Evde ekmek yapmak

İçinde olduğumuz korona virüsü günlerinde, eve kapanıp kalmak zorunda olan insanlar, ekmek bağlamında bir “kendin pişir, kendin ye” davranışı geliştirdi. İnsanların bu virüs salgınında; una dokunarak, unu suyla buluşturarak, parmaklara yapışmış hamur parçalarını sıyırarak bulmaya çalıştıkları, çok önceden yitirdikleri o ilkelliği, o yalınlığı, o içtenliği bulma çabasıydı…

Google Haberlere Abone ol

Son günlerde, sosyal medyada “evde ekmek yapmak” eylemi oldukça ilgi gören bir konu oldu. Ekmek yapanların yaptıkları ekmek görüntüleri, ortaya çıkardıkları ürünle gurur duymaları gerçekten etkileyiciydi. Virüs salgını nedeniyle evlere kapanıp kalmak (kapatılıp kalmak mı demeliyim?), insanlarda bir doğaya yönelme, ekmek bağlamında da bir “kendin pişir, kendin ye” davranışı geliştirdi. Belki de bu virüs salgını içlerinde zaten var olan buna benzer istekleri gerçekleştirebilecekleri zamanı bulmalarına neden oldu. Öyle ki, kendimi bazen insanların yiyecekleri pişirerek yemeyi öğrenmelerine neden olan ateşin bulunduğu günlerde gibi hissettim. Balkonunda ya da küçük bahçesinde soğan, maydanoz yetiştirmeye başlayanlar da oldu. Bu yeni gelişmelerin eski biçimini ben çocukluğumda doya doya, hatta bıkana kadar yaşamıştım. Örneğin, ben somun ekmek yiyen komşumuzun çocuğuna sac ekmeği verirdim, o da bana somun ekmek verirdi, keyifle yerdik. Biz fırından ekmek almazdık. Sarmaşıklarla çevrili, her türlü çiçeğin olduğu yoksul ama güzel avlumuzdaki ocakta ateş yakılır, annem ve komşu kadınlar sac ekmeği pişirirlerdi. İşe şafakta başlanırdı ve öğleye kadar sürerdi. Bu arada kahvaltımız unutulduğu için, neredeyse açlıktan kıvranırdık. Babamın ifadesiyle "kuşluk vakti"nde, yani öğleye doğru, sacın üstünde ıspanaklı börek (Adana dışında ‘gözleme’ de denir ama ondan biraz farklıydı) yapardı annem. Tanrım, o ne mutluluktu! Hele yazsa ve soğuk karpuz da varsa...

.

İNSANLIĞIN KOKUSU

Evimiz, sarmaşıktan bir duvarla çevrili, tipik bir Akdeniz eviydi. Eğri büğrü, hep aynı çarpıklıkta açık duran, parmaklık tahtalarından yapılmış derme çatma bir avlu kapısı vardı. Akşamüst1eri, eşikte annem ve komşu kadınlar oturup söyleşirlerdi. Hemen yanlarında, bildim bileli orada duran, bir taş yığını vardı. O kadar eski bir yığındı ki, artık taşların arasında ot1ar çıkmış, minicik, mavi çiçekler açmıştı. Hava karardıktan sonra, bu taşların içinden sesler gelirdi, “gecenin sesi” diye düşünürdüm ben. Kadınların konuşmalarına karışırdı. Kim bilir, belki de sessizliğin sesiydi. Bu sesleri bulmaya çalışırdım. Tam bulduğumu sandığımda, başka taşın altından gelirdi. Sonunda bu gizemli sesleri bulmaya çalışmaktan yorulurdum. İşte böyle akşamlarda, sokağımızı bir ekmek kokusu sarardı. Bu koku, yaşamın devam ettiğinin, “ne gelir elimizden insan olmaktan başka”nın, sessizce katlanışın, içtenliğin kokusuydu. Geçmişin, masum zamanların, iyi niyetli ve güven veren insanların kokusuydu. İnsanlığın kokusuydu! İşte insanların bu virüsle belirlenen meşum günlerde, evlerinde ekmek yapmaları, bir bakıma “insanlığın kokusu” nu özlemiş olmalarının, onu bulma, o kokuya ulaşma çabalarının bir sonucuydu da. Una dokunmak, unu suyla buluşturmak, parmaklara yapışmış hamur parçalarını sıyırmak, o ilkelliği, o yalınlığı, o içtenliği bulma çabasıydı genellikle.

İnsanların çok önceden yitirdikleri ve bu virüs salgınında bulmaya çalıştıkları o yalınlığı, dedim ya, çocukluğumda yaşamıştım. Şimdi evlerde, son model, elektronik ekmek makinalarında aradıkları o içtenliği ve sıcaklığı, ben (birçoklarımız gibi) ilkel ateşlerde yaşamıştım. Adana’da, ilkokulda öğrenciyken, unutamadığım şeylerden biri de günlerce süren yağmurlar ve okul dönüşü annemin hazırladığı ıspanaklı sac börekleridir. Babamın naylon torbadan yaptığı bir şeyi üstüme geçirirdim ama o yağmurlara vız gelirdi. Eve sırılsıklam girerdim. Pablo Neruda’dan okumuştum, Santiago’ya da böyle yağmurlar yağarmış. Annem hemen beni sobanın yanına alır, kurutmaya çalışırdı. O beni kuruturken, sıcaklığını koruması için odun sobamızın altına doğru bırakılmış, az sonra yiyeceğimiz, üstü bir bezle örtülü tepsideki ıspanaklı sac böreklerini görürdüm. Annem sobanın üstünde pişirirdi börekleri. Kış değilse, avlumuzda, sacda pişirirdi. Korkunç lezzetli olurdu. Şimdi o böreklerin tadını düşünüyorum da, tam anlamıyla anne tadındaydı. Güven veren, içten, hilesiz, sıcak. Hele o ıspanaklar: Pembe kökleriyle serin bir doğa ve tazelik kokardı. Bir de her şeyin yolunda olduğu duygusu verirdi bana o ıspanaklar. Şimdi annem olsaydı, yine bana ıspanaklı sac böreği yapsaydı, onu asla üzmezdim. Onu ben doğurmuşum gibi korurdum. Onun sesine, evin içinde güvenli bir koydaki dalgalar gibi dolaşmasına, gözlerindeki derin ve tartışmasız içtenliğe, ellerinin önyargısız dokunuşlarına sığınırdım.

ATEŞ

Bugün ekmek fırınlarının “odun ateşi”nde ekmek yapanları, camlarına bir levha asarlar: “Ekmeklerimiz odun ateşinde pişmektedir” Simit fırınları da öyle. Odun ateşinde pişmiş simit, en tercih edilenidir ama pek bulunmaz. Kentin şurasında, burasında camekânlarda simit satanlar da farklılıklarını belli etmek için, bir yazı asarlar: “Odun ateşinde simit”. Bana kalırsa insanlar doğalgaz ısısı, elektrik ısısı, mikrodalga fırın ısısı gibi son derece gelişmiş modern ısı olanaklarına sahip olmasına karşın, odun ateşinin ilkelliğini özlüyorlar. Gaston Bachelard, Ateşin Tinçözümlemesi’nde, 18.yy.’da yaşamış bir hekimin yazılarından söz ederken, şu sözleri aktarır: “Ateş deyince ben…yakan, vahşi, çalkantılı, sinirlendirici ve doğaya ters bir ısı anlamıyorum; tatlı, ılımlı ve merhem gibi iyileştirici ateşi anlıyorum. Bu ateş belli bir nemlilikle gelir, kanla benzerliği vardır… Besin özsularının derinliğine iner… Onları doğamızla orantılı tatlılığa ve inceliğe eriştirir…”* Ateşe duyulan saygının doğal bir saygı olmadığını, öğretilmiş bir saygı olduğunu öne süren Bachelard, akan bir sudan daha az tekdüze ve daha az soyut olan, büyümeye ve değişime, her gün çalılarda gördüğümüz yavru kuştan daha hazır olan ateşin değiştirme, zamanı hızlandırma ve yaşamı sonucuna ulaştırma isteği uyandırdığını söyleyecektir, aynı yapıtında. Buradan sözü şuraya getirecektir, insafsız Bachelard: “Aşk, aktarılacak ateşten başka bir şey değildir. Ateş, kaynağı bulunması gereken bir aşktır.”

Virüs salgını günlerine denk gelen ramazanda, akşamüstü fırınların önünde pide, ekmek almak için sıraya giren insanların beklerken biraz bıkkın, sabırsız ve yorgun görünümleri dikkatinizi çekmiştir. Bu insanların aldıkları sıcak pidelerin ellerini yakan ısısına karşın mutluluk içinde koşuşturan görünümleri ile az önceki görünümleri arasındaki çelişkinin somut biçimidir ekmek. Bu çelişki, bazı kutsallığa yakın görülen saygınlıktaki eylemlerin de ortak adıdır: “Eve ekmek götürmek”, “eli ekmek tutmak”, “ekmeğini taştan çıkarmak”, “ekmeğini kazanmak”. En sonunda o kirli paranın en temiz ve tartışmasız olanı: “Ekmek parası”…

ORTAK TEMEL GIDA: EKMEK

Demek, evde ekmek yapmak, bir yerde bu saygın eylemleri hatırlatması bakımından da insanlara mutluluk ve özgüven veren, haklılık duygusunu geliştiren bir davranış oluyor, denebilir. Bu mutluluğun yoğunluğu, elbette Cilalı Taş Devri’nde ilk ekmeği, bir taşı ısıtarak pişiren insanın mutluluğunun yoğunluğuyla kıyaslanamayabilir. Ama ortada ateşi mutluluğun kaynağı olarak kullanmanın ortak bilinci var. Bu ortak bilinç, insana özgü bir özellik. Elbette diğer hayvanlar da ortak davranıyorlar. Ama onlarınki, bildiğimiz gibi bilinçsel değil, içgüdüsel. Çünkü onlar açısından ortak davranışın bir hukukundan, kültüründen (tarihinden, biliminden, sanatından, geleneklerinden) söz edemeyiz. Topluluk halinde yaşayan insanlara tek tek “birey” deriz. Çünkü insanların topluluk dışında da kendilerine özgü bireysel davranışları vardır. Oysa diğer hayvanların bireysel özellikleri olmadığı için, onların toplu haldeki yaşama biçimlerine “sürü” deriz. Sürü halinde uçuyorlar, sürü halinde yürüyorlar, sürü halinde yüzüyorlar… İşte, ilk ekmeği yapan insan, belki de “sürü” olmaktan, “topluluk” olmaya evrilmiş ilk insandır. Günümüzde oldukça gelişmiş olan ekmek pişirme teknolojisi, ekmeğin biçimi, lezzeti, katkısı da onu geliştiren insanın kültürel farklarını yansıtır, diyebiliriz. Örneğin Fransızların geliştirdikleri “baguette” (baget) adı verilen ekmeğin tarihi, “francala” olarak bildiğimiz ekmeğin de tarihidir. Kaynaklara göre, Napolyon döneminde (18. yy.), askerlerin kolayca taşıyabilecekleri, gerektiğinde pantolonlarının içine sığabilecek türden bir ekmek arayışına girilmiş ve ince, uzun, sert kabuklu, içinde büyük delikler olan, nefis ekmek tadı ve kokusu taşıyan baget ekmek geliştirilmiş. Osmanlı döneminde, özellikle donanmadaki askerlerin ihtiyacını karşılamak için kullanılan “peksimet” de, dikkat ederseniz, askeri amaçla kullanılmış. Ama kuru ve uzun zaman dayanabilen peksimet ile baget arasındaki fark, bagetin içinin yumuşak kalmasıdır. Kaynaklara göre peksimet, bagetten daha eskidir. Peksimet ilk kez, Bizans döneminde, 1100’lerde, Anadolu’dan Konstantinopolis (İstanbul)’e gelen bir gezginin sırt çantasından çıkar. İlerleyen zamanlarda, imparatorluk yönetiminde çok önemli yerlere gelecek olan “İustinos” adındaki gezginin çantasından çıkan peksimetin o zamanki adı “paximadia”dır.** Demek, devletlerin savunma ve saldırı reflekslerinin mekanizmasını oluşturan militarist yapıların da ortak temel gıdası ekmek oluyor.

Virüs salgını günleri, evde kalmak zorunda olan insanların, belki de kendileriyle baş başa kalmalarına, kendilerini gözden geçirmelerine neden oluyor. İnsanlar, ekmek gibi endüstriyel ürün haline gelmiş en temel gıdası olan bir ürünü, belki de yeniden keşfediyor. Umarım bu keşifleri virüs salgınından sonra da sürer ve “özgürlük”, “barış” gibi daha gelişmiş, daha insani gıdalarını da keşfederler.

KAYNAKLAR

*Gaston Bachelard, Ateşin Tinçözümlemesi, çev. Nail Bezel, Öteki Yayınevi,1999.

**Andrew Dalby, Bizansın Damak Tadı, Alfa Yayınları, 2014.

Etiketler ekmek salgın korona