Akademinin ahlak sorunu

Akademideki ahlaki çöküşü daha iyi kavrayabilmek için bu durumun sistemik ve çok katmanlı olduğunu görmek gerekir. Taciz, tecavüz ve cinayet gibi kişinin rızasını hiçe sayan ve varlığını tehdit eden, hatta ortadan kaldıran uç örnekler önce medyanın sonra da toplumun dikkatini çekiyor. Oysa bunların dışında daha dolaylı hak ihlalleri yaygın bozulmanın başka boyutunu ortaya koyuyor.

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. H.B. kendisine ait klinikte çalıştırdığı 23 yaşındaki veteriner hekime cinsel saldırıda bulunduğu gerekçesiyle tutuklandı. Bu olaydan çok kısa bir süre önce Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. İ.K. hakkındaki taciz iddiaları medyaya yansıdı, Nuray Pehlivan’ın haberine göre gelinen son nokta üniversitede kişisel hak ihlallerinin birikiminin bir sonucu. Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Araştırma Görevlisi Ceren Damar cinayetinin üzerinden birkaç ay geçmişken üniversitelerde saldırılara, hak ihlallerine ve hukuksuzluğa yeni örneklerin eklenmesi sistemdeki yapısal bozukluklara işaret ediyor.

Akademideki ahlaki çöküşü daha iyi bir biçimde kavrayabilmek için bu durumun sistemik ve çok katmanlı bir bozulma olduğunu görmek gerekir. Taciz, tecavüz ve cinayet gibi kişinin rızasını hiçe sayan ve varlığını tehdit eden, hatta ortadan kaldıran uç örnekler önce medyanın sonra da toplumun genelinin dikkatini çekiyor. Oysa bunların dışında daha dolaylı hak ihlalleri, yasa dışı çıkar ilişkileri, kaynakların ve özellikle kadroların dağıtımında ortaya çıkan usulsüzlükler de yaygın bozulmanın başka boyutunu ortaya koyuyor. Bunun üstüne akademik üretim sürecindeki ahlaki çöküşü de eklemek gerekir. Bütün bunlar kişisel ya da kişilere özgü sorunlar değil, hukuksuzluktan, yaptırımın olmamasından ve akademideki önceliklerimizin yanlışlığından kaynaklanan yapısal sorunlardır. Hukuki bir çerçeve içinde işlemesi gereken profesyonel ilişkiler yerini kişisel ilişkilere, ahbap-çavuş mekanizmasına bıraktığında ve siyasetin patronaj ilişkileri üniversitelerde de kendini göstermeye başladığında sistemin içeriden çürümesi ve ahlaki çöküntü kaçınılmazdır.

AKADEMİK GELENEK OLARAK MUHBİRLİK, İFTİRA VE FİŞLEME

Özellikle otoriter rejimlerde ya da demokratik hakların kısıtlandığı dönemlerde akademik çevrelerde sıkça rastlanan bir durum kişilerin bir birilerini rejim karşıtı ve muhalif olduklarını gösteren nitelemelerle idari amirlerine ya da daha ileri giderek savcılıklara ya da polise ihbar etmeleridir. 12 Eylül döneminde “solcu”, “komünist” gibi nitelemeler kullanılırken, 15 Temmuz sonrası bağlamda “FETÖ'cü” ya da “Cemaatçi” gibi ifadeler öne çıkıyor. Örneğin bir birilerinin sosyal medya hesaplarını takip eden, sosyal medya paylaşımlarının ekran görüntüsünü alıp çalışma arkadaşlarını ihbar eden “bilim insanları” var. Sosyal medya paylaşımlarını takip ederek çalışma arkadaşlarının mesai saatlerinde görev yerinde olmayışını –akademisyenin mesai saatlerinde yerinde olmamasıyla ilgili Danıştay kararı olmasına rağmen- kendine dert eden insanlar var. Arkadaşının fotoğrafındaki içki bardağını idari amirine yetiştirenler var. En basit düzeydeki hoşgörüden ve kişisel ilişkinin ahlaki sınırlarını anlamaktan yoksun birini nasıl “bilim insanı” olarak nitelendirebiliriz? Evrensel bilim düzeyinde üreterek rekabet etmeyi bilmeyenler atama ve yükselme süreçlerinde rakiplerini bu şekilde devre dışı bırakmayı hedefliyor.

Bilimin temel işlevini ve bilim insanının bu yolda sahip olması gereken özellikleri bir kere daha hatırlamak gerekiyor. Bilim şüphecidir, dolayısıyla doğaya ya da insana dair herhangi bir verinin, bilginin, sürecin her aşamasından şüphe eder. Bilim insanı da sabit fikirlere kendini kaptırmak ve yargılar üretmek yerine soru sormalıdır. Fakat belki de en önemlisi, bilim insanının mutlak bir aydınlanma için bilimsel düşünceyi gündelik hayatında da kullanmasıdır. Oysa bugün üniversitelerde çalışan ve hatta yükselebileceği en yüksek konumlara ulaşmış birçok akademisyenin değil gündelik hayatında, akademik hayatında bile bilimsel düşünce hüküm sürmüyor. Bugün politik motivasyonla yazılmış ve siyasi bir amaca hizmet eden, yazarının ideolojik konumunu bir bayrak gibi dalgalandıran binlerce akademik çalışmadan söz etmek mümkün. Bu yolda rakiplerin birkaç isimsiz mail ile, birkaç CİMER başvurusu ile devre dışı bırakılması ne kadar şaşırtıcı olabilir?

KİŞİYE ÖZEL KADROLAR, KEYFİ ATAMALAR

Akademik kadro taleplerinin bölüm ve anabilim dallarındaki ihtiyaca göre belirlenmesi anlaşılır bir çerçeve sunabilir. Nitekim YÖK’ün “norm kadro” düzenlemesi de herhangi bir anabilim dalındaki atama ve yükselmeleri bu ihtiyaca göre düzenlemeyi hedefler. Ancak uygulamaya bakıldığında söylenenle yapılanın birbirini tutmadığı açıktır. Kadro ilanları, atamalar bölümlerin ya da anabilim dallarının ihtiyacına, araştırma üniversitelerinin öncelikli araştırma alanlarına göre değil tamamen kişisel ilişkilere göre belirleniyor. Bu durum basitçe ilan tanımlarıyla ilgili değil, aynı zamanda ilanların çıktığı zaman, verildikleri ana bilim dalları ve ne kadar rekabete açık olduklarıyla da ilgili. Bu nedenle araştırma görevlisi olmak isteyen öğrenciler bölüm başkanlarının kulu kölesi oluyor. Atanma derdi olan akademik personel üzerine yıkılan tüm angarya işlere razı geliyor. Dahası, siyasi bir bağlantısı olan, evet, daha açık söylemek gerekirse torpili olan adaylar akademik yeterliğine bakılmaksızın istediği yerde kadro bulabiliyor.

İster kişisel ilişkilerden kaynaklansın ister siyasi patronajın bir sonucu olsun torpilli kadrolar sistem açısından iki büyük ahlaki sorun yaratıyor. Birinci sorun idarecilerin görevlerini kötüye kullanması ve devletin kaynaklarını etkinlikten uzak bir biçimde dağıtmaları. İkinci ve daha büyük sorun ise, tamamen idealist motivasyonlarla akademisyen olmak için yola çıkan ve bu yolda türlü zorluklarla karşılaşan gençlerin önünü tıkayarak bilim alanındaki gelişmelere engel olması. Bu ahbap-çavuş sisteminin devam ettiği her gün, bilim dünyamızda geri dönüşü çok zor olan yozlaşmalara yol açmaktadır.

İNTİHAL VEYA FİKİR HIRSIZLIĞI

Akademik işleyişte söylenenle yapılanın birbirini tutmadığı bir başka mesele de intihal sorunu. Gerek üniversiteler düzeyinde gerekse Üniversitelerarası Kurul ve YÖK düzeyinde Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği konusunda düzenlemeler mevcut; yönergeler açık ve net bir biçimde akademik yayınlardaki etik ihlallerini ve bu ihlallere karşı uygulanacak yaptırımları ortaya koyuyor. Dahası, çeşitli uluslararası yazılımlar ve intihal programları yayınların benzerlik oranlarını ortaya çıkarabiliyor. Buna rağmen yapılan araştırmalar Türkiye’de yazılan tezlerin üçte birinin intihal içerdiğini gösteriyor.

Fikir hırsızlığı yalnızca tespit edilen ve yönergelerde yer alan biçimleriyle gerçekleşmiyor. Öğrencilerinin ödevlerinden makale çıkaranlar, öğrencilere yaptırdığı anket veya arşiv çalışmasından kendine pay çıkaranlar, öğrencinin yazdığı makaleye kendi ismini de eklemesini isteyen danışmanlar yönergelere göre intihal yapmış olmasa da genç akademisyenlerin ya da adayların emeklerinden, çabalarından ve zihinsel üretiminden nemalanıyor. Özellikle sosyal bilimler için konuşursak, araştırma konusu açısından bu kadar zenginlik içeren ülkemizde bu tür kolaycılıklara hiç ama hiç gerek yok.

ÇARE ŞEFFAFLIK, DAYANIŞMA, ÖRGÜTLENME

Buraya kadar anlatılanlar, akademinin içinde yer alanlar için ilk defa söylenmiş şeyler değil. Mutlaka “Bunlar benim başıma hiç gelmedi.” şanslı bir azınlık olacaktır, ancak büyük bir çoğunluk bu anlatılanlara veya benzerlerine maruz kalmış, maruz kalanları tanımış, en azından bir şeylerin ters gittiğini bile bile baskılara boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bu durumda yasalardan veya yönergelerden medet ummak çözüm değildir. Yasal düzenlemeler zaten var, ancak bunları uygulamaya yönelik çabalar oldukça kısıtlı. Akademik yapı bağlı bulunduğu sosyo-ekonomik ve hukuki kurumlardan bağımsız olarak değerlendirilemez. Bu nedenle sistemden çözüm beklemek gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır.

Akademinin içinde yer alanlar, öğrenci, öğretim üyesi veya idari kadrolarda olmalarından bağımsız olarak kurumlarından şeffaf bir idare talep etmeliler. Bu şeffaflık üniversitelerde Yönetim Kurulu ve Senato toplantılarının canlı yayınlanmasıyla, akademisyenlere yönelik bilgilendirme toplantılarıyla olabileceği gibi, Bilgi Edinme Kanunu kapsamında yapılacak başvurularla da sağlanabilir. İkinci olarak, bu tür durumlara maruz kalanların ya da tanık olanların sesini daha çok duyurması gerekir. Bu nedenle daha çok dayanışmaya ve birbirimizin sesi olmaya, hak ihlallerini dile getirmeye ihtiyacımız var. Son olarak akademide veya gündelik hayatta herhangi bir hak mücadelesi için örgütlenmek, haklar konusunda bilinçlenmek ve doğru olana ulaşmak gerek. Hak ihlaline uğrayan bir fikir, bir beden ya da bir hayat olabilir; önemli olan herkes için, her durum için hak mücadelesinin kapsamını genişletmektir.

*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü