İnfaz Yasası’ndaki değişiklikler ve mutlak olmayan adalet

Kanser hastası olan bir mahpusun abisiyle görüşüyorum. Kardeşine, kanser teşhisi konulduktan aylar sonra tam ışın tedavisine başlanmışken tedaviye başlanan hastane pandemi hastanesi ilan ediliyor ve aylar sonra başlanan tedavi kesilerek kardeşi cezaevine geri götürülüyor. Görüştüğüm kişi, annesi dahil ailesinin günlerdir endişeden uyuyamadığını söylüyor. Annesinin ismi Leyla. Leyla’nın oğlu ise 27 yıldır politik mahpus. Dolayısıyla infaz düzenlemesi ne Leyla’nın ne de çocuklarının endişelerini gidermiyor. Mutlak olmayan adalet!

Google Haberlere Abone ol

Esra Erin*

“Görünen o ki insan olmamıza daha var ve bu ihtimal şimdi hiç olmadığı kadar tehlikede, belki de süresizce önlenmekte...”

Judith Butler, Kırılgan Hayat

Dünyada son birkaç aydır hiç olmadığı kadar ilginç gelişmeler yaşanmakta. Covid-19 isimli bir patojen insanların hayatını etkilediği gibi devletlerin de düşünme biçimini şekillendirmeye başladı. Dünyaya yayılan hastalık şimdiden dünyanın eskisi gibi olamayacağını söylüyor bize. Yaşanan bu karantina, haliyle üretim ilişkilerini tehdit ediyor. Bu da iktidarları başka türlü bir düşünme zorunluluğuna itiyor; tanımlanan yasalar, geçici düzenlemeler, yeniden düzenlenmeye çalışılan üretim ilişkileri... Pek çok insan bulunduğu yerden hastalığın yarattığı durumun sonuçları açısından tartışmaya başladı. Bu yazının konusu da son günlerde TBMM’de tartışılan malum infaz yasasıyla ilgili olacak. Ancak ele almak istediğim boyut meselenin hukuki facia boyutu değildir zira bu konuda benden çok daha tecrübeli hukukçuların yazıları günlerdir yayınlanıyor. Ele almak istediğim husus şu alıntı ile başlıyor;

“...Bazı tutuklular tek başına da olsa bir hapishane bir topluluktur ve bunun iyi bir kanıtı da bizim belediye hapishanemizde gardiyanlar da tutuklular gibi hastalığın bedelini ödüyorlardı. Vebanın tepesinden bakınca, müdürden en son tutukluya kadar herkes mahkûmdu ve belki de ilk kez olarak hapishaneye mutlak bir adalet egemendi. Yetkililer görev başında ölen gardiyanlara madalya vermeyi düşünerek bu herkesin eşit olduğu yere boşu boşuna bir hiyerarşi getirmeye çalıştılar…”[1]

Bu alıntı son günlerde sıkça anılan Albert Camus’un 1947’de yayınlanan Veba romanından. Camus’un, veba salgınının tutuklu/gardiyan ayırmadan herkese eşit muamele etmesinden ötürü kullandığı “mutlak adalet” kavramı Camus’un romanını bugünlerde okuyanların düşebileceği bir yanılgı yaratıyor; hapishanedeki ayrımın sadece gardiyanlar ile tutuklular arasında olduğu yanılgısı. Buradan yola çıkarak infaz yasasına getirilmesi düşünen değişikliklerin hapishanede kimleri ayırdığına bir bakalım.

Öncelikle düzenlemede tutukluların bahsi hiç geçmiyor. Tutuklular ve hükümlüler ayrımı! Oysa tutukluluk halinin zorunlu hallerde ve istisnai olarak başvurulması gereken bir tedbir olduğu düşünüldüğünde mahpuslar lehine yapıldığı iddia edilen bir infaz düzenlemesinin ilk ve öncelikli muhatabı tutuklular olmalıydı. Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi (CPT) ve BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği yakın zamanda üye devletlere ‘cezaevlerindeki insan sayısını azaltmaları için acil harekete geçme’ konusunda çağrıda bulunarak; ‘hükümetler şimdi, her zamankinden çok daha fazla, yasal bir temel olmadan hapsedilen, siyasi mahkumlar ve sadece eleştirel ya da muhalif görüşler ifade ettikleri için hapsedilenler dahil her bir kişiyi serbest bırakmalıdır’ şeklinde tavsiyede bulundu. Ancak salgının Türkiye’de görüldüğünün açıklanmasının üzerinden tam bir ay geçmiş olmasına rağmen henüz bu “çağrıya uyularak” serbest bırakılan tek bir mahpus olmadı.

Devam edelim. Hükümlüler açısından kamuoyuna “af” olarak yansıyan değişiklik önerilerinin tümünde “terör suçları” kapsam dışı bırakıldı. Hükümlüler ve hükümlüler ayrımı! Oysa Anayasa’nın 10. maddesi, ‘kanun önünde eşitlik’ başlığını taşır. Yani herkesin, ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu hükme bağlar. Eşitlik hakkı ve onun doğrusal uzantısı olan ayrımcılık yasağı “biz” ve “öteki” ayrımının yapılamayacağı hatta tüm bu tartışmalardan uzak, bilinmesi gereken tek şeyin insanın sadece insan olması hasebiyle eşitlik hakkına zaten doğal olarak sahip olduğudur. Dolayısıyla hükümetlerin yurttaşlara lütfedeceği bir şey değildir eşitlik. Aksine mevcut hükümetin seçilme sebebi olan Anayasanın gereğidir ve dünyada ilan edilen pandemi hali sebebiyle hızlandırılan yasa değişikliğinde politik mahpusların kapsam dışına alınması Anayasa’ya aykırıdır. Kaldı ki pandemiye sebep olan virüs, bulaşacağı kişi açısından suç ayrımı yapmamakla birlikte cezaevlerinde sayısı 300 bini bulan mahpuslar şu anda salgın açısından risk grubunun en başlarında yer almaktadır. Bir de elbette hasta mahpuslar…

Üç gün önce telefon görüş hakkında ailesine “Burada çok ağır hastalıkları olanlar var; kanser hastaları, akciğer hastaları, Hepatit-C hastaları. Hepsi de salgından ötürü risk altında onlar için çok endişeliyiz” diyen bir mahpusun anlattıklarını duyuyorum kızından. Endişeli olan mahpusun kendisi ise Koah hastası ve 28 yıldır hapishanede. Ancak ailesine kendisinin en iyi durumda olanlardan olduğunu ve diğer arkadaşları için endişelendiğini dile getiriyor. Kendisi de, arkadaşları da politik mahpus. Dolayısıyla infaz düzenlemesi ne kendisinin ne de ailesinin endişelerini gidermiyor. Mutlak olmayan adalet!

Kanser hastası olan bir mahpusun abisiyle görüşüyorum. Kardeşine, kanser teşhisi konulduktan aylar sonra tam ışın tedavisine başlanmışken tedaviye başlanan hastane pandemi hastanesi ilan ediliyor ve aylar sonra başlanan tedavi kesilerek kardeşi cezaevine geri götürülüyor. Görüştüğüm kişi, annesi dahil ailesinin günlerdir endişeden uyuyamadığını söylüyor. Annesinin ismi Leyla. Leyla’nın oğlu ise 27 yıldır politik mahpus. Dolayısıyla infaz düzenlemesi ne Leyla’nın ne de çocuklarının endişelerini gidermiyor. Mutlak olmayan adalet!

Başka bir mahpusun babasıyla görüşüyorum. Oğlunun boynundan aşağısı felç ve ATK’nın cezaevinde kalamaz raporuna rağmen halen daha hapishanede. Sebebi ise toplum için tehlikeli olduğu iddiası. Olayın absürtlüğü burada bitmiyor, boynundan aşağısı felçli olan mahpus; belden aşağısı felç olan başka bir mahpus ve iki eli olmayan bir mahpusla aynı odada kalıyor. Üçü de ağır hasta. Üçü de politik mahpus. Dolayısıyla infaz düzenlemesinden yararlanamayacaklar. Mutlak olmayan adalet!

Bu şekilde sayabileceğim hasta mahpus sayısı İHD’nin son açıklamasına göre; “590’ı ağır hasta olmak üzere toplam 1564’tür.”[2] Bin beş yüz altmış dört insan.

Şok edici, üzücü, sarsıcı şeylere aralıksız maruz kalmanın kalpten tepki vermeyi tamamen ortadan kaldırdığı söylenir. Hasta mahpus sayısı her güncellendiğinde ve bu güncellemeye sadece sayı güncellemesi olarak bakıldığında tam olarak aklıma gelen sözler bunlar. Çünkü üzücü ve sarsıcı olduğu çoğu kişi tarafından kabul edilen ancak sadece belli bir kesimin sorumluluğu altındaymış gibi toplumun geri kalanını seyirci haline geldiği bir konu hasta mahpus konusu. Hasta mahpusların ve ailelerinin ise hep “başka” kişiler olduğunu düşünmekte seyirci olmanın bir diğer sebebi sanırım. Meşhur başkalarının acısına bakmak hikayesi; “bu benim başıma gelmiyor, ben hasta değilim, ben ölmüyorum,” demek tam da bu olsa gerek. Seyirci olmak öyle bir konfor alanı sağlar bireye, harekete geçmemek için sayısız bahane yaratmasına imkân verir. Hasta mahpuslar konusunda seyirci olmak için ise güçlü bir bahanesi var insanların, kamusal bir söz birliği; onların çoğu “terör” suçluları!

Melek Göregenli bir yazısında kamusal söz birliğini şöyle açıklar; “Sosyal psikoloji literatüründe ‘ahlaki dışlama’ terimiyle çerçevelenen süreç, her düzeyde iktidarların, ‘öteki’lere yönelik zalimliklerini, aleni kötülükten edilgen umursamazlığa kadar farklı derecelerde hayata geçirirken, onları ‘bazı bakımlardan daha az insanca’ ya da ‘insan niteliğinden’ yoksun bırakacak bir kamusal söz birliği,”[3] oluşturulduğuna işaret eder. Böylece ayrımcılık ve şiddet daha kolay, makul ve hatta zorunlu hâle gelir. İnsanlar diğerlerini insanlıktan çıkardığında, onlarla duygudaşlık kurmaları mümkün değildir; merhametten söz etmek artık imkânsızdır. Hele ayrımcılığa uğrayan gruplar normatif olmayan bir biçimde isyana kalkışırlarsa, tehdit algısı güçlenerek büyür ve “insan niteliğinden kurtarılmaları” söz konusu olur.

Doğrusu merhamet kelimesi bu yazıda geçmesini istediğim son kelimedir. Çünkü ne politik mahpusların ne de ailelerinin talep ettikleri şey merhamet değil, insan haklarının en temel normu olan eşitlik talebidir. Bu hususa birazdan tekrar geleceğim. Ancak burada değinmek istediğim bir başka husus, üzerine fazlaca düşünülmemiş sadece müphem ve fazlasıyla kapsayıcı terimlerin -terörizm gibi- hali hazırda bir yargı içerdiğini ve eldeki yargıyı daha tanımlama aşamasında onu kötü diye kestirip atmanın bilmeyi reddetmek olduğunu, onun yerine inanmayı tercih eder hale getirdiğidir. Oysa bu inanmak halinden çıkıp Butler’ın kitabında dediği gibi; “Üretilmiş insan normu dışında kalan tüm diğer insan biçimlerini dışlayan, ötekileştiren, baskıcı, insan olmayan insan normları yaratarak yaşanabilir ve yası tutulabilir insan ayrımı yapan ve bunları yeniden üreten çerçeveleri reddetmeliyiz. Böylece başkalarının acıları ile özdeşim kurabilir, bize yakın olanlar kadar olmayanların da yaşamlarına karşı yükümlülük hissedebiliriz. Bu etik yükümlülük, yaşamlar alçaltıldığında ya da alındığında ‘biz’ ve ‘öteki’ ayrımı yapmaksızın hiddetle tepki vermemize olanak sağlayacaktır.”[4]

Sonuç olarak; bir yandan cezaevinde bulunma nedeni ne olursa olsun sağlık sorunları bulunan hasta mahpusların hapishane koşullarında tutulması ve tedavilerinin sağlanmamasının evrensel hukuk kriterlerine göre işkence ve kötü muamele yasağının ihlali olduğunu hatırlatarak “normal” zamanlarda dahi risk altında olan hasta mahpusların salgın tehlikesinin gözetilerek acilen tahliyelerine çağrı yapmak, bir yandan infaz yasasının tüm mahpusları kapsayarak Anayasada yer alan temel haklardan olan eşitlik maddesinin uygulanmasına çağrı yapmak insanca yaşamın gereğidir. Temel haklar ise yalnızca insanca bir yaşam için savunulabilir.

[1] Albert Camus, Veba, Can Yayınları, 2000

[2] https://www.ihd.org.tr/hasta-mahpuslar-ve-covid-19-salgini/

[3] Melek Göregenli, “Birbirimizin yüz’üne bakabilmek”, Birgün Kitap Eki, Haziran, 2006

[4] Judith Butler, Kırılgan Hayat, Metis yayınevi, çeviri: Başak Ertür, 2005

*Hukukçu