İçimizdeki Kantçıyı neden öldürmeliyiz?

Immaneul Kant’ta temsil edilen bütün fikirler, −sanki bir marifetmiş gibi bir de “Aydınlanma” ifadesiyle− geriletici veçhededir. Bu halde içimizde her an kendisini yeniden vâr eden yerleşik Kantçıyı öldürmek için pek çok sebep daha bulunabilir.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Immanuel Kant, kendi çağından bugüne değin cazip bir felsefe figürü olmuştur; öyle ki bu albeni, bütün bir modern-sonrası felsefeyi onun üzerine kurgulamaya kadar varmıştır. Hoş, bu okuma yeteri kadar gerçekçidir fakat yine yeteri kadar da tehlikeli. Çünkü böylesi bir felsefî düzlem, bizi mecburen tuhaflaştırır. İdeal ve marjinal arasında kötü bir seçime zorlar ve bu seçim bizim felsefî tarafımızı belirlediği gibi; politik, estetik, etik tarafımızı da belirler. Aşırıya kaçma ve çelişme hakkımız −tarihsel bir konsensüs mucizesiyle de− Kant tarafından gasp edilmiştir; ki bu gasp, “işe yarar” erdemlerin altını çizmeye yarar: Sözgelimi ölçülü ve tutarlı olmak! Kant bu anlamda bir projedir. İtiraf etmek gerekir ki, başarılı da bir projedir. Bugün içinden seslendiğimiz “yarık”, bütünüyle Kantçı esasların eseridir. Pekâlâ bu yarığın kritiği nedir?

Öncelikle bu, ahlâkîdir. Bir ötekine yönelmiş ve mutlak saydığımız ahlâk, aynı zamanda bir “yaptırım” gerekçesidir. Kendimize hak gördüğümüz her türden cezalandırıcılık ve cellatçılık, ideal bir ahlâkın var olduğuna ve bu ideal ahlâkın bizde var olduğuna dair inançtan ileri gelir. Nietzsche’nin perspektivist önerisi pek işimize gelmez, çünkü böylesi bir önerinin mastürbatif bir karşılığı yoktur. Oysaki Kantçı ahlâk bir maksimden söz eder ve bu maksimin ne olduğunu bizden esirger. Bu hem mutlak hem de muğlaktır. Bu hâlde, ahlâkî yetke pek çok kimsenin/topluluğun/grubun eline geçer. Kaçınılmaz olarak, kimse, ötekine buyurmayı kendisine hak bilir. Bu çok uzak olmadığımız felâket senaryosu, içimizdeki Kantçıyı öldürmek için tek başına yeterli bir sebeptir. Ama elbette dahası da vardır…

Immanuel Kant’ın hayat hikâyesini anlatmak oldukça zordur. Çünkü ne bir hayatı ne de bir hikâyesi oldu. - Heinrich Heine

−Nietzsche’nin deyişiyle− “Königsberli Çinli”, yalnızca felsefesi ile değil, yaşam öyküsü ile de bizi zehirler. Baş döndürücü bir ritüelizm, bir düzen, bir kaçınma, bir temkin ve bir tedbir aşkı ve kendisi dışında dahi –sözgelimi bir arkadaş ortamında kimin ne konuşması gerektiği, kimin nerede bulunması gerektiği gibi− her şeyi belirleme ve kontrol etme arzusu, bugün tahayyül etmekte hiç de zorlanmayacağımız Kantçı tavırlardır. “Dakikçilik” ve “yerbilircilik” gibi son derece anlaşılmaz alışkanlıklarımız, içimizde bir türlü susturamadığımız Kantçının eseridir. Bu özeleştiriye muhtaç tarafımız, nerede ve ne zaman belireceği hiç de belli olmayan Nietzsche ile karşılaştırıldığında, son derece âciz ve cılız kalmaktadır. Gelgelelim her zaman için öğütlenmeye, salık almaya yatkın zihnimizin, tepeden tırnağa bir Kantçı gibi tavır alması oldukça olağandır. Bu hâlde içimizdeki Kantçıyı öldürmek için bir diğer yeterli sebep de budur. Muhtaç ve zayıf zihnimizi, güçlü ve orada bedenimizle alt etmemiz elzemdir ki, bu aynı zamanda Kant’ı ve Kantçlığı da aşmak anlamını taşır.

Bir diğer taraftan ise, Immaneul Kant’ın –hayvan meselesi gibi− pek çok özel meselede, felsefesinin zorunlu sonuçlarını gerçek bir ahlâkı temsil ediyormuşçasına kendinden emin şekilde sunması, bugün dahi tehlike arz edecek denli bir hâfıza oluşturmuştur. Hayvanlara dair yargılarımızın en tehlikelileri (sözgelimi onlara karşı ahlâki ödevlerimizin, aslında yine insansoyuna yönelik ödevler olduğu gibi) –en az Descartes kadar− yine Kant’ın miraslarından birisidir. İnsansoyu bu denli kendisini özel hissettirecek fikirler konusunda oldukça iyi bir mirasyedidir ki yüzyıllar var ki bu son derece yanlış yerden seslenen ahlâkî formu benimsemeye devam eder. Oysaki burada Benthamcı “acı çeken/acı çekmeye yetenekli varlık” kritiği, çok daha sempatik ve sağduyulu görünmektedir. Bu özel mesele yoluyla şunu da belirtmek gerekir ki, Kant yalnızca eylemlerimizi değil dilimizi de kurmaya kalkışır. Şu an içinde bulunduğumuz dil, bütün arka bahçesiyle birlikte Kantçılığın esaslarını canhıraş muhafaza eder. Bütün özel ve genel meselelerde bu Kantçı, muhafazakâr dili sökmek için, içimizde yer tutmuş Kantçının tekrar ve en acil şekilde, bir kez daha ve hemen öldürülmesi gerekir.

Gelgelelim, Immaneul Kant’ta temsil edilen bütün fikirler, −sanki bir marifetmiş gibi bir de “Aydınlanma” ifadesiyle− geriletici veçhededir. Bu halde içimizde her an kendisini yeniden vâr eden yerleşik Kantçıyı öldürmek için pek çok sebep daha bulunabilir. Muhtaç olduğumuz bu geri-aydınlanma süreci elbette pek çok tehlikeye açık görünmektedir; ama yine de böylesi bir azgınlık her durumda elzemdir.

İleri-geri sürüklenen taş, gün gelecek kendi ivmesini inkâr edecektir.

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.