Eğitim piyasasında son durum

Eğitim toplumun tamamını, geçmişini ve bugününü ilgilendiren, toplumsal uzlaşının temelini oluşturacak bir değerler sisteminin üretilmesi işlevini gören yapısal bir süreç. Bu süreç ne sermayenin ne devletin güdümüne terk edilebilir ne de sivil toplumun cengaver mücadelesiyle hayata geçirilebilir

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ

Aylardır devam eden ve gündemdeki yerini koruyan Doğa Koleji’nin durumu İTÜ Vakfı’nın Doğa Koleji okullarını devralacağını açıklamasıyla sona yaklaşmış oldu. Ancak 81.000 öğrenciyi ve binlerce çalışanı kapsayan bir okul zincirinin içinde bulunduğu durum, eğitim sürecinin metalaşmasından ve kendine özgü piyasa dinamikleri yaratmasından kaynaklanan sorunlara örnek teşkil ediyor. Hafta sonu Nejla Kurul son derece detaylı bir biçimde karşılaştırdığı devlet okulu-özel okul ikiliğinin durumu anlamakta ve alternatif üretmekte yetersiz kaldığına, asıl alternatifin farklı bileşenlerin katılımına imkân tanıyan bir alan olarak kamusal eğitimin inşa edilmesi olduğuna vurgu yapıyor. Buradaki kamusallık, devletin ideolojik aygıtı olmayan ve piyasanın kâr mekanizmasının ötesine geçmiş bir zihniyet dönüşümü. Böyle bir zihniyet dönüşümü yalnızca kamusal eğitimde değil, toplumun tüm eşitsizlik alanlarında ve hak temelli mücadelelerinde bir zihniyet dönüşümü geçirmesiyle ve bunu pratiğe dönüştürmesiyle mümkün olabilir. Burada bir adım geriye atarak, tüm devleti ve tüm toplumsal alanları tahakkümü altına alan piyasa ilişkilerinin eğitim alanında nasıl işlediğine bakmak gerekir.

Türkiye’nin neoliberal ekonomiye geçişiyle beraber mantar gibi çoğalan özel okullar ve özel üniversiteler eğitimi bir sosyal hak olmaktan çıkarıp, alınıp satılabilen bir hizmete, bir metaya dönüştürdü. Devlet okullarındaki imkansızlıklardan, eğitimin giderek sulandırılan içeriğinden ya da ideolojik içerikten kaçmak isteyen aileler özel okullara yöneldi. Bugün sayıları yetmişten fazla özel üniversite çocukları yarış psikolojisine sokmak istemeyen ya da büyük şehre göndermek istemeyen aileler için bir alternatif oldu. Sürekli değişen sınav sistemleri, okul kategorileri, adrese dayalı okul yerleştirme süreçleri hem aileler için hem de öğrenciler için zihin bulandırıcı bir unsur haline geldi. Çoğu zaman aileler, çocuklarını bir belirsizlik denizine atmak yerine getirisinin ne olduğunu tam olarak ölçemedikleri eğitim kurumlarına para akıtmayı çözüm sandı.

Bugün devlet okullarıyla özel okullar arasındaki ayrım özellikle iki açıdan iyice belirsizleşiyor. Öncelikle devlet okulu ya da özel okul fark etmeksizin bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatına uyumlu gitmek zorunda, bu konuda bir tekel söz konusu. Özel eğitim kurumlarının bu müfredata ek olarak kullandıkları içerik bu kurumların eğitim felsefesi ve hedefleri açısından gösterge olabilir. Bunların içinde daha rekabetçi ve sınav odaklı okullarda küçük gruplar üzerinden yoğun akademik bir program izlenirken, daha az rekabetçi ve gelişim odaklı okullarda daha esnek müfredatlar ve bunları tamamlayan sosyal etkinlikler belirleyici oluyor. Ancak en sonunda bütün okullar Milli Eğitim’in belirlediği resmi eğitim yaklaşımını kullanıyor. Böyle olunca bunun üzerine eklenen içerikler en fazla kozmetik bir iyileştirme sağlıyor.

İkinci mesele ise devlet kurumlarının da eğitim piyasasındaki rekabetçi ortama ve piyasa dinamiklerine maruz kalması. Bazı durumlarda devlet kurumları bu metalaşma sürecinden faydalanacak alternatifler geliştirmeye çalışıyor. Örneğin bazı devlet üniversitelerinin geliştirme vakıfları özel okullar açarak kâr amaçlı eğitim düzeninin bir parçası oluyor. Doğa Koleji örneğinde İTÜ Vakfı’nın okullara talip olması bunun bir örneği, ama tek örneği değil. Ayrıca üniversite-sanayi işbirlikleri de devlet üniversitelerinin Sürekli Eğitim Merkezleri aracılığıyla paralı eğitim hizmeti vermesi de bir başka örnek. Bunun dışında, devlet okulları da özel okullar gibi alternatif kaynak arayışına ve bulundukları sosyo-ekonomik ortama uygun açılımlara ulaşmaya çalışıyor; bunu bazen veliler kendi aralarında para toplayıp bir kurs ya da özel ders düzenleyerek yapıyor, bazen okullar ek kaynak kullanarak yapıyor, bazen de bağışlar ve başka tür dayanışma mekanizmaları kullanılarak devlet okullarındaki öğrencilere sunulan imkanların geliştirilmesi hedefleniyor. Gelir düzeyi özel okul ücretlerini karşılayamayan kesimler için özel kurslar ve ders dışı faaliyetler de bir başka piyasa oluşturuyor. Sonuç olarak bir taraftan piyasa ilişkileri hem özel okullarda hem de devlet okullarında aileleri ekonomik cendereye sokarken, diğer taraftan devletin eğitim sistemi ve özellikle müfredat üzerindeki tekeli maddi koşullardan bağımsız bir politik baskı yaratıyor.

İçinde bulunduğumuz bu çift yönlü baskı ve belirsizlik ortamında açık ve net olan ise piyasa ilişkilerinin devletin hâkim görüşü ve kurumları üzerinde de baskın olduğudur. Eğitim sisteminin özelleştirilmesi, eğitim hizmetinin metalaşması, bunların sonucunda öğrencilerin ve ailelerin müşteriye, eğitim çalışanlarının ise prekaryaya dönüşmesi neoliberal ekonomi politikalarının sosyal politika alanlarına nüfuzuyla uyumludur, buraya kadarki gelişmelerde piyasa ilişkilerinin yarattığı dönüşümde şaşırtıcı bir şey aramamak gerekir. Devlet sermayeyle uzlaştığı ve sermayeye taviz verdiği oranda varlığını ve meşruiyetini sürdürmek için ihtiyaç duyduğu kaynaklara ulaşır. Ama bugün sorulması gereken önemli sorulardan biri de şu: Piyasa krizi derinleşip eğitim sektörünü de kapsamına aldığında ne olur?

Türkiye’de 1980 sonrasında İslami sermayenin yükselişi önem kazanmıştır. Bu dönemde ekonomik dönüşüme eşlik eden bir başka dönüşüm dine dayalı toplumsal ilişkilerin ekonomik ve siyasal alanda bir sermaye haline gelmesidir.(1) 1990 yılında kurulan MÜSİAD’ın o yıl 500 Büyük Sanayi Kuruluşu Listesi’nde yalnızca sekiz üyesi varken, 2009 yılında yetmişten fazla muhafazakâr iş adamı listede yer almıştır.(2) İslami sermaye eğitim alanında da vakıf okulları ve üniversiteleri, Kuran kursları, öğrenci yurtları ile varlığını göstermiştir. Bu okulların dini eğitimi, İslami bir dünya görüşünü savundukları iddiası oldukça indirgemecidir, bu okulların en az İslami değerler kadar önemli olan bir kâr amacı vardır. Bu okullar, İslami sermayenin devletle güçlü ilişkilerinin sunduğu fırsatları değerlendirerek gelişmişlerdir. Bir taraftan sermaye yoğunlaşmış, yani büyük miktarlarda artı değerin birikime dönüşmesi söz konusu olmuş, diğer taraftan sermaye merkezileşmiş ve az sayıda sermayedar piyasada öne çıkmıştır. Bu dönemde sermayenin devlet tarafından da desteklenen kesimlerde yoğunlaşması ve merkezileşmesi İslami sermaye ve seküler sermaye arasında ayrışmaya, bu iki kesimin toplumsal hayatın diğer alanlarında olduğu gibi eğitim alanında da ayrışmasına neden olmuştur. Şehir Üniversitesi de Gülen okulları da bu sermaye dönüşüm sürecinin sonuçlarıdır.

Bugün Türkiye ekonomisi tüketim odaklı büyümenin ve inşaata dayalı bir ekonomik kalkınma modelinin doğal sınırlarına ulaşmış durumda. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz bağlam yalnızca ekonomik açıdan değil politik açıdan da kritik bir dönemeç. Böyle bir ortamda sermayenin el değiştirmesi piyasa ekonomisinin kendini yenilemesi ve sürekliliğini sağlaması için önemli bir manevra imkânı sunuyor. Bunun ilk aşamasını 15 Temmuz sonrası Gülen okullarının ve o çevreye dahil bazı üniversitelerin devlete devredilmesinde gördük. Devam eden aşamada krize maruz kalan eğitim kurumlarının el değiştirmesi kaçınılmaz görünüyor. Bilgi Üniversitesi’nin de yakın zamanda satılması, eğitimdeki metalaşmanın ve sermaye hareketliliğinin bir başka örneği. Burada gelecek nesillerin nasıl bir eğitim sürecine tabi tutulacağını belirleyecek olan, bundan sonra sermayenin hangi ellerde merkezileşeceği ve sermayenin devlet kuracağı ilişkide ne tür baskı unsurlarının hâkim olacağı.

Eğitim sürecini bu piyasa ilişkilerinden sıyırmak, devlet ve sermaye arasındaki girift ve çekişmeli ilişkiden bağımsız kılmak, eğitimi yeniden hak temelli bir zemine taşımak ve demokratik, özerk prensiplere dayalı modeller kurmak elbette mümkün. Başka Bir Okul Mümkün alternatif prensiplerin yaygınlaşması ve kurumsallaşması için başarılı bir örnek. Veli-Der parasız, demokratik, dayanışmacı ve kapsayıcı bir eğitim modelinin inşa edilmesi için örgütlenmiş hem velileri hem öğrencileri kapsayan bir sivil girişim. Yakın zamanda kurulan Öğrenci Sendikası farklı illerde eşzamanlı olarak yola çıktı ve öğrencilerin sesi olmayı hedefliyor. Bütün bu girişimciler demokratik eğitim anlayışının tabandan başlaması ve yerel dinamiklerden filizlenmesini temsil etmesi açısından çok kıymetli. Ancak eğitim toplumun tamamını, geçmişini ve bugününü ilgilendiren, toplumsal uzlaşının temelini oluşturacak bir değerler sisteminin üretilmesi işlevini gören yapısal bir süreç. Bu süreç ne sermayenin ne devletin güdümüne terk edilebilir ne de sivil toplumun cengaver mücadelesiyle hayata geçirilebilir. Örgütlenmemiş kesimlerin, katılım imkanları sınırlı olanların da seslerini duyurmaları için tüm paydaşların imkân yaratması, çaba harcaması zorunlu. Öncelikle içeriğin bilimsel, kurumsal yapının özerk olması konusunda bir uzlaşı sağlanmalı. Bilimsel içerik siyasetin değişen akışına göre şekillenmemeli. Başarı oranlarının düşük seyrettiği okullarda okul yönetimine başarıyı artıracak müdahaleler için alan tanınmalı. Üstün başarılı çocuklar için de özel ihtiyaçları olan çocuklar için de okul yönetimlerine destek sağlanmalı. Temel prensipler bütün okullar ve bütün öğrenciler için, sosyo-ekonomik koşullara bakılmaksızın kabul edilmeli.


(1) Buğra, Ayşe, ve Osman Savaşkan, Türkiye’de Yeni Kapitalizm: Siyaset, Din ve İş Dünyası, İletişim, 2014.

(2) Öztürk, Özgür, “Türkiye’de İslamcı Büyük Burjuvazi”, Balkan, Erol, Neşecan Balkan ve Ahmet Öncü, Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP, Yordam Yayınları, 2014.