Can’ınız sizi nasıl özledi bilseniz!

Can Öz, babası Erdal Öz'ü anlattı: Uğur Mumcu’nun vefat haberini aldığında yemek masasındaki hâline tanık olmuştuk. Hüngür hüngür ağlamıştı orada. Onun için Uğur Mumcu’nun ne ifade ettiğini anlamak için Mumcu’nun yazılarını, kitaplarını okumanız gerekiyordu. Bu durum bir baba-oğul ilişkisinden ziyade yaşadıklarına tanık olan herhangi bir yakın ilişkideki kişi kadardı. Alabileceğim kadarını aldım politik anlamda, daha fazlasını alamadım. Mektuplar hariç.

Google Haberlere Abone ol

Erdal Öz. Can Yayınları’nın kurucusu, Türkiye’deki kitap yayıncılığının önemli isimlerinden. İyi roman ve öykü yazarı. Düzyazıları, kitapları ile sadece belli bir dönem için değil, hâlâ pek çok dönem için kıymetli yaratıların sahibi. Can Öz’ün babası. Can Öz, yurtdışında sosyoloji eğitimi aldıktan sonra Türkiye’de reklamcılık ile hayatına devam etmek isterken babasının vefatının ardından Can Yayınları’nın başında mesaiye başladı. Türkiye ve yurtdışındaki pek çok önemli yazarı kadrosunda bulundurmaya devam ederken ilham verici yeniliklerle de Can Yayınları'nı okurlarla buluşturmayı başaran bir isim. Babasının vefatından sonra yayımladığı Öz’e ait günlükler, düzyazılar ve mektuplarla Erdal Öz ismini sonraki kuşaklara taşımaya niyet edinmiş bir elçi, evlât. Can Öz ile Erdal Öz’ü ve aralarındaki baba-oğul ilişkisini konuştuk.

Erdal Ağabey merhaba...

Geçen aylarda bir kitabınız çıktı buralarda. “Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen” diyor kapağında.

Türkân İldeniz’e mektuplarınız var orada. Tesirinde kaldım. Yirmi yaşın ötesinde bir olgunlukla dünyayı yorumlayan sizi daha çok tanımak hissi hasıl oldu. Böyle olunca sizi bir de Can Öz’den dinlemeye heves ettim. Sizi, baba-oğul arasındaki ilişkinin kendisindeki karşılığını anlatmasını istedim. Neler anlatmadı ki…

Can’ınızın gözünün önünden gitmeyen bir görüntünüz varmış. Anlattı… “O zaman yirmilerimdeydim. Babam her gece saat üçte uyanır, donla dondurma yer, televizyonda abuk sabuk programlardan herhangi birini izlerdi. Çok kez görmüştüm kendisini böyle ama anlam verememiştim. Babamı ben hep masa başında yazı yazarken, okurken, sohbette ya da içki masasında görmüştüm çünkü. Soramadım bir süre sebebini. Bir gün karşılıklı içerken cesaret edip de sordum. Abi, dedim, durumun nedir? Cezaevindeyken işkence yaparlarmış babamlara. Böyle donla pencereden aşağı sarkıtıp babamın cevabını bir türlü bilmediği, neyi kastettiklerini anlamadığı sorular sorarlarmış. Meğer babam, rüyasında tam o pencereden düşerken kendisini görünce uyanırmış uykusundan da kalkar o durumla böyle başa çıkmaya çalışırmış.”

Ne kadar çok şey vardır kim bilir bu konuda anlatmadığınız daha neler vardır…

Can, sadece böyle hatırlamıyor sizi. Ben ev ortamınızı merak ettim. “Hiperaktif bir çocuk olduğum için beni yüzmeye yazdırdılar.” İzlerler miydi seni yüzme eğitimindeyken, diye sordum. Yok, izlemiyormuşsunuz ya siz. Samiye Hanım ile evde dinleniyormuşsunuz. Can da enerjisinin çoğunu harcayıp öyle eve gelince ev ortamı daha ferahlıyormuş. Ev ortamınızdaki hâllerinizle ilgili daha da kayıt tuttuğu anlarınız var. “Evde kitaplar hakkında konuşmazdık ama, o mesela havaya söylenirken biz de tanıklık ederdik. Kişiler, kişilerin karakterleri, yaptıklarını eleştirirdi ama bu mesela bence yerinde olurdu çoğunlukla. Çalışıp çalışmadığı birçok yazarın beğenmediği yönleri olurdu. Ama bu hiçbir zaman onların edebi kıymetini teslim etmesine mani değildi. Tam tersi de söz konusu. Çok takdir edip edebiyatçı yanını beğenmezse onlara da hakkını teslim ederdi. Onlara duyduğu saygı artı puan kazandırmazdı. Adaletli bir edebiyat eleştirmeniydi. O yönüyle benim için bir derstir. İnsanların ayrı ayrı özellikleriyle değerlendirilebilmesi gerekli. Olumlu ve olumsuz özellikleriyle değerlendirebilmek gerekir bana göre de. Bu babamdan geçen bir şey bana. Bugünün hastalığı bu. Bir tek duygunun kutusuna insanları hapsedip oradan değerlendiriyoruz. Halbuki edebiyatçılığı, siyasi görüşleri, aile hayatı gibi yanlarıyla bunlar aslında ayrı ayrı özellikleri olan insanlar. Bunları ayırabilmek lazım. Bunu çok iyi yapıyordu bu adam. O yüzden çok iyi bir edebiyat eleştirmenidir.”

Baksanıza size nasıl da hayran. Benzer özellikleriniz olup olmadığını sordum da reddetti cevaplamayı. "Asla" dedi, "böyle bir kıyasa giremem ya da benzerlik bulup bunu konuşmaya nasıl kalkışabilirim… Babam, hayranlık duyduğum mükemmel bir adamdı" deyip kapattı konuyu. Bazı babalar ve oğullar arasındaki tevazu durumu cümlelerde böyle var oluyor sanırım. Nasıl seviyor nasıl sayıyor sizi…

Sizinle her yönde temasa öyle geçmek istemiş ki… Size, sizin hayat araçlarınızla yola çıkıp ulaşmaya çalışmış. Bakın lütfen, neler anlattı bununla ilgili…

“Üniversiteye başladığımda öykü yazmaya başladım. Sonra bu öyküler bir iki yerde yayımlandığında babam bunu fark ediyor. Annem, bana haber gönderiyor, babamın çok beğendiğini söylüyor. Sonra bu öykülerden bir iki tanesiyle ilgili eleştiri yazısı yazıyor mektup şeklinde. O kadar güzel mektuplar ki onlara ne zaman baksam tuhaf olurum. Mektupları alınca tabii bendeki durum öykü yazmaktan çıkıp bir tarafta babayla ilişki kurmaya dönüyor. Öykülerimle ilgili yorum yaparken bir taraftan da hayatla ilgili nasihatlerde bulunuyor. Mesele kendini beğenmek veya beğenmemek üzere birtakım şeyler anlatıyor. Yazar-metin ilişkisini aşıp bir anda baba-oğul ilişkisine dönüşüyor. Daha önce kuramadığımız ilişkiye kâğıt üzerinde kurmaya başlıyoruz. Enteresan biri. Günlüklerini okuduysanız anlarsınız zaten. Bu mektuplaşmalar devam etti bir süre. Bu benim için müthiş bir şey tabii… Hem yazmakla ilgili tatmin oluyorum hem de babayla ilişki kuruyorum. Bir çocuk için bir taşla ancak bu kadar sağlam iki kuş vurulabilir. Ama bu böyle devam etmiyor tabii… Müthiş bir aşk ve heyecanla Türkiye’ye döndüğümde havaalanında ikimizde de aynı şeyi görüyorum. Ulan o öyküleri yazan herif karşısında bir değişik duruyor, diyor eminim benim için. Benim de karşıma öylece duran bir baba çıkıyor… Sarılıyorum… Sarılmıyor. Sonra arabada da sessizlik. Ancak akşam içki içersek biraz sohbet… Onun dışında gündelik hayatımızda bir değişiklik olmadı. Hayal kırıklığıydı. Daha sonra anladım bunların hayal kırıklığı değil de babamın özünde öyle bir adam olduğunu. Kötü niyet ya da duyarsızlık yoktu. Metin üzerinden ilişki kurabiliyorduk. Böyle devam etti. Bir ömür onunla kurmak istediğim ilişki o mektupların içinde var. Birkaç mektubun içinde sıkışmış durumda, hâliyle ne zaman açsam bir patlama yaşıyorum.”

Öyle de bilmiş, anlamış ki Can’ınız. Ardından hemen ekliyor… “Bunlara bakıldığında eleştirilen yanlar bulunabilir ama şunlara dikkat çekmek isterim. Bu mesafe konusunda şöyle bakıyorum, 1930’larda doğmuş anne-babaları, bugünkü anne-baba farkındalığıyla yorumlamaya çalışıyoruz. Benim kötü bir babam olmam, babam gibi mesafeli bir baba olmak çok ayıp olur şu zamanda. Ama 30’larda yetiştirilen bu insanların anne-baba ilişkileri zaten belli. Bu yüzden bir karşılaştırma yapamayız. Herhangi bir kırgınlık ya da sitem yok. Onun mesafeli ve sarılmayı beceremeyen o hâlini de biraz içki içtikten sonra o rahatlayan hâlini de çok seviyorum. Babamla tartışmış etmiş herkes benim gibi düşünmez elbette. Ama babam, babamdır,” diyor ya baksanıza ne kocaman ne dolu bir laf; “Babam, babamdır.”

'BABASIYLA İLGİLİ İKİ ŞEY ANLATIRDI...'

Konu buralara gelince sizin de annenizi, babanızı merak edip sordum. “Babam, babasıyla ilgili en çok iki şey anlatırdı. Biri on yedi yaşındayken… Babası annesini döverken kendisini elinde bir odunla babasına vurmak üzereyken bulmuş. O anda odunu yere bırakıp evi terk ediş hikâyesi. Diğeri babasının sürekli eve diploma getirmesini istemesi üzerine Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirip babasının yanına uğrayıp diplomayı masasına bırakıp gidiş hikâyesi… Zaten babası kötü bir baba ve eş. Dolayısıyla bir sevgi bağı pek yok. Annesiyle ilgili olarak babaya karşı koruma duygusu baskınmış. Annesi de babam gibiydi. Sarılmayı bilmezdi. Dururdu böyle. Annesini görünce zaten babamı anlıyorsunuz.”

Erdal Ağabey… Şimdi bir olayı yazacağım size… İşte orada Can’ınız da o kadar fazla “babam” dedi ki… Zaten kendisi de sizin için, Özlemim, sevgim, hayranlığım büyük, diyor. Can’ın ağzından yazayım haydi size...

“Bir gün evde masada otururken konu bir yerlere geldi. Çok ağır şeyler söyledi. Bana kızgın olmakta haklıydı, ama artık yirmi yaşına gelmiş bir erkekle başkalarının yanında öyle konuştuğunda sert bir reaksiyon alması tahmin edilemez bir durum değildi. Neden yaptı bilmiyorum, kaba davrandı bana. Kalktım masadan, eşyalarımı aldım, anneme ben seni arayacağım merak etme, dedim, çektim gittim. Ankara’da çalışmaya başladım. Garsonluk yapıyordum. Babam, annemden nerede çalıştığımı öğrenip kalkıp gelmiş bir gün. Masada oturuyor. Ben de gördüm babamı. Ama tabii ben bir taraftan Hacettepe’de araştırma görevlisi olarak çalışmaya bir taraftan da garsonluk yaparak yaşamaya karar vermişim, kararlıyım yani. Hayalim, yolum belli. O saatte de benden başka servis yapan kimse yok. Buyurun, ne alırsınız, dedim. Otur, dedi. Düşündüm. Hayır, desem, çok kaba olacak. Evet, desem, istemediğim bir duruma dahil olacağım. Neyse ben oturdum. Gel İstanbul’a, dedi. Gelmem İstanbul’a, dedim.” Araya giriyorum burada. Bunları anlatırken hem tebessüm ediyor hem oldukça duygusal… “Ziyarete gel o zaman, dedi. Gittim ziyarete arada elime çeviri filan tutuşturdu. Çeviri yapmaya başladım. Sonra İstanbul’a gidip geliyorum derken yayınevinde birtakım görevler vermeye başladı. Bu süreçte bazı yanlışlıklar görüp, ya baba niye şunu şöyle yapmıyorsunuz filan, deyince, ya sen ilgilensene, deyip bana bırakıyordu. Bir ara yayınevinde benim bir kabahatim oldu. Bu durumun üstüne, Biz kavga ediyoruz birlikte çalışmayalım, dedim. Aradan bir iki hafta geçti. Buluşmak istedim kendisiyle. Aklımda ilişki için birtakım karar ve kurallar vardı. Baktım benden önce gelmiş oturmuş. Bir taraftan aldığım suni kararları ilişkiye nasıl iliştiricem derken, birden babam dedi ki, Oğlum gurur ya vardır ya yoktur. Bunun gibi bir sözle benim, onun oğlu ve kendisinin, benim babam olduğunu kendisine hatırlatma çabasına girdi. O an o kadar anlamsız geldi ki yaptığım şey. Mahvoldum. Bütün o kafamdaki kurallar dağıldı gitti tabii. Kalktım yerimden, yanına gidip başım onun başından daha aşağıda kalacak şekilde çömeldim. Özür diledim. Niye özür diliyorsun, dedi. Abi, dedim, sen yetmiş iki yaşındasın ve benim bunu anlamam mümkün değil. Sanki yaşıtım olan herhangi biri gibi seninle tartışıyorum. Haklılık, haksızlık çok önemli değil. Seni bir daha böyle üzmeyeceğim için söz veriyorum, dedim. Teşekkür etti. Sonra hiç kavga etmedik. İyi ki fark etmişim. Eğer babamı o ukala hâlimle kaybetseydim, anlayamadan… Hayatım boyunca bir yara olarak kalacaktı. Çok üzüldüğüm şeyler var, ama babamı düşündüğümde çok güzel duygularla doluyorum. O gün o masada o anı yaşamasaydık ben ömrüm boyunca bunun ağırlığıyla yaşayacaktım. Yayınevi konusunda da, Ben yapamam, ayıp olur herkese, derken o da, Yok yaparsın, diye diretiyordu. Bu arada o dönem hastalandı babam. Ameliyat oldu ve babamı kaybettik işte. Öyle…”

canoz

Tıpkı düzyazılarınızın olduğu kitabın ismi gibi. “Düşünüyorum da, Müthiş Bir Şey” Erdal Ağabey. Can, sizinle ilgili her anı öyle coşkuyla anlatıyor ki, size hayranlığı olan insanlardan da bahsederken o coşku taşıyor sözlerinden. Kendisinin yüz ifadesinden de anlayabiliyor insan. Müthiş…

“Maya” var bir de… Maya Öz, torununuz. Acaba Maya’nın da yayınevinde babası ve dedesi gibi bir sorumluluk almasını ister misiniz, diye sorunca “Maya’nın elbette yayıncı olması bana tatlı gelir ama, benim için ne yaptığı önemli değil önemli olan hayatla kurduğu ilişki. Nasıl ilişki kurduğu. Dolayısıyla işine de yansıyacaktır” diye yanıtladı.

'AŞK ACI ÇEKMEKTİ...'

Muhabbet siyasete geldi… “Politik olarak çok şey kattı. Ama beni hep dışarıda tutardı. Neden yaptığını bilmiyorum ama iyi bir şey değildi bu yaptığı bana sorarsanız. Çünkü biraz daha dahil edebilirdi kendi siyaset ve dünya ilişkisine. Bu beni daha güçlü bir karakter yapardı. Özel okullara göndererek, üniversitede yurtdışına göndererek kendi yaşadığı hayatın buhran ve kaygılarının dışında tuttu. Ama bir taraftan da şahit oluyordum tabii. Uğur Mumcu’nun vefat haberini aldığında yemek masasındaki hâline tanık olmuştuk. Hüngür hüngür ağlamıştı orada. Onun için Uğur Mumcu’nun ne ifade ettiğini anlamak için Mumcu’nun yazılarını, kitaplarını okumanız gerekiyordu. Bu durum bir baba-oğul ilişkisinden ziyade yaşadıklarına tanık olan herhangi bir yakın ilişkideki kişi kadardı. Alabileceğim kadarını aldım politik anlamda, daha fazlasını alamadım. Mektuplar hariç.”

Erdal Ağabey sizin “aşk” anlayışınızı Can’ınız nasıl yorumladı merak eder misiniz... Aşk, diyor, babam için “acı çekmek”ti. İçinde acı olmadan yaşanan ilişkiye aşk diyemezdi. Haklı bence. Ulaşamamak, erişememek, sahip olamamak, terk edilmek, bir arada olamamak, bir arada olmak ama uzlaşamamak…Bir yoksunluk hâli.” Ben diyeyim ağabey sana, siz hep aşıkmışsınız o zaman. Can devam ediyor… “Bir edebiyatçının insan ilişkilerinde yaşadıklarının edebiyatına nasıl yansıdığını da görmemizi sağlıyor. Babamın yazdığı hikâyelerin hiçbirinde mutlu bir aşk yoktur mesela. Bu mektupları göstermek istedim babamla ilgili bastığımız kitaplarda. Babamla ilgili bir derdim var. Bu adamı tanımayan çok insan var. O nesillerin okuyup tanıması için çabalıyorum.”

Kendisi çocukken onunla oyun oynayıp oynamadığınızı sorunca Can’a, “Babamla ben çok küçükken evin koridorunda futbol oynardık ve hep ben kazanırdım. Babam tabii ileri bir yaşta baba olduğu için de etkisi vardı bu durumda. Bir de o jenerasyonun geleneği kopuk yaşardı. Bazen birlikte maç seyrederdik. Evde güzel bir enerjisi vardı ama birebir ilişkimiz yoktur. Birlikte bir yere gitmezdik. Onun yaptığı birtakım şeylere bazen eşlik ederdiniz. Çok tatlı olurdu ama o kadardı,” diye anlattı. Sizin yayınevi bir de Socrates Dergi diye “düşünen bir spor dergisi” çıkardı ağabey. Sizin bu dergiyi sevip sevmeyeceğiniz hakkında birkaç kelam da etti Can… Dedi ki, “Sporla arası yoktu. Socrates Dergi’yi görseydi bayılırdı. Yazı yazsın isterdim mesela. Fenerbahçe’de başkanlar filan işini yapmadığında çok söylenirdi. Bunları kendi ağzıyla şu dergiye yazmasını çok isterdim. Okurlar da beğenirdi eminim.” Böylece Fenerbahçeli olduğunuzu da öğrenmiş olduk.

Erdal Ağabey, ben de çok uzatayım istemem elbette. Ama size yazınca, insan size dair her şeyden bahsetmek istiyor. Oğlunuzla muhabbetini ettiğimiz bir konu daha var. Orhan Pamuk konusu. Can’ınız Pamuk’u ikna etmeye çalışıyor sizin yayınevi için. Erdal Ağabey burada olsaydı ikna eder miydi, diye sordum. “Kesinlikle ikna ederdi” dedi. Kendisi de ileride Pamuk’u ikna edebileceğini düşünüyor. İnanmış, diyeyim ben size. Diyor ki, “Henüz kabul etmedi ama bu işin ucunu bırakmayacağım. Belki on sene sonra yayınlayacağım bilmiyorum ama kafaya koydum. Orhan Ağabey’i en azından yayınlayacağım zamana kadar bu işin takibinde olduğumu ikna ettiğimi biliyorum. Sonunda bir gün o kararı verene kadara peşinden gideceğimi bildiğini biliyorum. Bu ne zaman olur, zaman gösterecek.” Buna da bakalım… Bekleyelim ağabey bu durumlarda gelişme olursa söz, ben yine size yazacağım.

Ne iyi etti oğlunuz… Tüm anlattıklarıyla birlikte size karşı kendisinde diri tuttuğu o baba sevgisi, saygısı, hayranlığı ve bunları yansıttığı o başardığı işlerle ile siz hep buralardasınız ağabey.

Son olarak mektubunuzdaki bir sözden ilhamla: Erdal Ağabey! Siz bir özlemler denizisiniz Can’ınız için.

Özlemle… Sevgiyle…