Egemen sınıflar toplumbilimlerinden neden korkar?

Bilim insanı, üstelik bir de sosyal bilimci ise, en azından zaman zaman aynaya bakabilmek için, içi zaten egemen sınıflar tarafından doldurulmuş olan bir açıklamayı/yorumu sürekli olarak tekrar eden bir plak olmanın ötesine geçmek, görünenlerin ardındaki görünmeyenleri ortaya çıkarmak, kısacası, insanlara kopukluk gibi gelenin aslında aynı zamanda bir süreklilik ya da bunun tersi olabileceğini göstermek zorundadır.

Google Haberlere Abone ol

Mustafa Kemal Coşkun*

Bu yazıyı yazmama neden olan saik, Besim Dellaloğlu’nun Gazete Duvar’da yayınlanan “Nasıl oluyor da bu işler böyle olabiliyor?” yazısında toplumbilimlerde son yıllarda pek bir moda olan Bourdieu’ya yaslanarak yaptığı sosyoloji tanımından başkası değil. Şöyle diyor Dellaloğlu: “Pierre Bourdieu’nün sosyoloji tanımı benim şu ana kadar bildiklerim içinde en iyisidir (Bourdieu’nun tanımı: [Sosyoloji] Nasıl olup da işlerin oldukları gibi olduklarını araştırır). Çünkü Pierre Bourdieu toplumun olduğu hale bakar ve bunun ardındaki nedenselliği merak eder. Birçoklarının sandığı gibi toplumun olması gerektiği ideal bir hali yoktur. Sosyoloji olması gerekenle değil, olanla ilgilenir. Toplumlar ilerlemezler, gerilemezler, sadece değişirler. Sosyoloji değişimin bilimidir. Toplumun olduğu halden memnun değilseniz ve onu değiştirmek istiyorsanız siyaset yaparsınız, sosyoloji değil.”

MODALAR HAKİKATİN SESİ MİDİR?

Daha en baştan söylemek gerekirse bilim, tam da Marx’ın dediği gibi ‘her şey apaçık olmadığı ya da her şey göründüğü gibi olmadığı’ için vardır. Üstüne üstlük söz konusu olan doğa olayları değil de toplumsal olaylar ise bu mesele çok daha önemli bir hal alır. Zira insan, doğa karşısında çoğu durumda edilgendir/pasiftir; dünya döner, mevsimler oluşur, yapacak bir şey olmadığı gibi bunu anlamaya çalışmak dışında ah vah edinip dövünmeye gerek de yoktur, dolayısıyla doğa olayları karşısında yapan/eden bir özne değil fakat çoğunlukla yapılan/edilen bir nesne konumundadır. Ancak toplumsal gerçeklik, doğaya ait olandan bütünüyle farklı olarak insanlar tarafından yaratılmış ve yine insanlar tarafından değiştirilebilen bir gerçeklik olduğundan, insanlar arasındaki eşitsiz güç ve sömürü ilişkileri de bilindiğine göre, bu gerçekliğin içi ve anlamı, toplumdaki egemen sınıf hangisiyse bizzat onlar tarafından doldurulma olasılığı daha yüksek olan bir gerçekliktir. Yine Marx’a başvurarak söylersek, ‘bir toplumun egemen fikirleri çoğunlukla egemen sınıfın fikirleri’ olduğuna ve üstüne üstlük bütün ideolojik manipülasyon araçları, diyelim TV, gazete ve benzerleri egemen sınıfların ya da onların hizmetkarlığına soyunmuşların ellerinde bulunduğuna göre, toplumsal olaylar da, içi, egemen sınıflar tarafından kolaylıkla doldurulabilen, tam da bu nedenle çarpık bir biçimde insanlara sunulabilen olaylar haline dönüşür. Ancak bu yolladır ki egemen sınıflar, kendi öznel çıkarlarını tüm toplumun genel çıkarıymış gibi sunabilirler. Dolayısıyla sadece bu yolla, birbirlerinden hem farklı ama aynı zamanda da özdeş olan iki toplumsal olay, insanlara ya bütünüyle birbirlerinden farklı ya da bütünüyle birbirleriyle özdeş olaylarmış, insanın da bunun karşısında yapacak hiçbir şeyi yokmuş gibi gösterilebilir, kısacası, toplumsal gerçeklik ters-yüz edilerek sunulur. En basitinden bir örnek vermek gerekirse ilk aklıma gelen, “kentsel dönüşüm”ün mülksüzleştirme yoluyla birikim politikasından tamamen farklı, üstüne üstlük asla kaçınılamaz/geri döndürülemez bir süreçmiş gibi sunulması. Sanki “kentsel dönüşüm” insan tarafından geliştirilmiş ve yine insan tarafından yıkılabilecek bir şey değilmiş de insan karşısında bir aşkınlığa sahip ve insan da onun karşısında tıpkı doğa olaylarındaki gibi nesne konumunda; bu nedenle de yapacak hiçbir şeyi yok. Ya da kapitalizm, olmadı aile kurumu, o da olmadı din kurumu, yani doğrudan doğruya insan pratiğiyle oluşturulan bu kurumlar, değiştirilmesi, dönüştürülmesi ve yıkılması mümkün olmayan aşkın gerçekliklermiş gibi sunulur. İşte tam da bu noktada artık bilime ihtiyaç ortaya çıkar, zira bilim insanı, üstelik bir de sosyal bilimci ise, en azından zaman zaman aynaya bakabilmek için, içi zaten egemen sınıflar tarafından doldurulmuş olan bir açıklamayı/yorumu sürekli olarak tekrar eden bir plak olmanın ötesine geçmek, görünenlerin ardındaki görünmeyenleri ortaya çıkarmak, kısacası, insanlara kopukluk gibi gelenin aslında aynı zamanda bir süreklilik ya da bunun tersi olabileceğini göstermek zorundadır. Bu anlamda özellikle sosyal bilim, herhangi bir toplumsal gerçekliği sadece tasvir etmekle yetinmeyip, bu gerçekliği belirleyen toplumsal güç ilişkilerini de anlamaya çalışmak demektir. Belki buraya kadar söylediklerimize Bourdieu itiraz etmezdi.

Ancak tartışmayı burada bırakmayıp, bir adım daha ileri taşımamız gerekir. Meşhur 11. Tez’den başlayabiliriz: “Bugüne kadar filozoflar [bilim insanları, aydınlar vb.] yalnızca dünyayı farklı biçimlerde yorumladılar, oysa aslolan dünyayı değiştirmektir.” Öyleyse toplumbilimci, ters yüz edilmiş gerçekliği ayakları üzerine oturtmakla yetinemez sadece, aynı zamanda dünyayı değiştirmenin peşinde koşar, yani, toplumbilim, “değişimin bilimi” değil, toplumu değiştirmenin, eşdeyişle, insan özgürlüğünün bilimidir, çünkü toplum, tam da ilk sosyolog, ilk sosyalist Saint Simon’un da vurguladığı gibi, iştir, emektir, çalışmaktır. Dolayısıyla kuran da yıkan da değiştiren de doğrudan doğruya insan emeği, insan pratiği olduğuna göre, toplumbilim, sadece bilimsel değil aynı zamanda politik bir pratiktir. Tam da bu noktada artık şunu söyleyebiliriz ki, tarafsız bir toplumbilim olmaz, olamaz. Nesnellik, tarafsızlıkla değil, olgularla yorum arasındaki ilişkiyle ilgili bir şeydir.

Bu noktada toplumbilim, eşitlik, özgürlük ve hakkaniyet mücadelesinin bir parçası olmuştur ve egemen sınıfların toplumbilimlerinden korkmasına neden olan şey tam da bu tür bir bilim anlayışıdır. Eğer böyle olmasaydı, Barış Akademisyenlerinin bir bildiri yayınlayarak var olan savaşa müdahale etme, değiştirme ve barış talep etme pratiklerinden bu kadar korkmazlardı. Bourdieu’ya sorsak, Barış Akademisyenleri içindeki toplumbilimcilere, siyaset değil sosyoloji yapın derdi herhalde.

Bu noktanın önemi, Dona Torr’un Tom Mann and His Times kitabının girişinde, toplumbilimcilerin oynaması gereken rolü bir 19'uncu yüzyıl emekçisinin ağzından anlattığı şu cümlelerde apaçık ortaya çıkmaktadır: ‘Sınıfımızın hafızasını canlı tutmak, mücadelelerini kaleme almak, zaferlerini kaydetmek ve yenilgilerini anlatırken dahi başarı öykülerini öne çıkarmak bizim görevimiz, bizim uğraşımız olmalıdır… O zaman görürüz ki dünya medeniyeti, asillerin zarif parmakları ve eldivenleriyle değil, emekçinin kaba ve büyük elleri tarafından kavranmaktadır’.

Elbette statükocu bir yapısalcılıkla malul olan Bourdieu’dan böyle bir anlayış beklememek gerekir. Modalar hakikatin sesi değildir.

*Doç. Dr., Ankara Üniversitesi, DTCF, Sosyoloji Bölümü Eski Öğretim Üyesi