Ben Hamza Ajan, mülteciyim...

Şimdi yaşıyor olsaydım tüm bu üstte yazılanları tek tek anlatırdım: Hüzünlerimi, yıkımlarımı, bu genç yaşta uğradığım tüm haksızlıkları anlatırdım. Evet, ben öldüm ancak içinizden birileri benim adıma, beni öldüren o dört kişiye şunu sorsun lütfen: “Hamza fiziksel olarak yok artık aranızda, şimdi daha mı mutlusunuz veya şimdi daha mı az sorununuz var? Sizin için ne değişti?”

Google Haberlere Abone ol

Cevdet Acu

2012’den beri Bursa’da hayata ikinci kez tutunmaya başlayan ve yine Bursa’da kendisi gibi pazarda çalışan dört “insan” tarafından dövülerek öldürülen 17 yaşındaki Suriyeli mülteci Hamza Ajan’ın hikayesini anlatacağım şimdi.

Hamza, 2012’de bu yana Türkiye’de sadece insanca yaşamaya çalışan yaklaşık 3,6 milyon Suriyeli mülteciden sadece birisiydi. Hamza, dört kişi tarafından dövülerek öldürüldüğünde sadece 17 yaşındaydı.

Hamza Ajan'ın hikayesini tüm dünya öğrenecekHamza Ajan'ın hikayesini tüm dünya öğrenecek

Yasal olarak henüz reşit bile değil, çocuktu. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne göre, “erken yaşta reşit olma durumu hariç, 18 yaşına kadar her insan çocuk sayılır.” Kısacası Hamza, tertemiz vicdani ve ismi gibi aslan yüreğiyle “insanlara” insan olma değerlerini hatırlatma mücadelesi verirken katledilen gencecik bir fidandı.

 İDLİP'TEN GELİYORUM

Hamza Ajan 15 Temmuz 2020’de vahşice öldürüldü. Ancak yaşıyor olsaydı ve mülteci olarak sadece bu yaşına kadar gördüklerini anlatsaydı, koca bir ansiklopedi bile çıkardı.

Ve yine eminim bu anlattıkları Türkiye’deki çoğu insanın ve kitlesel medyanın umurunda bile olmazdı. Çünkü birçoğu Hamza’nın öldürülmesini haber niteliği taşıyan bir olay olarak görmedikleri için yayınlamadılar bile. Ancak bu dünyada haktan ve ezilenden yana tavır alan her bir kişinin yapacağı gibi bugün Hamza olup onun anısına saygıyla Hamza adına konuşacağım.

Evet, ben Hamza’yım. Zorla yurdundan, yerinden edilen Suriyeli bir mülteci. 2011’de ülkemde insanlar kronik hale gelen yolsuzluğa ve tiranlığa başkaldırdığında sadece 8 yaşındaydım.

Ailemle birlikte o sırada Suriye’nin kuzeybatısındaki, farklı halk topluluklarına ev sahipliği yapmış tarihi İdlip şehrinde yaşıyordum. Açıkçası tüm sorunlara rağmen o güne kadar gayet mutluydum. Çünkü arkadaşlarım vardı. Henüz çocuktuk. Her gün hep birlikte İdlip’in caddelerinde oynuyor ve yine hep birlikte eğleniyorduk. Her birimizin geleceğe dair hayalleri ve umudu vardı.

GÜL ve SU

2011'in ilk aylarında, ülkemde bazı insanların hükümeti protesto ettiğini her akşam hep birlikte ailece yemek yerken televizyonlarda görüyordum. Bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettim o zamanlar. İnsanlar ilk olarak sadece barışçıl bir şekilde gittikçe artan ekonomik sorunları ve despot hükümeti proteste ediyordu.

Bu insanlar daha iyi bir gelecek mümkün diye hareket ediyordu. Ekonomik eşitsizliğin ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü sistemin değişmesi için kararlı ve istekliydiler. Protestolarda “özgürlük ve değişim” diye bağırıyorlardı ve hatta bazı şehirlerde protestocular rejim askerlerine gül ve su veriyordu.

İnsanlar, hükümet yetkililerinin orantısız bir güç kullanıp protestoya katılan insanların hayatını tamamen yok edeceğini hesaba katmamıştı. Suriye yönetimi maalesef protesto edenlerin sesini duyup sorunları çözmek yerine, gül ve su dağıtan protestoculara şiddet uygulayarak var olan sorunu büyüttü. Yetmedi, hükümet bazı şehirlerde protestoculara karşı silah kullandı ve 2011 ortalarında protesto sürecinde askerlere gül ve su dağıtan akımın kurucularından aktivist Ghaith Matar, Darayya’da ölü olarak bulundu.

Otoriter hükümet her şeyi kontrol edebilmek için şehirlerin her yanına barikatlar kurmaya başladı. Bir yandan her gün protestolarda ölenlerin sayısı yükseliyor, diğer yandan da hükümetin uyguladığı şiddete itiraz etmek için protestolara katılan kişi sayısı artıyordu. Toplum içinde çatışmanın derecesi arttı ve bu durum ülkenin her yanına yayılmaya başladı.

Şehirler ve hatta aileler bile politik görüşlerine göre ayrışmaya başladılar. Her gün birçok ev, tank ve helikopter saldırılarıyla tahrip oluyor ve insanlara yaşam alanı bırakılmıyordu. Bütün bunlardan sonra ülkemde her şey negatif anlamda değişmeye başladı.

EKMEK VE ÖZGÜRLÜK

Sonunda bu şiddet ailemle birlikte yaşadığım İdlip şehrine de vardı. Hükümet güçleri sivil insanları öldürmeye devam ediyor ve insanları sessizliğe gömmeye çalışıyordu. İdlip, yani evim, yurdum ve çocukluğum gözümün önünde yanıyordu. Arkadaşlarımla oyunlar oynadığım sokaklar artık kanlı bir savaşın alanı olmuştu.

Artık burada hayat bitmişti, tüm arkadaşlarım şehri çoktan terk etmişti. Bu da yaşadığım yerin ve hayallerimin yıkılmaya başladığı andı. Her gün ölüme çok yakın olduğumu düşünüyor ve etrafımda gördüğüm şiddet manzaralarından dolayı korkuyordum. Ailemle birlikte şehrimizi terk etmek zorunda kaldık. Oysa isteklerimiz basitti. Herkes için eşit derecede ekmek ve özgürlük. Ancak bu taleplerin hepsi şiddetle bastırıldı.

Biz de Suriye’nin komşularından birisi olan Türkiye’ye göç ettik. Bizim gibi çaresiz durumda olan binlerce çocuk, yaşlı, engelli ve genç üstünde sadece giyebileceği bir elbiseyle Türkiye’ye varmaya çalışıyordu. Herkes bir anda evinden ayrılmak zorunda kaldığı için kimsenin yanına eşya alma fırsat olmamıştı. Çoğumuz bu çatışma kısa sürede bitecek ve bizler (Suriyeliler) vatanımıza huzurla geri döneceğiz diye düşünüyordu.

Uzun bir yürüyüşün ardından sınırı geçtik ve komşu Türkiye’ye girdik. Türkiye’deki insanların bizi gayet sıcak karşılayacağını düşünüyordum. Herkesin bize anlayış göstereceğine inanıyordum. Çünkü bizler zorla evimizden çıkarılan bir halkız. Hatta Türkiye’deki ilk günlerde bizimle ilgili haberleri ve resimleri gördüğümde herkesin bizi gerçekten umursadığını düşündüm. Televizyonda çoğu siyah takım elbiseli politikacıların bizim fotoğraflarımızla konuştuğunu görüyordum. Tabii Türkçe bilmediğim için ne söylediklerini anlamıyordum.

Belli bir süre sonra Türkçe konuşma ve yazmayı öğrendiğimde bizimle ilgili çoğu şeyin yanlış anlatıldığını anladım. Sonradan öğrendim:  Aslında çoğu insan bizim hakkımızda konuşurken sadece Suriyeli olduğumuz için bizi aşağılıyormuş. Siyah takım elbise giyenler de bizi hırsızlıkla veya bir gün ülkelerinde mafya olma ihtimalimiz ile suçluyormuş. Seçmenlerine ekonominin kötüye gidiyor olmasının nedeni olarak bizi gösteriyorlarmış.

Kısacası, Türkiye’de kötü giden her şey için Suriyelilerin suçlandığını gördüm, günah keçisi olmuştuk. İnsanlar Suriye’den keyfi ayrıldığımızı düşünüyordu. Yetmezmiş gibi, zaman zaman yerel insanlardan bazıları bize şiddet uyguluyordu hem de hiçbir neden olmaksızın.

ÖLDÜRÜLDÜĞÜM GÜN

Çaresizdim. Onurlu bir şekilde özgürce yaşayabileceğim bir yer yok gibi görünüyordu. Ailemin de ekonomik durumu kötü olduğu için Bursa’da bir pazarda iş buldum ve çalışmaya başladım. Daha iyi bir iş yapmayı ben de isterdim elbette ancak çok fazla seçeneğim yoktu. Suriyeli bir mülteci için iş bulmak oldukça zor, çünkü yasal kısıtlamalar var. Yani daha iyi bir iş bizim için bir lüks.

Çalıştım böyle, geleyim öldürüldüğüm güne. 15 Temmuz’da Bursa’nın Gürsu ilçesinde akşam saatlerinde benim gibi pazarda çalışan dört kişinin bir kadını taciz ettiğini gördüğümde anında müdahale ettim.

Ben zorla yerinden edilen bir mülteciyim, yaşadığım toplumda ancak kadınların özgür olduğu kadar özgür olabilirdim. Yani kadın özgürse mülteci de özgürdür. Yani aslında bir yerde bu toplumun içinde yaşayan bir insan olarak kendi haklarımı da savunuyordum.

Evet, o kadın da benim gibi Suriyeliydi. Ancak onun nereli olduğu, kim olduğu, hangi dili konuştuğu ve hangi dine inandığı veya inanmadığı beni ilgilendirmiyordu. Suriyeli olmasaydı da onun taciz edilmesine karşı çıkardım. Ben müdahale ettiğimde dördü birden bana saldırıp dövmeye başladı. Yapmayın, vurmayın, zulmetmeyin dedikçe onlar daha sert vuruyordu. Ne söylediysem beni dinlemediler.

En nihayetinde toplumun bir parçası ol(a)mayan ve topluma sonradan eklemlenen biriydim onlar için. Her birisinin gözlerinde bana karşı olan nefreti görebiliyordum. Nefretle hareket eden bu insanlar, şuurumu yitirene kadar beni dövdüler. Etrafta kavgayı gören insanlar ambulansı arayıp beni hastaneye götürmüşler. Beyin kanaması geçirmişim ve artık her şey için çok geçmiş.

ŞİMDİ DAHA MUTLU MUSUNUZ?

Şimdi yaşıyor olsaydım tüm bu üstte yazılanları tek tek anlatırdım: Hüzünlerimi, yıkımlarımı, bu genç yaşta uğradığım tüm haksızlıkları anlatırdım. Evet, ben öldüm ancak içinizden birileri benim adıma, beni öldüren o dört kişiye şunu sorsun lütfen: “Hamza fiziksel olarak yok artık aranızda, şimdi daha mı mutlusunuz veya şimdi daha mı az sorununuz var? Sizin için ne değişti?”

Ben Hamza Ajan. Yurdundan zorla yerinden edilmiş milyonlarca Suriyeli mülteciden sadece birisiydim. 15 Temmuz 2020 tarihinde dört kişi beni döverek katlettiğinde sadece 17 yaşındaydım. Benden söylemesi: Kavga etmek yerine sadece birbirinizi dinlemeye çalışın, birbirinize karşı önyargılar oluşturup birbirinizi ‘öteki’leştirmek yerine gönülden gönüle köprü kurmak için çabalayın.

Bu sözüm özellikle erkeklere, artık kirli ellerinizi kadınların üzerinden çekin ve onları hiçbir şekilde taciz etmeyin. Yazımı hayatını benim gibi sürgünde geçirmiş ve yine benim gibi sürgünde hayatını kaybetmiş, hüznün ve sevdanın en büyük isimlerinden birisi olan Suriyeli şair Nizar Qabbani’nin bir şiiriyle sonlandırmak isterim.

Neden?

Kendimi her zaman sorgularım.

Neden sevgi dünyadaki herkes için ama herkes için yok?

Tıpkı şafak vakti güneşin herkes için doğması gibi

Neden sevgi, ekmek ve şarap gibi değil?

Veya tıpkı nehirdeki su gibi değil?

Neden insanlar bir şeyleri kirletmeden basit bir şekilde sevemiyor?

Tıpkı denizdeki balık gibi veya ayın galaksideki dönüşü gibi.

Neden sevgi, vatanımda bir şiir kitabı kadar değerli değil?

Neden?

Not: Sevgili Hamza, mekânın cennet olsun. Seni koruyamadık, sana insani bir yaşam alanı sağla(ya)madık. Hamza, tacize uğrayan bir kadını savunurken katledildi, o hepimize sonunda ölüm bilse olsa kayıtsız şartsız hak savunuculuğu yapmamız gerektiğini gösterdi. Bize düşen de onun anısına ve insani duruşuna saygımızı göstermek ve Hamza’nın hikayesini dünyanın dört bir yanına yaymak. Kendi adıma altını çizerek söylemek istiyorum. Nefes aldığım müddetçe Hamza’nın sesi olacak ve onun bize bıraktığı insani mirası yaşatmaya devam edeceğim. Hamza’nın çok değerli ailesine de baş sağlığı diliyorum. Elbette Hamza’nın tırnağı bile olamam ama beni de bir oğlunuz bilin.