Erdoğanizm Türkiye'si, yeni insan ve totalitarizme direniş

Ne Arendt’in ne de 162 gündür açlık grevinde olan Leyla Güven ve cezaevlerindeki yüzlerce tutsağın intihar güzellemediği apaçık ortada. Ahlaki toplumun temel öznesi olan ve totaliter rejimlerin belki de tek düşmanı olabilecek kendiliğindenliğin bir dışa vuruş yöntemi olan açlık grevi duruşu bu açıdan önemli, değerli ve hatta kurulabilecek yeni yaşamın son nüvesidir.

Google Haberlere Abone ol

Berxwedan Yaruk – [email protected]

YARATILAN YENİ İNSAN

Totaliter rejimler doğası gereği limitsiz ve sorgulanmayan bir iktidar ister ve bunun mümkünlülüğü ise lider kişinin tümden tahakküm kurmasıyla mümkündür. Doğası gereği öngörülemez ve kendiliğindenliğe sahip olan insan ise bu rejimin önündeki en büyük engeldir. Bu eksende kendiliğindenliğin tüm belirtileri (bireysellik) ortadan kaldırılmaya çalışılır. Rejim, parti, görüş, taraf ayırmaksızın bireyin kendisini rolsüz ve gereksiz hissedeceği bir kitlesel yaşam formu oluşturur. Yeri doldurulamaz, özgün insan yerine, yokluğunda yahut yerine bir başkasının konumlanması sonrasında hiçbir değişimin baş göstermediği bir etkisiz insan sürüsü yaratır. Kim hangi kurumun dekanı, bakanı bir öneminin ve hafızasının toplumda olmayışı planlı biçimde bu rejime girişin görünen ve şimdilik fark edilen ilk yansımalarıdır.

GERÇEK/KURGU FARKI YİTİRTİLEN, SERSEMLEMİŞ YENİ TÜRKİYE

Birbiri ile hiçbir teması olmayan bambaşka ideoloji ve siyasetlerdeki kişilerin gelişigüzel seçimlerle Devrimci Karargah, KCK, FETÖ vb. torba isimler altında dünün toplama kampları olan günümüz cezaevlerine ayıklanarak gönderilmesi rejimin totaliterleşmeye başladığının ilanı idi aslında. Bu rejimler her ne kadar umursamaz ve pervasız görünüyor olsa da, güçleri mutlaklaşana değin totaliter olmayan lakin yaptırım gücü yüksek diğer dünya ülkelerinin kendi yönetimlerini eleştiri ve baskıdan uzak tutmayı torba dosyalara atarak itibarsızlaştırdığı aydınların sesini kısmakla mümkün kılabilir. Avrupa’daki tepkisizlik elbette bu kılıfa olası 15 milyonluk göçmen gelişinin önünün alınması için gönüllü inanmaktan da geçiyor. İçeride totalitarizme yönelen rejime sessizlik ise yekvücut şiddet saldırıları ile baskıya maruz kalan kesimden izole edilmiş kesime gerçek/kurgu arasındaki farkın sistemli şekilde unutturulmuş olması yatıyor. Bu hakikat yitimi yeni bir tahakküm yöntemi doğurdu ve sokaklardaki patlamalar, henüz birini idrak edemeden yenisi yaşanan şiddet olayları sonrası insanlar arasındaki kopuş yalnızca siyaseten değil özel yaşamda da gelişmeye başladı. Hannah Arendt bu durumu "Özel yaşamında da büsbütün terk edilen bu yığınlar katı mantıksallık tiranlığına açık ve elverişli hale getirilir ki, yönetimin her hareketine koşulsuz boyun eğsin veya en azından kayıtsız kalsın. Aynı zamanda insanda ‘hiçbir biçimde dünyaya ait olmama duygusu’ yaratılmış; kapitalizmle başlatılan değersizlik düşüncesi, emperyalizmle artan sermaye ve ayaktakımı fazlalık’ı artık yerini insanın gereksizlik’i düşüncesine bırakmıştır’’ şeklinde aktarıyor.

KİTLELEŞTİRİLEN TOPLUM VE ERDOĞANİZM

Totalitarizmin hedefi kendi inandığı fikir ekseninde bir kalıp oluşturmak ve yalnızca mevcut kalıba dahil edemediklerini imha etmekle sınırlı değil. Kendiliğindenliği elinden aldığı ve gereksizleştirdiği insan grupları arasından (kendine tehdit olsun ya da olmasın) rastgele ve keyfi biçimde kurban seçmesi tipik özelliği. Yönetime geçen Erdoğan’ın güçsüzleştiği an içeride hain araması, herhangi bir kesimi, kurucusu olduğu partinin kendisini dahi komplocu ilan ederek kurban edebilmesi rejime karşı olan hareket ve partilerce AK Partili kitleye anlatılabilmeli ve gösterilebilmelidir. Geçtiğimiz yıldan bugüne 1 milyon 259 bin kişi artarak 4 milyon 668 bin kişiye ulaşan işsizlik oranına rejim tepkisizliği bu konu ile yakından ilişkilidir. Patlamalar, katliamlar ve yoksulluk ile tepki/algı eşiği ortadan kaldırılarak sersemleşmiş, düşünme dediğimiz eylemden uzaklaşmış topluma işsizlik de eklenerek ‘toplum’ yok edilerek ‘kitle’ oluşturuldu. Arendt’e göre kitleleşen toplumlar totaliter rejimlerin gücünü aldığı en başat motor güçtür.

“Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra askeri yenilginin bölücü sonuçlarına enflasyonun ve işsizliğin eklenmesiyle hızla büyüdü; bu kitle tüm halef devletlerde büyük oranda varoldu ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa ve İtalya’da aşırı hareketleri destekledi” (Arendt 2014b: 44- 51).

31 MART SONRASI BAŞLAYAN YENİ ERDOĞAN VE TÜRKİYE'DE TOTALİTARİZM DENEMELERİ

Beka sorununun sürekli dile getirildiği, yoksulluğun ve işsizliğin güçlendiği ülkelerde kitle artık yalnızca liderden gelen komutları yerine getiren, ötesini düşünmeye takat dahi edemeyen ve hatta bunu hatırlayamayan birer rakama dönüşür. Ahlaki, hukuki hiçbir yasaya uyulması gerekmeyen dönem de bu süreçte başlar. 31 Mart bu noktada başlayan yeni sürecin nişanesi olarak ele alınabilir. Bu hususta İrfan Aktan’ın Hamit Bozarslan ile gerçekleştirdiği söyleşiyi okumakta fayda var.

Türkiye’de totaliter rejime geçiş denemelerinin ilk kez yaşandığı söylenemez. Bu denemelerin uygulayıcılarının suret ve isimleri zaman içerisinde değişim gösterse de deney alanı ülkenin geri kalanının gözünü kapatmakta etik sorun hissetmediği Kürt coğrafyası oldu. Burada başarıya ulaşacak ya da ulaşmaya yaklaşacak her girişim ise akabinde mevcut rejimin yönünü Türkiye metropollerinin yaşam kültürüne, muhalefet partilerine ve sosyalist geleneğe çevirtti. Kürt halkıyla dayanışma ve ortak hareket edişin güçlü olduğu süreçlerde rejim sahipleri değişmek zorunda kalarak ara geçiş sürecinde ise demokratik bir ülkenin yaratılması imkanı kısa süreli ve zayıf da olsa bir ihtimale dönüşebildi. Bu ihtimalin ortadan kaldırılmasının toplumdaki ahlaki kişiliğin öldürülmesinden geçtiğini 1933 Almanya'sı deneyiminden iyi bilen rejim ise programını bu eksende şekillendirdi.

TOTALİTER REJİMİN DÜŞMANI OLAN KENDİLİĞİNDENLİK VE İNTİHAR/AÇLIK GREVLERİ

1982 senesinde Diyarbakır Cezaevi'nde Kürt halkına dönük geliştirilen yok ediş uygulamalarına karşı Kürt hareketinin başlattığı büyük ölüm orucu eylemi bu ahlaki duruşa örnektir ve bugün halen halkın varlığını sürdürebiliyor oluşunun temel taşıdır. Arendt, Yahudi toplama kampları üzerinden kurduğu perspektifinde şöyle söylüyor. "Bu süreç öncelikle kamplarda yapılacak herhangi bir karşı çıkış veya protestonun bir önemi olup olmadığına dair yaratılan kuşku ortamında insanların tepkisizliğe itilmesi* ile başlamıştır. Ayırt edici çizgiler bulanıklaştıkça ve “toplama kamplarında ölümün kendisi anonimleştirildikçe de ahlaki kişilik ortadan kalkmıştır. Totaliter rejimin topyekûn tahakkümünü tamamlamak için gerekli son çalışmaları da elbette bu bireysel kimlik veya farklılıklar üzerinedir. Zira, insanın kendiliğindenliğini dışa vurduğu eylemlerden biri olarak intihar için her türlü girişimin böylelikle önüne geçilmiştir. Çünkü kampların yol açtığı en radikal olasılıklar ve dolayısıyla belirsiz korku olmadan totaliter bir devlet ne çekirdek birliklerine fanatizm ilhamı verebilir ne de tüm toplumu tam bir ilgisizlik içinde tutabilir”

Ne Arendt’in ne de 162 gündür açlık grevinde olan Leyla Güven ve cezaevlerindeki yüzlerce tutsağın intihar güzellemediği apaçık ortada. Ahlaki toplumun temel öznesi olan ve totaliter rejimlerin belki de tek düşmanı olabilecek kendiliğindenliğin bir dışa vuruş yöntemi olan açlık grevi duruşu bu açıdan önemli, değerli ve hatta kurulabilecek yeni yaşamın son nüvesidir. Rejimin, gönüllü ya da bilmeyerek rejime destek olanların bu eylemler üzerinde yarattığı kuşku ortamı Kürdistan toplumundaki yetersiz destek ile Türkiye toplumundaki sessiz kabulün mesuliyet sahipleridir. Erdoğan rejiminin beka sorunundan bahsedebilişinin ve tahakkümünün baki olduğundan henüz emin olamayışının son sebebi de hâlâ kendiliğinden gelişen bu eylem ve duruşların oluşudur.

LEGALİTE DERDİ KALMAMIŞ ERDOĞAN VE KARTEL DEVLETİ GÜNLERİNDE SOSYAL DEMOKRAT SUSKUNLUĞU

Kendiliğindenliğin ortadan kaldırıldığı ve Bozarslan’ın deyimiyle rejimin legalite derdinin kalmadığı, kartelleşmenin başladığı, Ahmet Şık’ın her imkânda dile getirdiği gibi mafyalaşan bir parti kontrolünde olan yeni Türkiye’nin günlük yaşamında Kürt hareketi ve sosyalistlerin ısrarcı olduğu mücadele yöntemleri buradan bakıldığında oldukça önemli.

Herkesin her an suçlu konuma düşebileceği, yasaların tümden ortadan kalktığı bu süreçte yeni rejimin en radikal karşıtları olan eski devlet sahibi Cumhuriyetçilerin yani günümüz Türkiye’sinde karşılığı olan sosyal demokratların suskunluğu/sinmişliği ise müthiş riskli. Çünkü totaliter rejimler başlangıçta çoğunluk olmaya ihtiyaç duymazlar lakin çoğunluğun sinmişliğine, sinmişlikten zemin alan sessiz desteğe ve en nihayetinde bu desteğin kendilerine utangaç dahiliyeti ile bakileşmeye bakarlar. Goebbels’in: “Sayıların ne önemi var? Devlette efendiler artık biziz…” cümlesi hatırlanmalı. Bu süreçte mevcut rejimin tehdit kabul etmediği hatta varlığından pek rahatsızlık duymadığı iki tutum var. İlki çözüm önerisi sunmayan lakin tahlil yapmanın şehvetine yaslı orta sınıf duruşu. İkincisi ise görev ve sorumluluğun yalnızca Kürt halkı ve sosyalist hareketlerden beklenişi. Hamit Bozarslan, suskunluk sarmalının kırılabilmesi ve sersemleşmenin ortadan kalkabilmesinin Sünni/Türk katmanında kendisini sorgulayan ve başka bir Türkiye tahayyül eden katmanın hareketlendirilmesiyle mümkün olduğuna işaret ediyor. 31 Mart’da Türkiye muhalefetine Kürt halkının sunduğu stratejik desteğin yanında bu kesimin de şimdilik parçalı ve dağınık da olsa örtülü destekte bulunduğu gözlemlenebilir. Peki sosyal demokratlar ve Erdoğan rejiminden rahatsız, başka bir Türkiye tahayyülü olan Sünni Türk kesim totaliter rejime karşı Kürt hareketi ve sosyalist gelenekle dayanışmaya alınmadan yaklaşmakta olan büyük rejim hamlesi önlenebilir mi? Tarih bu soruya hayır yanıtını veriyor. Burada Sebastian Haffner’in Bir Almanın Hikâyesi kitabından alıntılar yapmakta fayda var. "Daha birkaç sene önce, binlerce insan toplayarak anti-Nazi eylemleri düzenledikleri meydanların boşluğuna bakıp iç geçiren, şimdi o meydanları Nazi bayraklarıyla görmeye tahammül edemeyip hayata küsenlerdir bu grup. Istıraplı, ölçüsüz bir karamsarlığa gömülürler. Sadece siyaseten değil, sosyal olarak da sonsuza dek pes ederler. Günlük yaşamlarının her anına, her yerine sirayet eden politik atmosfer, karmaşa ve korku, ne uğradıklarının bir yenilgi olduğunu düşündürür onlara ne de hareketsizliklerinin dik başlılıkmış gibi görünen bir intihar olduğunu.’’

TEK ADAMIN ARKADAŞLARI VE KARŞISINDAKİLER

Tek adamın kitlede kabul görmesi ve garip kaçan hatta alay edilen konumdan çıkıp kadermiş gibi kabul görülebilmesinin ilk yöntemi halkın kafasını çevirdiği her yerde ya ‘o’nun sesini duyması ya da ‘o’nun yüzünü görmesi gerekliliğine dayanır. Muhalif yayın yapan dergi, gazete, internet siteleri ve televizyon kanalları totaliter rejime girişte hedef listesinde bu yüzden ilk sıralarda oldu. Eski devlet sahibi büyük holding başkanları da aniden çıkarılmış yüksek faturalı borçlar ve cezaevi tehditlerine teslim olarak, Erdoğan’ın sık sık "biz yüzde 50’in üzerindeyiz" motivasyonuyla yanında yer almayana saldırmasının destekçisi oldu. Tek adamın ülkede çok da yadırganmayan bir hikayeye geçişinin hızlı gelişmesi buna dayalıdır.

Sosyal demokratların totaliter rejimlerin güçlenmeye başladığı tarihsel süreçlerdeki ilk tutumu destekçilerini rejimle girişilecek olası mücadeleden geri tutmak oldu zira onlara göre rejim yahut tek adam, bugün var yarın yoktur ama millet bakidir. Ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu tek adam rejiminin kabulü olan Yenikapı mitingine dahiliyetini bu eksende açıklamalarda özetlemiştir. Yenikapı ruhu denilen ve CHP’ye gerginlik ile kutuplaşmanın önünü aldıklarına inandıran katılım sonrası mekanik, rutin ve tepkisizlik kitlesinin iyice yaygınlaştığını, depresyon, yılgınlık ve beklentisizlik sarmalının muhalif toplumda genişlediğini görüyoruz. Kürt hareketi ve sosyalist geleneğin kitleyi yeniden toplumsal özüne döndürebilecek eylem ve girişimlerinin, sosyal demokrat çevreye yönelik girişimlerinin Erdoğan rejiminin hemen dikkatini çekmesinin ve olası girişim, eylem ve etkinliklerin ya bir saldırı ya da operasyonla sonuçlanışı tarihsel bir korkudan ötürüdür. 7 Haziran sonrası gelişen sürecin tonu ile 31 Mart sonrası gelişen yönelimin yöntemi farklı olsa da varılmak istenen netice rejimce aynı ve oldukça nettir.

SOKAKTA, SANDIKTA, YASTA: RECEP HANTAŞ

Totaliter yönetimlerin karakteristik özelliği olan paramiliter güç kurma yönelimi Türkiye’de yeni dönem SADAT yapılanmasında gözlemlenebilir. Rejim, ordunun silah gücünü ele geçirebildiği ölçüde kullanır lakin durum şansa bırakılmayarak kendi gizli silah gücünü polis üzerinden yönetir. Bu paramiliter güçlerin hedefi yeni bir düşman türüdür. Arendt bunu ‘nesnel düşman’ olarak tanımlar. Direkt tehdit değilseniz bile tehdit olabilecek ‘eğilimlerin taşıyıcısı’ olabilirsiniz ve bu durumda da yok edilmeniz gereklidir. Sürekli halde düşmana ihtiyaç duyan yeni rejim sisteminin son mesajı dört el silahla sokak ortasında parkta arkadaşıyla otururken katledilen 20 yaşındaki Recep Hantaş cinayetinde gizlidir. Bu infazın sesinin Diyarbakır’dan İstanbul’a varamamış olması bu tarzda rastgele işlenecek cinayetlerin kendisinin de İstanbul’a gelmeyeceği manasına gelmiyor. Tarih, rejime karşı sokakta, sandıkta, ortak tutumda ve yasta yan yana durulabildiği zaman halkların bir şans elde ettiğini bize anlatıyor.

Not: Bu yazı serisinin ikincisi, hafıza mekanlarının totaliter rejimlere direnişteki önemini ve yeniden nasıl oluşturulabileceğinin sokağını anlatma derdinde olacaktır.