Gazneli Mahmud ya da Müslüman Şarkiyatçılığın nesnesi olarak Hindistan
Söz konusu Hindistan ve Hint kültürü olduğunda Müslümanlar ve Hıristiyanların çok fazla konu başlığında uzlaşmaları, Hint kültürüne karşı aralarındaki abartılan farkların azalmasına sebep olmakta. Gazneli Mahmud: Putları parçalayan adam. Sultanı övmek adına basılan bu kitapların resimlerinin aynıları İslam karşıtı Hinduist propagandacılar tarafından da aynen alınıp kullanılmakta.
Herkesin bir doğusu var. Avrupa için doğu biziz. Peki Müslüman dünyanın doğusu yok mu? O da var elbette. Müslümanların doğusu da Hindistan. Avrupa’da şarkiyatçılık adına söylenegelen iyi kötü ne varsa Müslümanların Hindistan’a bakış açısına uyarlayabiliriz. Egzotiklik, yabanıllık, ötekilik, gerilik, büyülülük, hayranlık, küçümseme... Avrupalı için alem-i İslam neyse ortalama Müslüman için de Hindistan o. Avrupa Müslüman Doğuda ne yaptıysa, Müslüman da Hindistan’da onu yapmış. Kolonileştirmiş, incelemiş, talan etmiş, hayran olmuş, hiçe saymış, küçümsemiş, yüceltmiş, hakir görmüş, etkilenmiş... Konu Hindistan olduğunda beylik batı-doğu ayrımlarının sınırları değişmekte. Yirmi sene önce öğrenciliğim esnasında Joseph Campbell’in dünya mitolojisi serisini okumuştum. Campbell’in serisinde bizim genellikle ‘Doğu’ olarak gördüğümüz Mezopotamya, Mısır, Arap ve İran coğrafyasının mitleri ‘Batı Mitolojisi” başlığı altında incelenmekteydi.(1) Campbell’e göre ‘hakiki doğu’ Hindistan’da başlamaktaydı. Ondan berisi (Mezopotamya, İran) aslında ‘Batıydı’.
Alev Alatlı da benzer bir yorumda bulunmuştu. Alatlı’ya göre Ortadoğu, en az Batı Avrupa kadar 'Batılıydı' ve İslamiyet de bir Batı diniydi. “Müslümanlar, Avrupa kıtasında mukim 'Batılı'lar'ın, bilime giden yolda tökezlemiş, yoksul akrabalarıydı”. Alatlı Müslümanların da Aristoteles’in çocukları olarak doğrusal mantığın, ya-ya da anlayışının, matematiksel kesinliğin, kaçınılmaz sonucu olan toleranssızlık, kendini beğenmişlik, kibir, narsisizm ve şiddetin esiri olduklarını söylemekteydi. Eğer "Batı"nın yolunda değil, karşısında bir "Doğu" arayacaksak, bilimde geç kalmış bir Batılı değil, ‘başarısız bir Batılı’ değil, gerçekten muhalif bir Doğulu arayacaksak bunun için Hindistan’a bakılmalıydı. Aristoteles’in karşısına, O'nun siyah-beyaz, ikili sistemine muhalif, paradigmalarıyla, doğru-yanlış sistemleriyle uzlaşmaz çelişki içinde olan bir "usta" aranacaksa bu usta Arap-İslam dünyasında değil “gerçek Doğuda” aranmalıydı. Mesela bir şey ya A dır ya da A değildir diyen Aristoletes’e karşı bir şey hem A dır hem de A değildir diyen bir usta aranmalıydı. Mesela Buddha böyle bir ustaydı.(2)
Ben de böyle düşünüyorum. Söz konusu Hindistan ve Hint kültürü olduğunda Müslümanlar ve Hıristiyanların çok fazla konu başlığında uzlaşmaları, Hint kültürüne karşı aralarındaki abartılan farkların azalmasına sebep olmakta. Bin yıl boyunca bu ülke kendilerini hakiki inancın temsilcileri olarak gören Müslüman ve Hıristiyan ‘Batılılar’ için doğal sömürge olarak görüldü. Ara sıra bu yazılarda İslamcı kimliğiyle tanınan ve sözde kolonyalizm ve sömürgecilik karşıtı araştırmacı ve tarihçilerin metinlerinden alıntılar yapıyorum. İslami entelijansiya kendini kolonicilik ve sömürgecilik çağlarında yaşanan rekabetten; hatta Ortaçağ din savaşlarının yarattığı tahribattan sürekli olarak yalıtma ve Müslüman tarihini aklama çabasında. Ancak Hindistan tarihi söz konusu olduğunda Müslüman ve Hıristiyan kolonistler arasındaki sınırlar flulaşıyor.
Nitekim son zamanlarda Hint entelektüelleri arasında bin yıl süren Müslüman egemenliğini yeniden yorumlama adımları hızlandı ve bu tür durumlarda mutat olduğu üzere, bu çabalar Hindistan’daki İslam egemenliğini bütünüyle mahkum eden bir boyuta doğru ilerlemekte. Yükselişte olan Hindu milliyetçisi entelijansiyaya göre ‘insanlık tarihinin yaşadığı en büyük soykırıma uğrayan halk Hintliler”. Bu çevrelere göre bin yıllık Müslüman egemenliğini boyunca Araplar, Babürler, Afganlar vb 80 milyon Hinduyu öldürmüşler.(3)
Bu iddiaların kaynakları da zamanın ruhuna göre yazılmış Ortaçağ Müslüman tarih kitapları. O devirlerde bir hükümdar ne kadar çok ‘kafir’ öldürürse o kadar ‘başarılı’ sayıldığından tarihçiler de efendilerini övmek için vaziyeti abartılardı. “Benim hakanım din uğruna öylesine çok gaza yaptı ki 100.000 kafiri cehenneme yolladı” “o da bir şey mi benim sultanım 10 kerre 100.000 kafiri cehenneme yolladı” diye rekabet ederlerdi. Şimdi bu abartılı kaynaklar Hindu milliyetçilerin başvuru kitapları oldular. Neye niyet neye kısmet... Mesela Mirhond’un (Mirhand diye de okunuyor öl. 1498) Sebüktegin ve Gazneli Mahmud’u övmek için yazdığı Ravzat’us Safa’sına bakalım:
“Sebüktegin sonra din düşmanlarının (Hinduların) kökünü kazımaya yöneldi. Kefere-yi fecerenin meskeni ve putlara kulluk edenlerin vatanı olan Hindistan bölgesini Darül Gazve yaptı. Sürekli İslam düşmanlarının memleketinin etrafına taaruz ediyordu. Hindu ateşgedelerden yalazlanan şirk kıvılcımlarını parlak kılıcının darbesiyle söndürüyor o alçakların mabed ve meclislerini yokluk rüzgarına veriyordu. O mabedlerin yerine mescidler bina ediyordu."(4)
“Hint hükümdarı Caypal yalvarıp yakarıp geldi sulh istedi. Haraç ödemeyi kabul etti. Sebüktegin cömertlik gösterip onun canını bağışladı. Ama Yeminiddevle Mahmud (şehzade Gazneli Mahmud) karşı çıktı. ‘Bu melunlar ile sulh yapmak uygun değildir’ diyerek ısrar etti anlaşmaya mani oldu. Caypal’ın elçisi perişan bir vaziyette geri döndü. Hintliler cevap olarak ‘eğer sulh yapmamakta gayeniz mal ganimet ise biz hepsini ateşe atıp yok edeceğiz’ dediler. Bunun üzerine barış yapıldı bolca ganimet elde edildi. Sonradan Caypal sözünden caydı ve fidyeleri göndermemeye başladı. Sebüktegin o melun hainin peşine düştü. Puthanelerini yıkıp onların yerine mescidler inşa etti. Nihayet müşrikler yorulup bitkin düşünce İslamın saf ve temiz hamileri hep birlikte taarruz ettiler. O alçaklardan bir kısmını cehenneme yolladılar. Kılıç artıkları ise kaçtılar. Müslümanların eline hesap edilemeyecek kadar çok ganimet geçti. Hind beldeleri Emir Nasirüddin’in hâkimiyeti altına girdi”.(5)
Böyle devam ediyor. Sonra Gazneli Mahmud’un meşhur 16 seferi ve Somnat’a yaptığı meşhur akın anlatılıyor. Hindular Mahmud’un gücünün Somnat Tapınağını almaya yetmeyeceği dedikodusunu yapıyorlarmış. Onlara göre Tanrı Şiva tapınağını Müslümanlara teslim etmeyeceğinden Gazneli Mahmud buraya saldırmaya cesaret edemiyormuş. Bu dedikodulara sinirlenen Mahmud da 1025’te Somnat’a sefere çıkıyor. Burası Hinduların asırlardır hediyelerle zenginleştirdiği Şiva’nın kutsal şehriydi. Şiva’nın burada fildişinden bir heykeli vardı. Sadi bir beytinde bu heykeli şöyle anlatıyordu “O putun adı Lât idi. Somnat’ta gördüğüm fildişinden put, Cahiliyedeki kızlar gibi süslü idi”.(6)
Gazne ordusu kenti ele geçirdikten sonra tüm heykelleri parçaladı, değerli olan her şeyi topladı ve on beş günlük bir yağmadan sonra geri döndü. Öyle büyük bir ganimet elde edilmişti ki tarihçiler bunun iki yüz bin binek hayvanı ile taşındığını ve 100 milyon dinar değerinde olduğunu yazmışlar. Mirhond otuz milyon dinar değerinde kırmızı renkli altın sikkenin toplandığını ve yakut, lal ve zümrüt işlemeli sütunların sökülüp götürüldüğünü yazmış. Anlatıldığına göre Hindular Şiva’nın heykelinin parçalanmaması için büyük mücadele vermişler. Binlercesi bu heykeli korumak için tapınakta ölmüş. Ama bu heykele dokunulamayacağına dair kehaneti yıkmak isteyen Mahmud anlatılana göre heykeli bizzat kendisi, gürzüyle parçalamıştı.(7) Somnat Seferi duyulduğunda İslâm dünyasında bayram havası esmişti. Müslüman yazarlar ikinci halife Ömer’den sonra bu denli saygı duyulan birinin dünyaya gelmediğini yazmışlardı.
Ancak bu olay Hinduların kalbinde derin bir yara açmıştı ki bugün de Gazneli Mahmud, Hint tarihçiliğinde en sevilmeyen figürlerden biridir ve Somnat Seferi hüzünle yâd edilmektedir. 1025’te yaşanan bu olaydan yüzyıllar sonra tarih Hintlilere bir tür ‘rövanş’ alma fırsatı sundu. 1818’de Afgan tahtından kovulan Şah Şüca Hindu ve Sihlerden yardım istemişti. Sih liderlerden Rancit Singh birçok talep karşılığı yardım edebileceğini açıkladı. Taleplerinden biri de Gazneli Mahmud’un Somnat seferinde yanında götürdüğü saray kapılarıydı. 1842’de İngilizler Kâbil’i ele geçirdiklerinde Hindu ve Sih askerleri kentin yağmalanması için serbest bıraktılar. Kâbil’in tarihi çarşısı, camileri ve türbelerinin hemen hepsi yakılıp yağmalandı. Gazneli Mahmud’un türbesinin kapıları sökülüp Agra’ya taşındı. Böylece ‘rövanş’ alınmış oldu.
Karşılıklı fanatizmin bu kısır döngüsünden kafamızı bir an kaldıralım. Gazneli Mahmud dönemi elbette bu yağma ve tahriplerden ibaret bir dönem değildi. Gerçi Müslüman tarih yazarları da Sultanın Müslüman entelektüellerden pek hoşlanan biri olmadığı konusunda hem fikir gibiler ya neyse. Yine de Gazneli Mahmud devrinde, hükümdarla pek anlaşamasalar da bir tür entelektüel patlama yaşanmaktaydı. Müslüman dünyanın en büyük bilimcilerinden Birunî (973-1048), tarihçi Ebu’l Fazl Beyhakî (995-1077) ve el-Utbi (öl.1036), ünlü İranlı Şair Firdevsi (940-1020), Gazne sarayına hizmet etmiş sayısız isim içinde ilk akla gelenlerdir. Bir bakıma Gazneli Mahmud’un çağı Victoria İngiltere’si gibi ‘dev sanatçıların ve düşünürlerin’ devriydi. Gazneli Mahmud sağda solda varlığından haberdar olduğu tüm bilim insanlarını ve filozofları kendi sarayında toplamak isteyen bir tür prestij düşkünüydü. Bu tavrın onun için bir tutku olduğu ve kimi zaman bu maksadına erişebilmek için de kişileri zorladığı görülmektedir. Tam da böyle bir nedenden dolayı hayatının önemli bir kısmı boyunca Gazneli Mahmud’un hışmından kaçmak zorunda kalanlar içinde ilk akla gelenlerden biri büyük tıp âlimi İbn Sina’ydı (980-1067). 1004 yılında Gazneli Mahmud’un çağrısına olumsuz cevap verip Ürgenç Sultanının hizmetine girmeyi tercih etmesi, Gazneli Mahmud’un büyük hekime müthiş bir hınç duymasına sebep olmuş ve Gazneli Mahmud’un devletinin sınırları genişledikçe İbn Sina yaşadığı yerleri terk etmek zorunda kalmıştı.
Gazneli Mahmud’un görsel sanatlar karşısındaki tutumu ise konuya yabancı olanlar için karışık görülebilir. Hint seferlerinde ele geçirilen şehirlerdeki putları tahrip ettiren Gazneli Mahmud’un Afganistan’ın batısındaki Bûst yakınlarında inşa ettirdiği Leşker-i Bâzâr adlı sarayını tutucu Müslümanların muhalefetine rağmen insan tasvirleriyle süslettiğini görüyoruz.(8) Gazne bu devirde İslâm dünyasında resim, heykel ve kabartma gibi sanat türlerinin serbestçe gelişebildiği bölgelerden biri olmuştu. Üstelik Gazne sanatına genel olarak bakıldığında Hindu/Budist sanatından da büyük ölçüde etkilenildiği de görülebilmektedir. Sanatçılar katı dini baskı altında sayılmazlardı. Gerek saray süslemelerinde gerekse dönemin diğer betimlemelerinde şarap kadehleriyle eğlenen insanların figürlerine rastlayabiliyoruz. Neticede Mahmud ‘putlara’ müsamaha göstermiyordu ama her türlü tasviri tümden yasaklamaya çalışan fakihlere de kulak asmıyordu. Belki de Hint putlarına olan düşmanlığı dinsellikten çok siyasiydi. Onları kendi egemenliğine bir meydan okuma olarak görüyordu. Zira aynı modelde, çekik gözlü Buddha gibi bağdaş kurup şarap içen insan figürlerini ulemanın tepkisine rağmen yaptırmakta beis görmüyordu.
Gerçek her neyse karşımızda Tanrı Janus gibi iki yüzüyle bir Gazneli Mahmud imajı var. Biri katı dindar Hindu düşmanı, öbürü şairlerin peşinde koşan, Ayaz adlı erkek kölesine çok düşkün, ressamları serbest bırakmış ince ruhlu biri. Hangisi gerçek Gazneli bilemiyoruz. İkisi de gerçek olabilir. Sultanın son yıllarında dinsel fanatikliğinin esnediğini ve geçmişinde baskı altında tuttuğu Şiileri sonradan saraya doldurmaya başladığını söyleyen tarihçiler çok...
Ama belli bir kesim var ki onların Mahmud’u tam olarak Hindu milliyetçilerinin yarattığı imajla aynı. Bunlar tek bir Gazneli Mahmud biliyor ve tanıyorlar. O da Hindu tapınaklarını yakıp yıkan Mahmud. Aşağıda, Pakistan’da okutulan okul kitaplarının ve çeşitli çocuk kitaplarının kapaklarını göreceksiniz. Burada muhtemelen çekik gözlü ve seyrek sakallı bir Orta Asya Türkü olan Mahmud’u bayağı ‘Arabi’ bir sıfatla ve Hindistan’a ulaşan ilk Arap fatihlerinin giysilerini giymiş halde görmekteyiz. Aynı ressamın fırçasından çıkmış gibi duran Bu Gazneli Mahmudların ortak özellikleri ‘Arabi’ görünüşlerinin yanı sıra Somnat’taki Şiva heykelinin başının parçalanması sahnesine odaklanmaları. Yani koskoca Gazneli Mahmud’un tek özelliği bu... Çocuklara verilen tek mesaj bu kadar. Gazneli Mahmud: Putları parçalayan adam. Sultanı övmek adına basılan bu kitapların resimlerinin aynıları İslam karşıtı Hinduist propagandacılar tarafından da aynen alınıp kullanılmakta. Hindu soykırımını dünyaya kabul ettirmeye çalışan sayfalar da aynı resimleri kullanmakta. Hindu milliyetçilerinin ‘İslamofobi'si’, İslamcıların anlatılarından beslenmekte.
Yazıya aslında bu şekilde son verecektim. Ama bu kadar Gazneli Mahmud anlattıktan sonra –gizli bir Hegelci olarak- şu anekdota değinmeden geçemedim. Zira Mirhond’un anlattığı bir öykü Doğuda tarih diye bir şey olmadığını, Doğuluların aynı kısır döngüleri kuşaklar boyunca tekrar tekrar yaşayıp durduklarını söyleyen Hegel’i bile şaşırtacak kadar ‘güncel’. Mirhond şöyle diyor: “Gazneli Mahmud din ve mezhep konusunda mutaassıb bir adam idi. (Ama) onun ayıp ve kusuru halkın malını alma konusunda büyük bir hırsa sahip olmasıydı. Bir keresinde ona Nişabur'da bir şahsın çok malının olduğunu söylediler. O şahsı Gazneye çağırdı. Ona ‘Kulağımıza geldiğine göre sen Karmatiler (Haşhaşiler) mezhebine mensupmuşsun’ dedi. Zengin adam ‘Ben Karmati değilim. Ama Huda-yı azze ve celle beni dünya mallarından gani ve zengin yapmıştır. Her neyim varsa benden alın ve bu kötü adı benden aldırın dedi. Sultan onun mallarını aldı ve o adamın akidesinin güzelliği konusunda bir nişan yazmalarını buyurdu.”(9)
Demek ki o vakitlerde de bir ‘Karmati borsası’ varmış ve parası olan hakkındaki ithamlardan sıyrılıyormuş... Ne diyelim ihtiyar Hegel’in ruhu şad olsun.
NOTLAR:
(1) Joseph Campbell, Tanrının Maskeleri, Batı Mitolojisi, çev. Kudret Emiroğlu, İmge, Ankara, 1997.
(2) Alev Alatlı, “Doğu-Batı İçi Boş Bir Tasnif” Doğu-Batı,Şubat-Mart 1998, Sayı 2, s.97-99.
(3) https://trunicle.com/worlds-biggest-holocaust-islamic-invaders-killed-more-than-80-million-hindus-in-india/
(4) Mahmud Mirhand,Gazneililer, Ravzatu’s Safa, çev. Erkan Göksu, Kronik, İstanbul 2019, s.31.
(5) Mirhand, a.g.e.s.39-41.
(6) Mirhand,a.g.e. , s.109.
(7) Mirhand,age, s.113.
(8) Oktay Aslanapa, Türk Sanatı I, Başlangıcından Büyük Selçukluların Sonuna Kadar, MEB Yayınları, İstanbul 1972, s.41-45.
(9) Mirhand, a.g.e. s.76.
U. Töre Sivrioğlu Kimdir?
1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.
İtalyan aydınlarının kafa karışıklığı 10 Aralık 2023
Kürt tarihi ve tarih yazıcılığı üzerine bazı mülahazalar 03 Aralık 2023
Rodrigo, Falla ve Falanjist sanat 26 Kasım 2023
Falanjist sanatın kısırlığı ve Torroba’nın ıstırabı 19 Kasım 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI