Bir halayın parçası gibi omuz omuza durmalı

İnsan kendini geleceğe, bir tahta parçasından yonttuğu heykel ile taşır, söylenmesi yasak sözcükleri sabırla yan yana dizerek taşır. Sokağın orta yerine, gözü bağlı da olsa dansla taşır. Müziği kızgın yağla dağlananların ateşine taşınır. Burnu akan mülteci bir çocuğun çizgileriyle sınırsız bir dünyaya taşınır.

Google Haberlere Abone ol

Aytül Hasaltun*

“İnsan kendini taşımayı bilmeli” dedi Canım Fadıl. (Fadıl Öztürk namı diğer Beyoğlu Babam). Birkaç sene önce, Galata’nın yorgun sokaklarında duyduğum bu sözler, bu günlerde yine aklımda. İnsan kendini nasıl taşır diye düşünüp duruyorum. Benliğin çatısı akan odalarında irili ufaklı kap kacak içerisinde, yağmurlar biriktiren insanlık, toprağı küçücük eşelediğinde bile volkan gibi patlayıveren tarih/zaman/zulüm, nereden baksan, her şeye rağmen birbirinin sınırında buluşan hep aynı dram; ölümün karşısında yaşam. Bu kadar yıkımın orta yerinde yapmaya, olmaya gayretli küçücük de olsa bir parça olmalı. Kaldırımın taşlarının arasından bir ot, güneşe taşınmayı becerebiliyorsa…

Yine seneler önce İstanbul’un ilk çağdaş dans salonu olan Dans Buluşma’yı şimdiki eşim Kemal ile kurduğumuzda dil, din, ırk, sınıf, beceri gibi tüm ayrıştıran/itenlere rağmen, ortak bir dilde bulaşabileceğimize yürekten inandık. İnsan yapmasa ölecek gibi hisseder ya bazen, duygum tam da buydu. Sanatın, malzemesi insan olan dansın dili, bedenin sınırlarında bir diğeriyle buluşurdu şüphesiz. İnancımdan hiçbir şey eksilmedi bugün. Aksine, derya deniz bir bilgeliğin bazen serin sularında, hatırı sayılır bir süre yüzdükten sonra daha da yoğunlaştı. Bugün yapmasaydım ölecektim hissi yaratan, yazarak bu satırları size ulaştırmak.

Bir süreden beri ara ara Gazete Duvar’da dans/hareket terapisi, yaratıcılık ve farkındalık üzerine yazdığım yazıların sonuncusu bugün Sanat üzerine olacak. Kemerlerinizi bağlayın ve arkanıza yaslanın. Hedef çakılmadan inmek elbette ama bunun garantisini kim verebilir ki? Yine de huzur ve güvenliğiniz için elimden geleni yapacağımı bilmenizi isterim.

Daha önceki yazılarda, “Sanat uzun hayat kısa” diyerek çok da açmayı seçmediğim bu alanla ilgili bu günlerde neler var torbamızda hatırlayalım? Rap isyanları, yaka paça sürüklenen kadınların gözü bağlı dansları, Canım Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını çokça çağrıştıran ve ruhta kekremsi bir tad bırakan bir dizi…. Hepimize az çok değen konular. Peki bu kadar mı? Değil tabii.

İktidarın, tutsak alarak 8 metrekareye sığdırdığı küçük bir serçe, gönül gücünün sınırsız olduğunu hepimize ara ara gösteriyor olsa da, asıl tantanayı sanat şemsiyesi altında buluşan kadınlar kopardı. Devran hepimiz için olduğu kadar iktidar için de dönüyor elbette ama ezilen, ölen, yoksul ve yoksun bırakılan bizler için umut olarak daha çok. Sanat, hiç olmadığı haliyle buluşmalar yaratıyor neticede. Evi barkı parçalanmış mülteci çocukla bembeyaz bir resim kağıdının çerçevesinde sanatla buluşan, ölmedik candan çıkmayan umudun ta kendisi.

Deprem sonrası, açgözlü bir müteahhidin yıkamadıklarını toplayan, cinsel şiddet mağduru kadınlardan söküp alınamayanlar parçaları bir araya getiren, bir cezayı çeker gibi, bir arada ölümün kıyısında, elden ayaktan düşmüş bir halde bekleyen yaşlıyı yatağında dikleştiren, bakmaktan tükenmiş ev işçisinden sağlık personeline tüm şefkat yorgunlarına güneşi hatırlatan, acı dolu bir hastane odasında acıyı unutturan, başına gelenin ne olduğunu tam da bilemeden farklılığı yüzünden istenmediğini yine de anlayan küçük bir canın tüm kalbiyle yanında duran ve ama az ama çok başına gelenlere teslim olmayıp, direnme, dayanma, yüzleşme cesareti gösteren her yaştan, her ırktan, her dinden, her türden insanın yol arkadaşı yine o, sanat. İnanılmaz gibi gelen buluşmaların oyun kurucusu. Sanatla, birimizden diğerine taşınan umut.

İnsan kendini geleceğe, bir tahta parçasından yonttuğu heykel ile taşır, söylenmesi yasak sözcükleri sabırla yan yana dizerek taşır. Sokağın orta yerine, gözü bağlı da olsa dansla taşır. Müziği kızgın yağla dağlananların ateşine taşınır. Burnu akan mülteci bir çocuğun çizgileriyle sınırsız bir dünyaya taşınır. Yaşar Usta’nın hepimize öğrettiği haliyle sevgi, evlerimize, odalarımıza taşınır. Kolay kolay unutulmaz. Hiçbir şeyi hatırlamayan Alzheimer’lı bir birey ilkokulda ezberlediği şiirini hatırlar. Bir noktadan suya değdikçe, birbirinin çevresindeki oluşan halkalar gibi çoğalır, çoğaltır. Işıklar içinde uyusun, Cevat Kurtuluş’u kenar mahalledeki küçük okulumun küçük sahnesinde olduğundan da büyük (kim bilir belki çocuk olduğum içindir) görmeseydim, bu satırları yazar mıydım bilemiyorum?

Rollo May, Yaratma Cesareti adlı kitabında James Joyce’un “Ey yaşam, hoşgeldin! Milyonuncu kez gidiyorum karşılamaya deneyimin gerçekliğini ve dövmeye ruhumun örsünde soyumun yaratılmamış vicdanını” diyen satırları özelinde, sanatçının yetisi olan vizyonu hakkında uzun uzun yazar ve sanatçılar için şunları söyler; “Sanatçılar genellikle kendi iç imgeleri ve hülyalarına dalmış yumuşak huylu insanlardır. Ama tam da bu onları baskıcı bir toplum için korkulu kılar. Çünkü sanatçılar insanlığın süre gelen kafa tutma gücünün taşıyıcılarıdır.” der. Sonrasında uzun uzun öfke üzerine de yazar. Bir eğitmen olarak da, bir dans/hareket terapisi uygulayıcısı olarak da benim önerim; ölüme karşı yaşam gayretiyle dolu olan insanlığımızın, sanatın neşe, hafiflik ve umut dolu yanlarına odaklanıp pekala birbirimizle buluşabileciğimiz yönünde.

Uzun sözün kısası, bu topraklarda her gün hepimizin başına pek çok şey geliyor. Öfke, yılgınlık, kızgınlık uyandıran pek çok şey. Daha geçen pazar (19 Ocak 2007) bir güvercini gökyüzüne acıyla uğurladık. Henüz birbirimizi duymayı beceremesek de yan yana gelmelerimizi arttırmaların peşine düşmek sizin için de olduğundan da değerli değil mi? Zor günler, sıra mı gelir demeyin, nolur. Tam bu zor günlerde dolmalı tiyatro, sinema, dans salonları… Bir halayın parçası gibi omuz omuza durmalı. Buluşmalı…

*Çağdaş Dans Sanatçısı, Dans/Hareket Terapisi Uygulayıcısı ve Yazar