Bir evsizlik hikayesi: Suriçi, Diyarbakır

Bereket kadar çok kullanılan başka bir kelime de düzendir. “İnsan istiyor bir düzeni olsun, bir düzen kuramıyorum. İnsan eşya alıp evine atmak ister, bir elbise dolabı bile yok elbiselerimizi koyalım, valizlerde çuvallarda o şekilde…” Bu cümleler 2020 yılında sarf edildi, evlerini kaybettikten hemen sonra değil, 4 yıl sonra... Genelde hiç düzeni yıkılmayanların dudak büktüğü bir şeydir düzen.

Google Haberlere Abone ol

İclal Ayşe Küçükkırca*

Dün bir dostumdan telefon geldi, bir hikayenin son kısmını anlattı bana, bir evsizlik hikayesi koydum adını şimdilik…

60 senedir yaşadığınız mahallede çatışmalar çıkıyor. Evinize kapanıyorsunuz, çoluğunuza çocuğunuza bir şey değmesin diye aylarca evinizden çıkmıyorsunuz. Bu süre içinde sanıyorsunuz ki / umuyorsunuz ki kentin kalanı Surlara dayanmış çatışmaları durdurmak için uğraşıyor… Evet Diyarbakır Sur’dan söz ediyorum. Meğer pek bir şey olmuyormuş, birkaç kısık sesten başka bir ses çıkmıyormuş, “Sur’un dışı yurt dışıymış”… Ta ki o an geliyor çatıyor, insan hakları savunucusu, avukat Tahir Elçi Dört Ayaklı Minare’nin yanı başında barışın, tarihin, kültürün değerinden söz ederken kalleşçe vuruluyor. O gün Diyarbakırlıların deyişiyle “canınıza ayıkıyorsunuz” ve evinizi terk ediyorsunuz. 2016-2020 yılları arasında en az ama en az üç dört ev değiştiriyorsunuz, sonunda çevre semtlerden birine; Huzurevleri olabilir, Şehitlik olabilir, Benûsen olabilir, yerleşiyorsunuz. Gel zaman çatışmalar bitiyor, siz evinize giremiyorsunuz. Zaten eviniz yıkılmış ya da harap edilmiş, “sanırsın evlerle savaşmışlar”… Mahalleye giriş yasağı konuyor. Yetkili mercîler evinizin karşılığında belirlediği bedeli size veriyor ve evinizi satın almış oluyor.

Hikaye bitti mi, bitmez, bu hikaye hep yeniden başlıyor… Evlerinin karşılığında belli bir meblağ alan Surlulara iki olasılık sunuluyor (du dün aldığım mesaja kadar). Dünden itibaren olanları yazının sonunda yazacağım. Birinci olasılık: Şehrin (yani Surların, Sur demek kent demek, kentin atan kalbi demek) 30 kilometre ötesinde Toki konutları yapılmış, semtlere ise Çöl Güzeli ve Afet Evleri adı verilmiş, adları Dubai, mermer, varak, palmiye kokan semtler bunlar. O semtlerde ev almak için teşvik ediliyorsunuz. İkinci olasılık: Sur’da evinizi kaybettiğiniz yerden ev alabilirsiniz ama eski evinizden farklı büyüklükte bir ev çünkü yeni evlerin parselleri değişti ve de yeni evinizi devletin sizden aldığı birim fiyatın 8 katı pahalıya alacaksınız, olur mu? Şanslıysanız, çünkü evinizin eskiden olduğu parsel, park, bahçe ya da güvenlik noktasına dönüştürülmüş olabilir. O zaman evinizi sonsuza kadar kaybettiniz. Sur’da yaşayanların çok azı (elimizde sayı yok maalesef) sözleşmelerini Kasım/Aralık 2019’da bu koşullarda imzaladılar. Çoğu imzalayamadı ve Sur’da yaşama şansını ebediyen terk etti. Neden? Kendilerine dayatılan meblağları ödeyecek paraları yoktu. İmzalayan küçük bir kesim ise nasıl ödeyeceklerinden emin değillerdi ama Sur’a geri dönebilmek için imzaladılar, neden dönmek istediler? Çok neden var, sadece üçünü yazacağım: Sur bereketti, Sur düzendi, Sur evdi.

Sur bereketti çünkü Hevsel bahçelerinin kenarındaydı, uygun fiyata sebze/meyve alabilmekti, Hevsel bahçelerinde ırgat olabilmekti, kendi sebzeni ekebilmek, ektiğin sebzenin bir bölümünü satabilmekti. Sur Peynirciler Çarşısı'nın, Çarşıya Şewitî’nin yanında yaşamaktı. Doğuma giderken hastaneden önce esnafa uğrayıp gerekirse bedavaya bebek eşyası alabilmekti. Çocukların bakkaldan istediğini alabilmesiydi. Esnafın kapıya dayanmamasıydı. Devlet hastanesine yürüyerek gidebilmekti. Çocukların okula yürüyerek gidebilmesiydi. Eski Hal’den sebzeni alabilmekti. Tütününü satabilmekti. O nedenle Sur’da konuştuğunuz herkes istisnasız Suriçi’nin bereketinden söz eder. Başka semtlerde yaşarken 4 ayda harcadıkları parayla Sur’da bir yıl geçinebildiklerinden söz ederler.

Bereket kadar çok kullanılan başka bir kelime de düzendir. “İnsan istiyor bir düzeni olsun, bir düzen kuramıyorum. İnsan eşya alıp evine atmak ister, bir elbise dolabı bile yok elbiselerimizi koyalım, valizlerde çuvallarda o şekilde…” Bu cümleler 2020 yılında sarf edildi, evlerini kaybettikten hemen sonra değil, 4 yıl sonra... Genelde hiç düzeni yıkılmayanların dudak büktüğü bir şeydir düzen. Düzen değil kaostur gereken, çünkü düzen hep “erk”in düzeni olarak düşünülür. Özgürlükçü, “sol” yazın içinde de yıkmak, değiştirmek üzerine çok kalem oynatılmıştır da, düzen üzerine metin bulmak zordur. Hume gibi alışkanlıkların, Arendt gibi hakların önemine değinen birkaç tekil örneğin dışında, Sur’da kaybedilen düzene dair söylenenler bana Simone Weil’ın Need for Roots (Köklere İhtiyaç) kitabını hatırlattı. Weil kitapta köklenme fikrine uzun bir bölüm ayırır. Ona göre “Köklenme insan ruhunun belki de en önemli ve en az takdir edilmiş ihtiyaçlarından biridir. Tanımlanması en zor olanlardan. Bir insan bir gruba gerçek, aktif ve doğal katılımı aracılığıyla köklenir” der, hemen ardından da bu köklenme ilişkisi ve ihtiyacının mekanla ilişkisinden söz eder. Surlular evlerinden kopartılarak köklerinden koparıldılar, bu nedenle de yeni mahallelerinde güvensiz hissediyorlar, köksüz, yersiz...

Eğer ki insanlar bir yerde köklenirlerse, orada güvende ve o yere ait hissederlerse, o mekanda kültür ve alışkanlıklar geliştirirlerse, oraya ev denir (başka birçok tanımlamanın yanında). Evet, insan her zaman evde yaşamak istemez, insan bazen evi terk eder ve geri gelmez, bazen gider sonra döner ve evden bir daha çıkmaz. Bazen gider, geri döner sonra bir hışımla yeniden kaçar, kim bilir belki geri gelir belki gelmez… Bu arada bazen yeni evler yapar. Evin kapılarını değiştirir. Bir yapar bir yıkar... Küçük bir grup cesur insansa evsiz yaşamayı seçer. Surlular bağlamında ise, Aralık 2019’da taahhütlerinin altından kalkıp kalkamayacaklarını bilmedikleri ağır koşullu sözleşmeye attıkları imzanın nedeni ev’e geri dönme istekleriydi. “Bazen rüya görüyorum hani evimdeyim. En çok da evimi özlüyorum. Oradaki yaşamımı özlüyorum. Hiçbir şey de çıkaramadık hatıra olarak da, hepsi gitti yerle bir oldu. Biz çektik başkası çekmesin, çok zor”.

Buraya kadarki hikayeyi biraz sonra anlatacağım telefon görüşmesini anlatmak için yazdım. Dün evine, düzenine, bereketine kavuşmak için o ağır koşullu sözleşmeyi imzalayanlardan biri olan bir dostum beni aradı. Sözleşmeyi imzaladığı günü çok iyi hatırlıyorum, 3 Aralık 2019. Kütüphanedeydim, meşhur İsam’da, bu salgından sonra bir daha gitmek istiyor muyum bilmediğim İsam. Telefonla konuşmak için dışarı çıkmıştım, hava soğuktu, uzun uzun telefonda konuşmuştuk. Evin parasını nasıl ödeyeceklerinden emin olmadığını ama bunun onur meselesine döndüğünü, göz göre göre evini bırakmak istemediğini anlatmıştı. Bir yol bulunur demiştik, hatta bazı fikirler düşünmüştük, kampanya başlatabilirdik, kardeş aile ağı kurabilirdik, Diyarbakır’daki sivil toplumla iletişime geçebilirdik, hele de belediyeler o zamana kadar daha düzgün çalışmaya başlardı nasıl olsa, beraber bir şeyler yapmaya çalışırdık. Böyle düşündük, gönlümüzü, asıl onun gönlünü ferahlatmaya çalıştık. Dün bir mesaj attı: “Slav Ayşe evlerimizin sözleşmesini iptal ettiler yine, yani Sur’da kimseye ev vermiyorlar, bugün Şehircilik Bakanlığından beni aradılar... İsterseniz Ali Paşa’da ister Toki’de kuraya girin dediler. Hiçbirini kabul etmedim bilmiyorum artık ne olacaksa…” Bu hikayenin adı ne olsun? Türkiye’nin hikayesi midir bu, Kürt’ün hikayesi midir?

*Dr., Off-University