Üniformalı istihdam out, beyaz üniforma in!

Türkiye’de; doktor sayısı polis sayısının 3’te 1’i altındadır. Hemşire sayısı yaklaşık Diyanet İşleri Başkanlığı personeli sayısı kadardır. Sağlık memuru sayısı korucu sayısı kadardır. Korona virüsünden sonra siyasi iktidarların ülkelerin bekası için finanse edeceği üniformalar içerisinde 'beyaz'a daha çok yer ayıracaklarını düşünüyorum.

Google Haberlere Abone ol

Sinan Ok*

Mesele malum aslında modern zamanların gördüğü en zor kriz, korona virüsü salgını; birçok sistemi, olguyu, işleyişi, ilişkileri ve kurumu yeniden tartışmamızı gerektiriyor. Yeni bir çağın şafağındayken bir tür olarak insan; tartışmadan imtina edemeyecek kadar yara aldı. Ve acılarımız, umarım “akıllanmamıza yol ve imkan açar.” Kim ne derse desin korona virüsü; ülkelerin ve toplumların bekasını korumak için finanse edildiği iddia edilen “üniformalı istihdamın” ipliğini de pazara çıkarmıştır!

Yaşam hakkının korunması için tek üniformanın; beyaz sağlıkçı üniformasının, barışın renginde olan üniformanın desteklenmesi gerektiğini Dr. Li Venliang ve Dr. Cemil Taşlıoğlu şahsında yaşamını yitiren bütün sağlık emekçileri bir kere daha gösterdi.

Yakın bir temenni olmasını istediğimiz post-koronal dönemde tartışılacak başlıklardan biri de istihdam ilişkileri olacak. Yıllardır emek “cephesinden” bakanların savunduğu güvenceli istihdam; kuralsız, ev eksenli ve endüstri ilişkilerini belirsizleştiren sermayeye karşı ağır bir darbe aldı. Birbirini görmeden, dokunmadan, konuşmadan üretim ilişkileri için korona virüsü yeni bir alan açtı. Milyonlarca kişinin de daimi işsiz kalacağı bu süreç içerisinde ve sonunda işçi-işveren ilişkileri, iş hukuku, sosyal güvenlik hukuku, sendikal haklar ve örgütlenme hukuku yeni bir mindere çekilmiştir. Devletlerin toplumun sağlığını değil rantı öncelediğini tüm ulus devletler sırayla gösteriyor zaten. Şu an yaşam hakkı kadar kapitalist düzenin kayıpları tartışılmaktadır.

Önceki dönemlerde dijitalleşmenin getirdiği imkanlara sarılan sermaye kesiminin; esnek, kuralsız ve güvencesiz istihdamı, neo-liberal hegemonya ile neredeyse tüm dünya parlamentolarından imbik imbik, yasa yasa geçirdiği bir süreci zaten yaşadık. Parlamentolar halkın değil rantın çıkarlarına hizmet eden ve profesyoneller ile doldurulmuş kurumlara dönüştü. Kamusal, tam zamanlı, örgütlü ve güvenceli emek; tüm dünyada sistematik bir şekilde nitelik ve nicelik yitimine maruz bırakıldı. Devletin sosyal yönü; eğitim, sağlık, ulaştırma ve hatta “adalet özelleştirilerek” küçülürken, bir organizma olarak devlette çalışan sayısının azalmadığı görüldü. Sosyal devlet “küçülürken” yerini “jandarma devlete” terk ediyordu.

Öte yandan siyasal iktidar için devlet merkezli bir tanım yapacak olursak; geleneksel anlamda “asker ve vergi toplama tekeli” diyebiliriz. Toplum merkezli bir yaklaşıma tam karşı diyebileceğimiz bu gelenek 70’lerin sonlarından bugüne küreselleşti. Bu süreçte sosyal devlet alanı daralırken toplumlardan daha az vergi toplanmadı, bürokrasi küçülmedi. Bir organizma olarak devletlerin harcadığı bütçeler reel olarak artarken, emekçilerin reel ücretleri sistematik bir biçimde azaltıldı. Emeğin mücadelesi ile kazandığı “belirli zamanlı çalışma”, hafta sonu tatili, yıllık izin, örgütlülük ve sendikal hakları, insan onuruna yakışır ücret alma hakları, kıdem tazminatı ve emeklilik gibi hakları da daraltıldı. Küreselleşmenin dünyası kısa süre içerisinde sermaye için tüm sınırların (başta ahlaki sınırlar) kaldırıldığı bir yere dönüştü. Sermaye korona virüsünden daha hızlı dünyada dolaştıkça; işsizlik, yoksulluk, mültecilik, sosyal güvenlik sistemlerinin daraltılması, emeklilik yaşlarının yükseltilmesi ve maaşların reel olarak düşmesi en temel gündemler oldu. Üretimden emeğin payı olan ücret; açık bir zorla gasp edilerek ranta, faize ve kâra aktarıldı.

'ÜNİFORMALI İSTİHDAM' ARTTI

Tüm dünya genelinde sendikacılığın, örgütlü emeğin “jandarma devlet” eliyle geriletildiği bu süreçte emek için yapılan beyaz-mavi yaka, hane-fabrika ayrımları anlamsızlaştı ve iç içe geçti. “İşin yapıldığı yer olarak işyerinin belirsizleşmesi” “uzmanlıkların çoğalması” “sürecin taşeronlaştırılması” bu yeni rejim için yeni bekçilerin istihdam edilmesini gerektirdi. Bugün tüm dünya genelinde “güvenlikçi” istihdamının ve sayısının ulusal ordulara yakınlaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Kendisi bir güvencesiz istihdam tipi olan “güvenlikçilik işi” ironik bir şekilde bu rejimin en temel dayanaklarından biri oldu.

Türkiye’de ve dünyanın genelinde sadece güvenlikçilik değil; polis, sözleşmeli (paralı) asker, kiralık asker, zabıta, koruma (bodyguard), bekçi, korucu ve benzeri adlar altına “güvenlik elemanı veya uzmanı” istihdamı “jandarma devletin” bir sonucu oldu. Bugün neredeyse ulusal ordusu olan her devletin bir o kadar da polisi ve daha fazlası kadar “güvenlikçisi” var. Devletler geleneksel olarak toplumları bastırmak için tarihin neredeyse her döneminde ordular beslemiş ve bunun daha çok dış saldırılara karşı olduğunu iddia etmiştir. Ancak polislik ve neo-güvenlikçilik kapsamındaki istihdamın dıştan çok içe yönelik olduğu bilinmektedir.

Polislik için hâlâ istisnai diyebileceğimiz bir aşamadaysak da “müşteri memnuniyetine” dayalı bu istihdamın topluma sunduğu katma değeri tartışmamız gerekiyor. Polisliği de yurttaşa değil müşteriye hizmet ettiği sürecin içinden henüz geçtiğimiz için ayrı tutmak gerekir. Ama katma değer tartışmasını ertelemeden yapmamız gerekiyor. Çünkü milyonlarla ifade edilen bu istihdamın toplumdan alınan vergilerle finanse edildiği, toplum için kayda değer bir katma değer sağlamadığı, hatta birçok yerde (örneğin Sarı Yelekliler eyleminde) emek ve topluma karşı copunu, silahını, kelepçesini, TOMA'sını kullanmaktan geri durmadığını biliyoruz. Polisin iç düzeni sağlamakla görevli olduğu iddia edilen bu rejimde; uluslararası sermayenin bekçisi olduğunu gösteren en temel vakalardan biri grevdeki madencileri tarayan polislerin görüntüsüdür. Güney Afrika’da yaşanan bu tipik vaka ibretliktir. Muhtemelen madencilere sıkılan kurşunlar madencilerin vergileri ile alınmış ve katillerinin ücretleri onların veya ailelerinin dolaylı vergileri ile finanse edilmiştir.

ÜNİFORMALI İSTİHDAM CENNETİ TÜRKİYE

Korona virüsü salgının da bir kere daha açığa çıkardığı gerçek şu ki; hiçbir toplum ve devlet salt ulusal politikalarla kendini dünyanın geri kalanından yalıtamaz. Türkiye de yukarıda ifade edilmeye çalışılan dünya genelindeki, emek karşıtı rejimin güç kazandığı süreçten payını aldı. Ancak her ülkede olduğu gibi değişik nedenlerle Türkiye’de de “üniformalı istihdamın” özel bir karakteri var.

Türkiye’de; onurlu barışla çözmeyi denemediği Kürt meselesi, “Suriye” (ve şimdi Libya) savaşında aldığı pozisyonlar ve 15 Temmuz darbe “girişimi” sonrası devletin deregülasyonu süreçlerinden etkilenen “üniformalı istihdam” alanları mevcuttur.

Kürt meselesini; militarist ve güvenlikçi politikalara havale eden yaklaşım nedeniyle dünyanın çok az yerinde görülen Jitem ve koruculuk gibi üniformalı istihdam alanları Türkiye’ye özgüdür. Dönem dönem sayıları 100 bini aşan korucuların (2020 yılı itibariyle 60 bin civarında) bölgede yüksek işsizlik nedeniyle neredeyse tek “güvenceli iş” olarak kaldığı bir coğrafyadayız. Van Çatak Belediye Başkanı'nın ve başka birçoklarının işsizliği “daha çok korucu kadrosuyla” çözmeye çalışması dönemin karakteristiğini yansıtmaktadır. Halbuki üniformalı istihdam ne somut bir şey üretir ne de insan onuruna yaraşır bir istihdam ve toplumun temeli olur. Kontrolsüz olursa “Bilge Köyü Katliamı” “Roboski Katliamı” “15 Temmuz Katliamı” gibi katliam listesini, Musa Anter-Hrant Dink-Tahir Elçi … faili “meçhul” listesini uzatır.

Türkiye’de militer üniformalı istihdam süreci AKP ile başlamadı ancak AKP iktidarı eğitim ve sağlık alanında nüfus artışına uygun bir kadro genişlemesine alan açmazken ve bu alanları hızlı bir biçimde özelleştirirken güvenlikçilik için de inanılmaz alan açmıştır. Eğitimi ve sağlığı piyasanın insafına terk eden, bu alanlarda çalışanları sefalet ücretlerine mahkum eden, grev yasaklayan, iş cinayetlerini yaptırımsız bırakan, sendikacılığı güdümlü hale getiren AKP; ülke kaynaklarını ve devlet bütçesini ise polis, asker, korucu, bekçi, güvenlikçi ve son 10 yıldır “çihatçı” finansmanına harcamıştır.

Ülkede kimyagerler, biyologlar ve fen bilimleri mezunları on binlerce genç işsiz kalırken AKP yüzbinlerce imam-hatip mezununu (bunlar da üniformalı ve katma-değer üretmeyen istihdam olarak değerlendirilebilir. Ayrıca son korona virüsü salgının yayılmasında umrecilerin ve Diyanet'in rolü ayrıca tartışılmaktadır) tüm kurumlara yerleştirdi. Ataması yapılmayan 500 bin öğretmene de “ya işsiz kalacaksınız ya da size sunduğum “üniformalar menüsünden” birisinin altında cepheye gideceksiniz” dedi.

Aşağıda ifade edilen AKP döneminde kamuda yapılan bazı personel alımları ülke kaynaklarının sağlık ve eğitim alanından nasıl kaçırıldığını göstermektedir. Sınırlı bir bütçede bir alana fazlasıyla verilen destek diğer bir alandan çekilen bütçedir. Tabii bugün korona virüsü dahil sağlık ve eğitim sistemindeki sorunlarla neden yeterince mücadele edemediğimizi de bu verilerden okuyabiliriz.

AKP döneminde; polis üniforması altında istihdam edilenler 2005 yılında 170 bin iken 2019 yılında 340 bin kişiye yükselmiş ve artış yüzde 100 olmuştur. Sözleşmeli asker üniforması altında istihdam edilenler de astronomik arttı. AKP’den önce sözleşmeli askerlik yoktu. Ücretli kurmay sayısı ise 10 binlerle ifade edilirken 2005-2015 yılları arasında 130 bin paralı asker istihdamı sağlandı. 2019 yılı itibariyle Türkiye ordusunda paralı asker sayısı 160. bin kişiyi aşmıştır. 15 Temmuz sonrası alımı yapılan ve süreç içerisinde “kimlik kontrol edebilir/edemez, silah taşıyabilir/taşıyamaz vb.” tartışmalara yol açan bekçi üniforması da AKP’nin yeni keşfi. Son 3 yıl içerisinde istihdam edilen bekçi sayısı 2019 yılı itibariyle 24 ini geçmiştir. 2020 yılında da 8 bin alım daha planlanmıştı. Ama korona virüsü nedeniyle boşa düşen kadrolara rağmen alım yapılır mı bilinmez.

AKP döneminde Türkiye’de “özel” güvenlik bir sektör haline gelmiş ve sertifikalı kişi sayısı 1,2 milyon civarındadır. Türkiye’de kamuda çalışan özel güvenlikçi sayısı 2004 yılında çıkarılan yasadan sonra hızla artış göstermiştir. Özel ve kamuda çalışan sayısı 300 binin üzerinde olan güvenlik elemanı sayısı polis sayısına yaklaşmıştır.

Türkiye’nin kiralık askerleri olarak ÖSO’cu cihatçı üniforması da üniformalı istihdam başlığı altında değerlendirilebilir. Suriye’de dışarıdan taşınan cihatçıların Türkiye tarafından finansmanı yıllarca örtülü bir şekilde sürdürülüyor ancak inkar ediliyordu. Meşhur MİT tırları vakası ve davasıyla açığa çıkan durum bugün tartışılmıyor artık. TRT’nin verdiği sayıya göre Ceyşül Vatani (Milli Ordu) üyesi lejyoner sayısı 60 bin civarındadır. İdlib operasyonu öncesi İdlib ile birlikte bu sayının 100 bini aştığı ifade edilmekteydi. Bütün bu kiralık ordunun Türkiye’den finanse edildiğini söylemek için elimizde yeterli bir veri yok ancak Türkiye’den maaş alan savaşçı sayısının onbinlerle ifade edildiği birçok kaynak tarafından teyit ediliyor.

Başka bir üniformalı istihdam başlığı da Diyanet üniformasıdır. DİB kapsamında istihdam edilen kişi sayısı 105 bin kişi civarındadır. 15 Temmuz öncesi bu sayı 120 bine kadar yükselmişti. 2004-2015 yılları arasında istihdam edilen “yeni” DİB personeli sayısı 75 bin civarındadır.

SAĞLIK EMEKÇİLERİNİN BEYAZ ÜNİFORMASI

Türkiye’de en riskli koşullarda ve en düşük ücretlerde çalışan sağlık emekçileri aslında yaşam hakkının “bekçileridir” Tüm ırkçı ve militarist kültüre rağmen bu ülkenin onurlu tabipleri ve sağlık emekçileri "Savaş bir halk sağlığı sorunudur" şiarından geri durmamıştır. Covid-19 ülkenin esas koruyucularının kimler olduğunu açığa çıkarmıştır. Ülkenin beka meselesinin halklar arası bir savaşa bütçe ve insan kaynağı ayırmakta olmadığını “bu günler” göstermiştir. Maalesef Türkiye OECD ülkeleri arasında doktor ve hemşire başına düşen hasta sayısı en yüksek ülkelerdendir.

.

Türkiye’de; doktor sayısı polis sayısının 3’te 1’i altındadır. Hemşire sayısı yaklaşık Diyanet İşleri Başkanlığı personeli sayısı kadardır. Sağlık memuru sayısı korucu sayısı kadardır.

Korona virüsünden sonra siyasi iktidarların ülkelerin bekası için finanse edeceği üniformalar içerisinde 'beyaz'a daha çok yer ayıracaklarını düşünüyorum. Devletlerin sermayeden yana tutumunda bir değişiklik olmayacağı kanısındayım ancak toplumların ve halkların “bu veba sonrası bir rönesans yaşaması temennisiyle” yazıyı bitiriyorum.

*İŞKUR’dan 7 Ocak 2017’de İhraç Olan İstihdam Uzmanı (Not OHAL Komisyonu Çalışanları da #evdekal’sın)