YAZARLAR

Gurur sandığın şey, belki de has nefrettir!

Nefretin yaygınlaşması, en çok da köklü nefretin ideolojik-siyasi sahiplerine, tacirlerine yarar. Onlar kimse ve şu anda hangi güçlere, imkânlara sahipse. Faşizmin başarısı halkı nefretle tanıştırmak değildi. Faşizm, halktaki dağınık, kopuk nefretleri toplulaştırdı, birleştirdi, kaynaştırdı, “gurur”la kabartıp bir hamur ve çamur yaptı.

En iyi bildiğimiz şey yakamızı bırakmıyor.
Elbette sadece bizde yok; dünya adeta onun üzerinde dönüyor.
Kin ve nefret, insanın kendini, ülkesini, doğuştan aidiyetlerini, yani dini-milli-etnik kimliğini tanımlamakta, belirlemekte eşsiz bir ağırlığa sahip.

Eşsiz, çünkü yanına ilave edilebilecek, onunla mücadele edebilecek, onu alt edebilecek bilgi, duygu, düşünce ve ifade, nadir bulunabiliyor.
İstemekle olmuyor, dilemekle gelmiyor!

Şiddetten bahsetmiyorum; o zaten nefretin doğal uzantısı. Nefret zaten şiddet. Hatta kimi zaman çift yönlü şiddet, sahibini de vuruyor, kavuruyor, tüketebiliyor.
Bu durumda, nefret sahibinin nefretten vazgeçmesi de düşük ihtimal, çünkü kendisini kavuran her ne varsa, buna bazen suçluluk duygusunu bile ilave edebilirsiniz, ilacını daha koyu nefrette arıyor.

Toplumların “birlik ve beraberlik” içinde olmasının temel çizgisi de nefretlerle çizilegelmiş.
Uluslaşma, uluslaştırma, ulus olma süreci de. İdare biçimi de.
Tarih anlatısının temel ve en genel geçer gıdası da gurur ama ötekilere nefret ve ötekilerden şüpheyle de pişirilmiş gurur.

Bir çocuk, doğar doğmaz, geniş aile içi nefretlerin, bazen maalesef hane içi nefret ve öfkelerin, kimi komşudan nefretin, sokaklarda insanların birbirinden nefretinin yükünü omuzlamaya başlıyor hemen.
Ve haset, kıskançlık, fesat, öfke gibi “temel insan halleri”nin sevgiyi çiğneyip durduğu kuraklaşan arazi üzerinden, nefret aklına ve kalbine yapışıyor.
Ya nefrete maruz kalarak ya da onca nefret becerisini daha küçük yaşlardan edinerek.
Aile içindeki ilk tarih, coğrafya, sosyoloji derslerinin; onca güzel masala, ninniye rağmen, “ötekiler”in tarifi ve “bizim” farklılığımız üzerinden zikredilmesiyle de, “kültürel nefret” veya “nefret kültürü”ne uygun adım gidiliyor.

Ah, haklısınız! Sisteme muhalif olma biçimlerinin bir kısmı, kendi “duruş”unun koordinatlarını öyle çizmez mi bir de!  

Sonra...
Müfredatın hot zotuna rağmen, öğretmenin bir şans olma, farklı ufuk açma ihtimali yok değil.
Okunabilirse, okunabilen farklı kitapların, izlenebilecek “değişik” filmlerin.
Müfredat ve kimi “hocalar” ise, çocuğu, genci inşa etmek için tuğla üstüne tuğla ekliyor, duvar üstüne duvar örüyor, beton üstüne beton döküyor.
Bin yıllık tarihte de yakın tarihte de, "başımıza gelenler ve başardıklarımız” içinde insanlığın, bu topraklardaki farklılıkların ortak macerasından ziyade, “kendimiz ve ötekiler” var.
Çoğu zaman muhakemeden bile uzak bir böbürlenme, “bizimkiler” ne eylediyse doğru ve haklı görme, bazen uydurma bazen inkâr, kibir inşası için elzem olan kin çamuru, şan ve şöhretimizin sağlamlaştırılması tescili için vazgeçilmez gübrelerden nefret hep hazır.

2022’deyiz.
Bin türlü tarihsel, toplumsal, ekonomik yıkım, hüzün, hazan, ezber bozan yaşadık ve tutunacak en sağlam dalımız yine nefret.
İktidar ve devlet; hiddet, nefret ve şiddet dili ile elini eksik etmiyor zaten.
Muhalefet dilinin önemli kısmı ufuk ve umuttan ziyade, nefretçiden nefret olmakta.
Ve birbirinden nefret ederek bölünen, yarılan, kırılan, aklını ve vicdanını cılızlaştırmış bir toplumsal varoluş biçiminde, iki cephedeki nefret sık sık tek nefrette birleşip kavuşabiliyor.

“Türkiye’de mülteci sorunu” şu anda böyle bir “birleştirici” özelliğe sahip.
Elbette her “öteki”nin, “biz” kim isek, “rahatsız edici” tarafları vardır.
Almanya’da ve Avrupa’nın diğer neo-nazi kültürel nefret ortamlarında, misal, bu “seninkiler” olur ki, zaten “bizimkiler”in bir kısmı da “bizimkiler”den nefret eder.

Tam bir “göçmen-mülteci” ülkesi olan burada da, ABD'de de, "sonradan gelenler" vardır. Tarihsel olarak sonradan gelenler, daha önce bulunanlar ile kendilerinden sonra gelenlerden nefrete kolayca kapılır.
İnsani, toplumsal, kültürel “gerilikler ile aşırılıklar” ve elbette saldırganlıklar, “öteki”ni, toplumsal bir felaket kabul eder.
“Doğal”dır!

Bunun “doğal” bir şey olduğunu reddetmiyorum.
Şu satırları yazarken bile, peki kendi içimde yer yer ne kadar uzak kalabildiğimi ince ince sorguladığım bir “doğallık” bu.
Vicdanın başka bir dil konuşmak istediğinde dahi, aklının kodlarının seni “ortalama nefret”in kıyılarına çarptığı bir “doğuştan dogma magması” insan. Sakin halinde bile için için nefretle kaynayan, püskürmeye, yakmaya ve yanmaya hazır bir lav kümesi.

Sevdiğinden, bir aile ferdinden, arkadaşından, komşundan, sokaktaki sıradan birinden, hiç tanımadığından dahi nefretle dolabilen magmanın; dışarıya patlaması için bir nefret nesnesinin varlığı yetiyor

Faşizm, hadi bir de bunu deneyelim diye gelmiyor ki…
Hazır bulduğu, uyuyan magmayı uyararak, uyandırarak, patlamaya davet ederek; insana dışından değil, ta içinden giriveriyor.

Bir zamanlar “kapsayıcı balkonlar”a çıkıp duran iktidar çok uzun süredir gücünü toplumsal nefretten alıyor.
Bu katılaştırıcı, betonlaştırarak bölücü duvar ustalığının semeresini de gördü. Öteki karışık yüzde 50 karşısında, monoblok bir yüzde 50’nin çimentosunu dini-milli, etnik ve gündelik nefretlerle harç yaptı, duvarı sıvayıp durdu.

Artık umuttan ziyade gündelik endişe verdiği bir zamanda, nefretin hâkim olmasından başka bir dile de sahip olamayacak kadar kıdem aldı, nasırlaştı, kabuklaştı bu yolda.
En cansiparene sözcülerinin; hiddet-nefret dilini en içselleştirmişlerden ve bir kısmı “sonradan katılma, devşirme, teslim alınma” şahıslardan olması boşuna değil.

İktidarın en “diplomatik” üyelerinden bir bakana bile, konuk olduğu ülkede protestoculara, otomobil penceresinden “başka bir parti ve hareket geleneğinin el işareti”ni yaptıran nasıl bir ruh halidir acaba?

Bu ruh hali, sadece iktidara has olmakla kalmıyor; Bodrum’da sahile cansız vuran Alan, İzmir’de şantiyede bir ırkçı tarafından yakılan Memnun, Ahmed, Muhammed de olabilen “ötekiler”in sokaklardaki “güruh” halinden “doğal” rahatsızlıklarla, “doğal bir nefret”e koşuyor ya da en azından sokulabiliyor.

Bu sınırların çok ince olduğunu biliyorum.
İnsan nefret ile her gün sınava girer, farkında bile olmasa.
“Haklılığımız”ı kanıtlayan o kadar çok şey de vardır ki. Kimi tarihten çıkar gelir, kimi talihsizliklerden.

Bildiğim şu:
Nefretin yaygınlaşması, en çok da köklü nefretin ideolojik-siyasi sahiplerine, tacirlerine yarar.
Onlar kimse ve şu anda hangi güçlere, imkânlara sahipse.

Faşizmin başarısı halkı nefretle tanıştırmak değildi. Faşizm, halktaki dağınık, kopuk nefretleri toplulaştırdı, birleştirdi, kaynaştırdı, “gurur”la kabartıp bir hamur ve çamur yaptı.

Hiçbir şey tam göründüğü, gördüğümüz gibi olmayabiliyor.
Biliyorsunuzdur belki:
Osmanlı’yı teslim eden Mondros Mütarekesi’ne giden heyeti, Limni’ye varmak üzere, Foça’dan Midilli’ye taşıyan geminin adı “Zafer”di.
Adını gururla ne koyarsan koy, nefret de insanın yenilgisidir, teslimiyetidir.


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.