmenlerinden. Bu bir gerçek. Ama “Gitarrmongot” (2004), “De ofrivilliga” (2008) ve “Play” (2011) gibi filmlerinin ardından kendisine dünya çapında tanınırlık sağlayan 2014 tarihli “Turist”ten sonra oyunu kuralına göre oynuyormuş gibi görünüyor. “Hüzün Üçgeni” de “Kare” gibi, hatta yer yer ondan da fazla, derdini kör gözün parmağına anlatmayı seçen ama bunu yaparken de yönetmeninin zanaatı sayesinde defolarını gizleyen yapımlardan.

Özellikli ikinci bölüm, yani yatta geçen hikâye hem göndermeleriyle hem içeriğiyle hem de siyasal söylemiyle vasat. Eğlenceli mi evet, iyi çekilmiş mi tabii ki. Ama o kadar. Yer yer Wes Anderson filmlerinden fırlamış karakterleriyle, kapitalist Rus-Marksist Amerikalı atışmasıyla, gemideki sınıfsallığa inşaya vurgu yapan klişeleriyle çok fazla öngörülebilir hale geliyor yapım. Üst katmanlardaki zenginlere sadece Anglosakson emekçilerin hizmet edebildiği, Uzakdoğu Asyalıların kamara katlarında temizlik işlerinde, diğerlerinin de en altta kazan dairesinde olması müthiş bir dünya alegorisi fikri olmalı! Tevfik Fikret’in “Han-ı Yağma” şiirindeki “Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin / Doyunca, tıksırınca, atlayıncaya kadar yiyin!” temasının da unutulmadığı yapımda Marco Ferreri'nin 1973 tarihli başyapıtı “La grande bouffe” (Büyük Tıkınma) uzunca bir süre onore ediliyor. Zenginliğin aşırı tıkınan, şişko, göbekli ve puro içen adamlarla tarif edildiği dönem biraz geride mi kaldı acaba? Şimdikiler beden formlarına çok dikkat ediyor, vegan takılıyor ve hatta doğayı korumak için milyon dolarlar bağışlıyorlar galiba daha çok…

Birkaç zengin, Maya ile Carl, geminin üç katmanından birer emekçinin kurtulmayı başardığı batış sonrası bölümü ise çok uzun öncelikle. Daha iddialı cümleler kurmak isteyenler “gereksiz” bile diyebilir bu bölüm için. Ben ikisine de katılmakla birlikte eldeki malzemeye odaklanmaktan yanayım. Yatta, emekçi hiyerarşisinde ‘orta’da bulunan ve temizlik görevlisi olarak çalışan Abigail’in temsiline dair iki kelam edelim. Tabii ki hayatları boyunca çalışmamış olanların ‘ıssız’ bir adada hayatta kalmaları söz konusu olamayacağı için Abigail’in becerileri devreye giriyor. O da bu gücü kullanıyor diğerleri üzerinde. Bana kalsa az bile yapıyor ama yönetmenin bu bölümü kurarken motivasyonu bir sınıf öfkesinden ziyade, “gücü eline geçiren diğerlerine böyle yapıyor” temalı liberal amentüden öteye gidemiyor.

Ezcümle, izlemeyenlerin tadını daha fazla kaçırmadan, dünyanın gidişatından endişeli Batılı orta sınıfların gördüğü ve kaygılandığı şeylerin ötesine geçmeyen, bunu derinleştirme ufku ve iddiası taşımayan bir yapım “Hüzün Üçgeni”. “Hepimiz aynı gemideyiz ve ne yazık ki bazıları alt katta. Birileri servetine servet katarken birileri yoksulluk yaşıyor. "Biri kapitalist, diğeri ‘Marksist’ iki sarhoşun atışması aynı şeydir” demeye getiriyor yönetmen diye çıkarım yapmaya kalksak analizimiz çok kaba bulunur. Film de öyle aslında, sadece bunu süslemeyi beceriyor yönetmen. Kendi adıma bütün bunları hiç süslemeden, dümdüz anlatmayı bilerek tercih etikleri için eleştirilen Ken Loach ve Darden Kardeşleri daha samimi bulduğumu belirterek bitireyim.