İlker Başbuğ Gezi Davası'na ne söyler?

Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı, ÇHD Davası, Gezi Davası gibi davaları anlamak bakımından iki temel soru sorabiliriz: Birincisi yargılama suça ilişkin midir? Yoksa cezalandırmaya ilişkin mi? Ve ikinci soru: Yargılama geçmişe ilişkin midir? Yoksa geleceğe ilişkin mi?

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin*

İlker Başbuğ Ergenekon/internet andıcı davasından beraat etti. Birçok tarihi/siyasi dava gibi iki aşamalı ve uzun bir seyir izledi Başbuğ’un davası. İlki lanetleme aşaması ve akabinde kahramanlık aşaması. Kendisinin ilk lanetlendiği dönemde konuya nasıl dahil olduğumu hatırlıyorum. Ankara Barosu’nun 2012 Ocak ayında düzenlediği uluslararası hukuk kurultayında özel ceza yargılaması türüne iki özel örnek vermiş ve her iki davanın benzerliklerine dikkat çekmiştim. Birincisi Mithat Paşa’nın Abdülhamid tertibiyle “çadır mahkemesi”nde yargılanması ve ikincisi ise çok yakın zamanda Cemaat tertibi ile tutuklanan İlker Başbuğ’un “internet andıcı” yargılaması. Bu iki yargılamanın aynı ceza politik anlayışa dayandığını, her ikisinin de sonradan keşfedilmiş suçlar olduğunu ve ittifak ve güç ilişkilerinin geleceğine ilişkin kurgulandığını savunmuştum. Esas olarak suçun fiil ve delil maddesi olmayan ve sadece cezalandırma iradesine dayanan davalardan söz ediyorum.

Bir süre sonra bu kez İlker Başbuğ bir yazı yazarak kendi davası ile Mithat Paşa davası arasındaki benzerlikleri ima eden bir yazı kaleme aldı. Eyvallah! Konuşma ve yazı kayıtları orada duruyor...

Bir özel yargılama türünün daha bittiği ve bir başkasının başladığı bu günlerde hukuk ve adalet adına en doğru sorgulamanın beraatin de ötesi bir kahramanlık ile bu kez taltif edilen “eski sanık”lara dönmek ve soru sormak olduğu kanaatindeyim doğrusu. Belki sadece Başbuğ’a değil tüm Ergenekon sanıklarına sormak şart: Peki şimdi hangi taraftasınız? Şimdi neredesiniz? Bu sorularla yargı mağdurlarının hukuk isteme ve daha adil bir ülke yaratma potansiyelini anlamak pek mümkün olacaktır diye düşünüyorum. Şu halde Başbuğ’dan yeniden yankı beklemenin tam zamanı: Mithat Paşa yargılaması, İlker Başbuğ yargılaması tamam. Peki Kavala yargılaması? Bu yargılamalar serisine Kavala Davası'nı da eklemeye ne dersiniz sayın Başbuğ? Ergenekon Davası'nın sanıkları? Bu tür davaların karakteristik özelliklerini ortaya koymaya ve benzerlikleri bir kez daha beraberce sıralamaya ne dersiniz? Ne için? Başbuğ’un da mağduriyetini aşan bir ceza hukuku geleneği ile hesaplaşmak için tabii ki...

CEZA YARGILAMASI POLİTİKASI

Ergenekon, Balyoz, İnternet Andıcı, ÇHD Davası, Gezi Davası gibi davaları anlamak bakımından iki temel soru sorabiliriz: Birincisi yargılama suça ilişkin midir? Yoksa cezalandırmaya ilişkin mi? Ve ikinci soru: Yargılama geçmişe ilişkin midir? Yoksa geleceğe ilişkin mi? Şöyle açayım size:

Ceza yargılaması genellikle iki biçimde inşa edilir. Birincisi “ Suç hukuku” üzerinden ikincisi ise “ceza hukuku” üzerinden. Aradaki fark ise bir adlandırma farkından daha büyüktür. Suç vurgusu somut bir göndermeye dair olduğundan bağlayıcı bir teknikler ve hukuki araçlar tartışmasını içerir. Suç hukuku bir fiile, bir delile ve her ikisini bir araya getiren bir hukuk tekniğine sahiptir. Buna karşılık ceza vurgusu ise iradenin serbestliği ve belirsizliğini öne çıkarır. Durkheim, suç fiilinin devletin cezalandırma kararı olmaksızın var olamayacağını, herhangi bir fiilin kendiliğinden peşin olarak suç oluşturmayacağını savunurken doğru bir tespitte bulunmuştu. Devlet tarafından cezalandırılabilir kılınmayan hiçbir fiil suç oluşturmayacaktır haliyle. Ceza iradesi her zaman suçtan öncedir yani. Bu gerçek, ceza yargılamasında geniş bir belirsizlik alanının devlet iradesi ile doldurulmasına yol açar. Ve o aralıktan yukarıda belirttiğimiz iki tür ceza yargılaması ortaya çıkar. Bunun bir başka yanı ise suç hukukunun geçmişe, ceza hukukunun ise geleceğe ilişkin olmasıdır. Olağan ceza hukuku esas olarak geçmişte kalan suç fiillerine dair bir kamusal tartışma ve hesaplaşma alanıdır. Suç daima bir zaman ve mekanın içinde gerçekleşir ve ceza yargılaması bu zaman ve mekanın yeniden inşa edildiği sahaya dönüşür. Eylemin tespiti ve delillerin ortaya konulması mahkemede geçmiş olayın aynen yeniden teşhir edilmesini sağlar. Geçmiş eylemlerin hem somut hem teknik hem de kamusal bir çekişme düzeyinde temsil edilmesi zorunluluğu hukuku özerk bir alana dönüştürür. Buna karşılık ikinci tür davalar ise ceza yargılamasının geçmişe, geçmiş fiillere ilişkin değil geleceğe ilişkin kurgulanmasıdır. Burada suç eylemi önemsizleşirken sanığın cezalandırılması yargılamanın gizli saiklerine yerleşir. Açıkçası burada suç ile ilgilenilmez. Bir zaman ve mekan yoktur. İkinci yargılama türünde olay sadece bir “fırsat”tır. Asli ve bağlayıcı bir zemin değildir. Kısaca ceza yargılaması olağan hallerinde geçmiş ve somut eylemlere yönelik kurulurken bazı başkaları garip biçimde geleceğe ilişkindir. Peki tüm bunların İlker Başbuğ ve Osman Kavala ile ne alakası vardır ki? Alaka şurada:

GELECEK İÇİN KURULAN DAVALAR

Her ceza davası özü gereği geçmiş eylemlerin gelecekteki kefaretine ilişkindir. Fakat bazı davalar sadece gelecek cezaya odaklanmıştır. Mithat Paşa davası da Türkiye’nin modern tarihi içindeki ilk özel ceza davalarından birisiydi. Mithat Paşa Abdülaziz’in ölümünden tam beş yıl sonra yargılandı. Bu süre içinde sadrazamlık ve valilik yaptı. Herhangi bir yeni delil çıkmadı bu beş yılda. Beş yıldan sonra birden bire Mithat Paşa'nın diğer iki Mustafa ile padişah Abdülaziz’i tasarlayarak öldürdüğü keşfedilmişti. Peki hiçbir şey değişmezken, hiçbir yeni delil bulunamamışken (iki Mustafa’nın işkenceden aklını yitirmiş ve dengesini kaybetmiş hallerini saymazsak) beş yıl sonra böyle bir dava üretmenin amacı ne olabilirdi? Ve Mithat Paşa neye dayanarak ve nasıl yargılanacaktı? Çocukluk arkadaşı Cevdet Paşa'nın araya girmesi ile teslim olan ve adil yargılama isteyen Mithat Paşa bir “çadır orta oyununda” yargılandı ve cezalandırıldı. İddia hiç bir somut veriye ve hukuki delile dayanmazken yargılama ise bir yargılamanın temel özelliklerinden tek birini dahi karşılamıyordu. Özel bir dava türü olarak bu bir...

İkinci örnek ise emekli Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un İnternet Andıcı Davası'dır. Bu davada, iki yıl önce soruşturması yapılmış, iki yıl önce iddianamesi yazılmış bir suçu İlker Başbuğ’un işlediği keşfedilmişti birden bire. Peki bu nasıl oldu? Yeni bir delil bulunmadı. Yeni bir olay da olmadı. Suça dair bir yeni gelişme de söz konusu değildi. Türkiye yargı tarihinin en garip iddianamesi ile yargılandı Başbuğ. Tıpkı Mithat Paşa gibi... Bunu da bir köşeye koyalım şöyle...

Ve üç: Osman Kavala ve 15 arkadaşı Gezi olaylarının üzerinden yıllar geçip, onlarca farklı yargılama yapılıp, defalarca beraat kararı çıkmasına ve hatta kararlar kesinleşmesine rağmen altıncı yılda birden bire Gezi kalkışması suçuyla yargılanmaya başladılar. Yeni bir delil var mu? Yok. Yeni bir gelişme yok. Kavala’nın ismine Denizli, Antalya, Antep, Kayseri gibi yerlerde açılan Gezi davalarının herhangi birinde rastlanıyor mu? Hayır. Peki altı yıldan sonra ne oldu da yargılamanın gerekli olduğu düşünülüyor? Cevapları Türkiye’nin yargılamalar tarihinden çıkarmak isteyenler olabilir. Bunu da bir köşeye yerleştirelim...

Şimdi gelelim Sayın Başbuğ ve Ergenekon, Balyoz gibi davalarda beraat eden yurttaşlara sorumuza: Bu yargısal olaylar zincirinin yeni faillerle aynı biçimde devam etmesine ne diyorsunuz acaba Sayın Başbuğ? Artık gerçek ve yeni bir hukuk yaratmanın zamanı değil mi? Sizin mağduriyetinizin sadece sizinle alakalı olmadığını gördüğünüz/görebildiğiniz yerde hukuk ve adalet için sadece mağdur olmanın ötesinde bir “özne” olmanızın zamanı geldi mi? Ne dersiniz? 150 yıllık bir yargılama kabusundan sonra artık hukuk ve adaleti gerçek zeminine yerleştirmenin zamanı gelmedi mi?

*Demokrat Yargı Eşbaşkanı