Modern toplumun hızı zaman algımızı nasıl bozuyor?

Modern toplumun yüksek hızı iç ritmimizi bozuyor. Gittikçe hızlanan insanlık artık neredeyse sağlıklı bir zaman algısını yitirmiş durumda. Telaş, hayatımızın gündelik bir parçası haline gelmişken ne yapabiliriz?

Google Haberlere Abone ol

Chelsea Wald

Kısa bir süre önce, kendime, yakın zamanda tanımlanmış bir sorun olan ‘kaldırım öfkesi’ rahatsızlığı teşhisi koydum. Bu durum, her zaman yavaş yürüyen bir arkadaşım söz konusu olduğunda en belirgin hale geliyor. Geçtiğimiz ay birlikte bir akşam yemeğine giderken, kendimi dilimi ısırırken buldum ve bundan sonra onunla bir yerlere gitmeyi bırakmamın iyi olacağını düşündüm.

İsterseniz kendinizi Hawaii Üniversitesi’nde psikolog olan Leon James tarafından geliştirilen ‘yaya saldırganlık sendromu’ ölçeği aracılığıyla gözden geçirebilirsiniz. Kalabalık bir yerde yürürken, kendinizi ‘düşmanca bir şekilde hareket ederken’ (gergin bir yüz ifadesi takınarak insanlara dik dik bakarken, beklenenden daha yakın veya daha hızlı hareket ederken vb.) ve “zihninizdeki şiddet içerikli düşüncelerden keyif alırken” buluyor musunuz?

‘SABIR, TWITTER ÇAĞINDA BOZGUNA UĞRAMIŞ BİR ERDEMDİR’

Elbette ‘kaldırım öfkesi’ yalnızca kaldırımla sınırlı değil. Trafikte yavaş ilerleyen sürücüler, ağır çalışan internet bağlantısı, yavaş çalışan marketler… bunların hepsi bizi deli ediyor. Bu makalenin bulunduğu internet sayfasının açılması dahi sizin için biraz uzun sürüyor olabilir.

O halde doğrudan yazının konusuna gelelim. Yavaş şeyler bizi çıldırtıyor; çünkü toplumun hızlı temposu hepimizin zamanlama anlayışında sapmaya yol açtı. Büyük büyük dedelerimizin mucizevi bir şekilde verimli bulduğu şeyler artık bizi öfke ve mutsuzluğa sürüklüyor. Sabır, Twitter çağında bozguna uğramış bir erdemdir.

Bir zamanlar, bilişselci bilim insanları bizlere, sabrın ve sabırsızlığın evrimsel bir amacı olduğunu söylüyordu. Bir şeylerin gerçekleşmesi için çok uzun süre beklediğimizi ve yola devam etmemiz gerektiğini söyleyen, incelikle ayarlanmış bir iç zamanlayıcı olan bir yin-yang* dengesi kurdular. Bu zamanlayıcının vızıltısı kesildiğinde, verimsiz bir arazide yiyecek aramanın veya başarısız bir avın peşini bırakmanın zamanı gelmiş demekti.

EVRİMDEN KALAN MİRAS

Almanya’daki Freiburg Psikoloji ve Ruh Sağlığı Sınır Alanları Enstitüsü’nde psikolog olan Marc Wittmann “Neden mi sabırsızız? Bu, bize evrimimizden kalan bir miras,” diyor. Sabırsızlık, tek ve hiçbir fayda sağlamayan bir faaliyet için çok uzun zaman harcadığımızda, ölmekten kaçınmamızı sağlıyordu. Bu duygu, bize harekete geçme dürtüsünü kazandırıyordu.

Ne var ki bu olumlu etki artık kayboldu. Toplumun hızlı temposu iç zamanlayıcımızın dengesini bozuyor. Yeterince hızlı karşılanamayacak, hatta hiç karşılanamayacak beklentiler yaratıyor. İşler tahminimizden daha ağır ilerlediğinde, iç zamanlayıcımız bize oyun oynuyor, bekleme süresini uzatıyor ve öfke duygusunun ortaya çıkmasını erteliyor.

Goldsmiths’te bulunan Londra Üniversitesi’nde sinirbilimci olan James Moore, “Zaman ve duygular arasındaki bağlantı karmaşık bir ilişki,” diyor. “Çoğu şey beklentiye göre biçimlenir; şayet zaman alan bir şeyi bekliyorsak, bunu kabullenebiliriz. Hayal kırıklığı hissi, çoğunlukla beklentilerin aşılmasının neticesinde ortaya çıkar,” diyor.

Wittman, “Zaman uzadıkça öfkeleniyoruz,” diye ekliyor.

‘HIZ PİSTİNDEKİ YARIŞÇILAR GİBİYİZ’

Yine de yanlış bir fikre kapılmayın: Toplum, Bonneville Hız Pisti’ndeki bir yarışçı misali hızlanmaya devam ediyor. Hartmut Rosa, ‘Social Acceleration: A New Theory of Modernity’ (Toplumsal Hızlanma: Yeni Bir Modernite Teorisi) adlı kitabında, insan hareketliliğinin hızının modern öncesi zamanlardan günümüze dek tam 100 kat arttığını söylüyor. Ayrıca, yirminci yüzyılda haberleşme hızının 10 milyon kat ve veri iletiminin yaklaşık 10 milyar kat arttığını belirtiyor.

1990’lı yılların başında Psikolog Robert Levine, öğrencilerini 31 büyük kentin nabzını aslına uygun biçimde tutması için dünyanın dört bir yanındaki şehirlere gönderdi. Yaklaşık 20 metre mesafeden rastgele seçtikleri insanların yürüyüş hızını ölçtüler. Şu anda yaşadığım yer olan Viyana’da, yayalar saygı duyulacak biçimde 14 saniyede bu yolu kat ediyordu. Buna karşın, eski kentim olan New York’taki yayalar bu mesafeyi 12 saniyede yürüyordu. 2000’li yıllarda, Psikolog Richard Wiseman, dünya genelinde yürüme hızının yüzde 10 arttığını keşfetti.

Hayatımızın hızı kültürle bağlantılı. Araştırmacılar, toplumun gittikçe artan hızının sabrımızı yok ettiğini ortaya koyuyorlar. Psikologlar ve ekonomistler, gerçekleştirdikleri testlerde, deneklere, bir şeyden bir ya da birkaç parçayı şimdi mi yoksa daha sonra mı tercih edecekleri sorusunu yönelttiler; mesela, bugün alacakları 10 doları mı isterlerdi yoksa bir yıl sonra alacakları 100 doları mı, yahut şu anda alacakları iki parça yiyeceği mi yoksa 10 saniye sonra alacakları altı parça yiyeceği mi tercih ederlerdi?

KISA VADELİ GETİRİLER UZUN VADELİLERE TERCİH EDİLİYOR

İnsanlardan ve farklı hayvanlardan oluşan denekler, en uygun teklif olmasa bile, çoğu zaman o an verilecek olan teklifi kabul ediyorlar. Bir deneyde, insanları “sabırsızlık kültürünün en büyük simgelerine” –örneğin McDonald’s’ın ‘altın kemeri’ gibi fastfood sembollerine- maruz bırakmanın, hızlı elde edilen ürünlere ikna olma hızını ve bunları tercih etme ihtimalini arttırdığını; ayrıca, daha uzun vadeli ve büyük ödüllerden ziyade daha çabuk elde edilen ve daha küçük olan getirileri tercih etme olasılığını yükselttiğini gösterdi.

Yavaşlığın reddi, özellikle de teknoloji söz konusu olduğunda belirgin bir mesele. Wittmann, “günümüzde her şey çok hızlı ve etkin” diyor. “Git gide daha sabırsız biçimde bekliyoruz.” Web sayfaları 2006’da dört ve 2009’da iki saniyede açılırken bir sorun yaşamıyorduk ama günümüzde bir saniyenin dörtte birinde yüklenmesi için ısrar ediyoruz. 2012 itibariyle, iki saniye içinde yüklenmeyen videoların viral olma umudu yoktu.

Elbette bir web sitesi anında yüklenmezse ölmeyiz. Bununla birlikte, primat geçmişimizden kalan ve büyük olasılıkla akşamdan kalmayla bağlantılı olan bir şey -sabırsızlığın bizi harekete geçirmemesi halinde açlıktan ölme ihtimali- kesinlikle böyle hissettirebilir. Harvard’a katılmadan önce post-doktorasını Yale Üniversitesi’nde tamamlamış bir primat uzmanı olan evrimsel antropolog Alexandra Rosati, “İnsanlar muhtemelen ödülün bir miktar artmasını bekliyorlar ve bu gerçekleşmediğinde, sıkıntı yaşıyorlar,” önermesinde bulunuyor.

Sonuç, erdemli olmaktan uzak bir aşama olur. Toplumun artan hızı iç zamanlayıcılarımızı sıfırlar; bu ise ağır işleyen şeylere bir yanıt olarak daha sık kapanarak bizi sürekli bir öfke ve düşüncesizlik haline sokar. Wittmann, kişisel limitiniz tabii ki farklı olabilir; ancak genel bağlamda “gittikçe daha dürtüsel bir toplum haline geleceğiz,” diyor.

ZAMAN ALGIMIZ HASAR GÖRDÜ

Son araştırmalar, bu döngüyü daha da kötü hale getirebilecek bir ihtimale işaret ediyor. Ağır tempoda yürüyen arkadaşımla birlikte sokakta bir salyangoz hızında yol alırken, rezervasyonumuz için çok geç kalacağımızdan endişelenmeye başlamıştım. Buna karşın, restorana vardığımızda yalnızca birkaç dakika geç kalmıştık. Yani, benim zaman duygumda bir bozulma vardı.

Peki neden? Öfke, iç zamanlayıcımızı sabote edebilir. Zaman deneyimi kişiye özeldir: Bir şimşek gibi uçup gidebilir ya da sonsuza dek uzayıp gidiyor gibi görünebilir. Claudia Hammond’ın 2012 tarihli ‘Time Warped: Unlocking the Mysteries of Time Perception’ (Zaman Bozunması: Zaman Algısının Sırlarının Kilidini Açma) adlı kitabında açıkladığı üzere, zaman duygumuzu en fazla güçlü duygular etkiliyor. Hammond, “Tıpkı Einstein’ın görelilik teorisinde ‘mutlak zaman’ diye bir şey olmadığını söylediği gibi, beyinde de zamanı ölçmek için mutlak bir mekanizma yok,” diye yazmış.

Hammond’ın açıkladığı kadarıyla, korktuğumuzda ya da endişe hissettiğimizde zaman uzuyor. Örümcek korkusu olan bir kişi, bir odada bir örümcekle birlikte geçirdiği süreyi abartılı biçimde uzun gibi hisseder; korku hisseden acemi bir paraşütçü, yere inene kadar zaman geçmek bilmez. Araba kazaları yaşayan insanlar, yaşanan olayın ağır çekimdeymişçesine gerçekleştiğini anlatır. Buna karşın, aslında böyle değildir; zira beyinlerimiz bu tip durumlarda hızlı çalışmaya başlar. Zaman yavaşlar, çünkü deneyimlerimiz çok yoğundur. Tehdit altında olduğumuz her an yeni ve capcanlı görünür. Bu fizyolojik hayatta kalma mekanizması, farkındalığımızı artırır ve normalden daha fazla ânı kısa bir zaman aralığına sıkıştırır. Böylece beynimiz daha fazla zaman geçtiğini düşünmeye ikna olur.

BEDENİMİZ ZAMANI NASIL ÖLÇÜYOR?

Bununla beraber, beyinlerimiz -özellikle, motor beceriler ve algıyla bağlantılı ‘insular korteks’- vücudumuzdan gelen kalp atışlarımız, bir esintinin cildimizde yarattığı gıdıklanma hissi ya da öfkelendiğimizde vücut ısımızın yükselmesi gibi çok sayıdaki farklı sinyali bir araya getirerek, zamanın akışını kısmen ölçebilir. Bu modelde, beynimiz vücudumuzdan aldığı sinyal sayısını hesaplayarak zaman hakkında bir yargıya varır. Şayet sinyaller daha hızlı gelirse, beynimiz belirli bir aralıkta daha fazla sinyal sayar ve bu nedenle aralığın gerçekte olduğundan daha uzun sürdüğü düşünülür.

Wittman, “Beyinde çalışan belirli bir saatimiz yok; fakat bedenimizde daimi ve süregiden hislere sahibiz, ki bu her saniye yenileniyor ve kendimize saniyelerin akışı boyunca ne kadar zaman geçtiğini sorduğumuzda bunları bilgi olarak kullanıyoruz,” diyor. Korktuğumuzda -endişeli ya da mutsuz hissettiğimizde- vücudumuz, beyne bu sinyallerden daha fazlasını gönderir, bu durumda beyin olması gerekenden daha fazla saniye hesaplar. On saniyeyi on beş gibi, bir saati üç saat gibi algılar…

Toplumun yaşadığı telaş, zaman algımızı ve hislerimizi farklı bir şekilde de etkileyebilir. Moore gibi sinirbilimciler, belirli bir neticeye neden olduğumuzu düşündüğümüz durumlarda, bir sonraki olaya doğrudan bağlandığımızı ve bu durumda da zamanın daha hızlı geçtiğini hissettiğimizi ortaya koydu. Bu deneyime “zamansal bağlanma” adı veriyorlar. Buna karşılık Moore, “Olayların üzerinde bir kontrolümüz olmadığında veya böyleymiş gibi hissettiğimizde, tam tersi bir durum ortaya çıkar: İç saatimizin hızı artar, bu nedenle de zaman aralıklarını daha uzunmuş gibi deneyimleriz,” diyor.

SABRI NASIL CANLANDIRABİLİRİZ?

Ağır tempoya duyduğumuz öfkeden vazgeçip içimizdeki sabrı canlandırabilir miyiz? Bu mümkün. Ancak iç saatimizi ve bozunmaya uğramış zaman algımızı sıfırlamanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. Duygularımızın kontrolünü ele alma iradesini göstermeyi deneyebiliriz ama bu uzun bir uğraş olur. Yapmanız gereken tek şey laboratuvar deneylerindeki şempanzeleri izlemek. Rosati, kendi tercihleri olsa bile gecikmiş ödülleri beklerken “şikayet belirten homurdanmalar gibi tavırlar sergiliyorlar,” diyor. Etrafı tırmalıyor ve bir tür öfke nöbeti geçirip duvarlara vurarak primatlar açısından gerginlik işareti olan tavırlar sergiliyorlar.” Bu şempanzeler, bekleme sürecindeki beyninizi temsil ediyor.

‘İrade gücü’ yaklaşımının olumsuz bir yanı var. ‘Bir kafede sırada beklerken iç çeken adam’ olduğunu dile getiren ve Northeastern Üniversitesi’nde psikolog olan David DeSteno’nun söylediği üzere, tüm ‘irade gücümüzü’ bir şey için kullanmamız, bizi bir sonraki baştan çıkarıcı etkene daha yatkın bir hale getiriyor gibi görünüyor. Sırada beklerken, öz denetiminin tamamını sakin kalmak için kullandığında, sıra kendisine geldiği zaman çifte çikolatalı ıslak kek dilimi için büyük bir istek duyuyor.

Araştırmalar, nedenini tamamen açıklayamasa da –içinde bulunulan âna odaklanan- meditasyon ve farkındalık gibi uygulamaların sabırsızlık hususunda insanlara yardımcı olduğunu gösteriyor. Meditasyoncular, sabırsızlığın duygusal yan etkileriyle daha iyi başa çıkabiliyorlar, zira buna daha fazla alışkınlar.

Shambhala Budist geleneğinden gelen New York merkezli usta bir meditasyon öğretmeni ve yakında yayınlanacak ‘The Road Home: A Contemporary Exploration of the Buddhist Path’ kitabının yazarı Ethan Nichtern, meditasyon yapan insanların “rahatsız edici alanlarla arkadaşlık kurduklarını” söylüyor. Meditasyon, “var olan durumu değiştirmeye çalışmadan, mevcut ânı olduğu gibi karşılamak için bir yöntem sunar,” diye ekliyor.

DAHA KOLAY BİR YOL VAR MI?

Bununla beraber, DeSteno, sabırsız insanların düzenli meditasyon yapmasının pratikte mümkün olmadığını söylüyor. Duygulara karşı duygularla savaşmamızı öneriyor. Kendisi, minnettarlık duygusunun, daha fazla sabra giden zihinsel bir kısa yol olduğunu keşfetmiş.

Gerçekleştirdiği bir çalışmada, minnettar oldukları bir şeyle ilgili kısa bir yazı yazması istenen insanların, sonraki süreçte, büyük ödüller karşısında daha küçük ödüller almaya daha hevesli olduklarını görmüş. DeSteno, minnettarlığımız -yaşadığımız gecikmelere karşı yapacak bir şey olmasa da- işbirliğine dayalı bir insan toplumuna üye olmanın değerini ve “bir pislik olmamanın” önemini hatırlatabilir diyor.

İşte bu deneyebileceğim bir şey. Son günlerde yavaş yürüyen arkadaşımla yaptığım bir gezinti sırasında, minnettarlığın, kendimi toparlamak için daha kolay bir yol olduğunu düşündüm. Keyifle, arkadaşımın sevimli mizah anlayışını, eğlenceli gezintilerimizi, zor zamanlarda bana verdiği desteği düşünüyorum. Ağır tempoda bir restorana yürürken, kısa süreliğine de olsa kaldırım öfkesinden kurtulduğumu hissediyorum. Bu ayarı bozulmuş mekanizmayı gerçekten böyle kolayca onarabilir miyim? Yine de restoranda içimden bu hararetli duygular geçerken, sessizce garsona, mutfağa, dönüş tramvayına kızmaya başladım. Öfkeme bile kızgındım; bu duygu sonsuza dek sürecek gibi hissediyordum.

Sonraki sefere evde vakit geçirsem daha iyi olacak.

* Yin ve Yang evrenin ve doğanın işleyiş düzeneklerini anlatan bir öğretidir. İnsanlık tarihinin bilinen tüm bilgi ve dini kaynaklarının üzerinde etkisi olmuştur. Evrenin dinamiğini karşıt kutuplarla açıklar. Bu kutupların birbirleriyle etkileşiminin evreni ve içindeki her şeyi nasıl oluşturduğunu anlatır.

** Yazının aslı Nautilus sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)