Medya felsefesi ve medya etiği

Bir fikir ne denli temelsiz, ne denli onursuz ve ne denli aşırı olursa olsun, sabah akşam o fikir kulağınıza fısıldanmaya görsün – tuhaf şekilde, ilk başta size yavan gelen o fikrin en ateşvâr savunucusu kesiliverirsiniz. Medyanın işleyiş prensibi de budur.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Uygarlık, belki bir yetenek ve belki de bir lânet olarak bize “medya”yı bağışladığında, bize bağışlanmış olan bu şeyin politik anlamda bu denli etkileyici yeteneklere sahip olacağını kestiremezdik. Bireysel düşüncemizi, toplumsal bir kötü uzlaşıya emanet etmemizin daha kesin bir yolu bulunamazdı. Ve yine düşüncemizin etik ve estetik içeriklerinden fedakârlık yaparak, onu salt politik bir içeriğe indirgememiz başka türlü mümkün değildi. Medya olmadan, bireysel nefretimizi nasıl toplumsal bir hınca dönüştürebilirdik ki? Ya da ne yoluyla meşru kılınabilirdi, sırf kimliğinden ötürü bir çocuğu katletmek ya da bir insanın ölümünü “kurtuluş” addetmek? Gel gelelim medya, artık politik yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası – biz istesek de istemesek de. Kendisini her an ve her koşulda bize dayatmayı başaran bu şeyin klâsik felsefî serüvenini izlemek güçtür; zirâ hem oldukça genç bir “iktidar” ve “iktidar aygıtı”dır o, hem de kendi felsefesini maniple edecek manevra yeteneğine pekâlâ sahiptir. Medyanın politik olarak nasıl “kusursuz” kullanılabileceği, Nazi Almanya'sı tarafından yine kusursuz şekilde örneklenmiştir: Faşizmin kendisine toplumsal alan yaratması, kuşkusuz ki radyoların, gazetelerin ve diğer medya aygıtlarının bir mucizesidir. Bir fikir ne denli temelsiz, ne denli onursuz ve ne denli aşırı olursa olsun, sabah akşam o fikir kulağınıza fısıldanmaya görsün – tuhaf şekilde, ilk başta size yavan gelen o fikrin en ateşvâr savunucusu kesiliverirsiniz. Medyanın işleyiş prensibi de budur; yönlendirmenin entelektüel kaygılar, etik hassasiyetler barındırması ya da hakikatle ilişkili olması gerekmez, sadece tekrar ve daha fazla tekrar gerektir – tepkiler geçicidir fakat fikir, iz bırakır. Bir yalan, ne denli fazla tekrarlanırsa, o denli gerçektir. Lütfen düşününüz: Bugün hepimiz kalemlerin (özsel nitelikleri gereği) yazı yazmakta kullanılan bir eşya olduğu konusunda hemfikir gibiyiz. Lâkin yarın sabah uyandığınızda, tüm ajansların, gazetelerin ve her türden medya aygıtının, “Kalemler dünyaya ele geçirmek isteyen yaratıklardır, en mahrem fikirlerimizi öğrenen bütün kalemler, bir araya gelerek insanlığın kökünü kazıyacak” fikrini yaygınlaştırdığını hayal edin. Evet, en başta komik, kabul edilemez ve açıkçası budalaca gelebilir size bu. Lâkin ertesi gün ve devamı gün, aynı fikrin kararlılıkla tekrarlandığını düşünün. İradeî olarak en zayıf kimselerden başlayarak bu fikrin giderek daha fazla benimsendiğini ve canhıraş savunulduğunu hayal edin. Size komik gelen bu fikir, epeyi taraftara sahiptir artık ve kendinizi sorguya çektiğinizde şüphe, tedirginlik ve korkunun egemenliğini hissediyorsunuzdur. Evet, artık çekimser bir taraftar olarak kalemlerinizi yok etmeye hazırsınız. Çünkü varlığınıza kasteden bu yaratıklar, yok olmayı çoktan hak ettiler! Peki ya kırtasiyeciler; onlar da esaslı bir dersi hak etmiyor mu?

Bugünün medyasının politik görevini felsefî olarak daha iyi kestirebilmek için, antik çağın en önemli mitlerinden birisine dönüş yapmamız gerekebilir: Platon’un Mağara Miti’ne… Mite göre, bir mağaranın içinde, ayaklarından ve boyunlarından zincirlenmiş halde, bakışlarını karşılarında duran duvardan başka bir yere çeviremeyen insanlar bulunmaktadır. Arkalarında yanan ateş ve ellerinde türlü kuklalar taşıyan diğer insanlar, zincirlenmiş haldeki bu insanların baktığı duvara türlü gölgeler yansıtmaktadır. Ve zincirlenmiş olanlar, bu gölgeleri hakikat zannetmektedirler. Alegorinin buraya kadarki kısmı, yalnızca epistemolojik bir analiz yapmakla kalmaz, aynı zamanda politik bir altyapı da hazırlamış olur. Ayrıca güncel okumaya göre, medyanın yaptığı şey, Platon’un antik mağarasında olagelen şeyden çok da farklı sayılmaz. Bugün, klâsik bir televizyon seyircisinin, bir gazete okurunun yâhût bir radyo dinleyicisinin, Platon’un mağarasında zincirlenmiş halde bir duvara bakakalan ve kendilerine gösterilen her şeyi “hakikat” olarak alan insanlardan pek farkı yoktur. Yine antik okumanın ikinci kısmında, zincirlerinden kurtulup Güneş’i (hakikati) duyumsayan ilk insanın, hâlen zincirlerine bağlı olan diğer insanlara hakikati anlatma çabası da bize tanıdık gelebilir. Ömür boyu gölgeleri hakikat zannetmiş bir kimseyi (yukarıdaki “tekrar” mevzusu düşünüldüğünde) başka bir hakikat konusunda ikna etmek neredeyse imkânsızdır. Ve açıkçası, zincirlerinden kurtulmuş ilk insanın hakikatle ilişkisinde çektiği acı hesaba katıldığında, bu, yüreklilik erdemini de gerektirir.

Öte taraftan, Mağara Miti’nden çıkarmamız gereken bir başka politik anlam şudur: Bilgi meselesi, aynı zamanda bir iktidar meselesidir. Platon’un epistemolojik kurgusu ve güncel filozoflardan Michel Foucault’nun bilgi ve iktidar arasındaki ilişkiye yaptığı vurgu birlikte düşünüldüğünde, medyanın iktidar için olmazsa olmaz bir aygıt olduğu açıklığa kavuşur. Platon’un mağarasında olagelen şey, otoritenin insanlara “bilgi akışı” sağlamasından başka bir şey değildir ve bütün bu düzenek, bugünün medya ağına işaret eder. İktidar, bilgiyi yönlendirmedeki erki sayesinde iktidardır ve bir başka deyişle, bilgiyi yönlendirme kabiliyetine sahip şeye biz “iktidar” deriz. Bugün, bilgiyi yönlendirmedeki en etkin aygıtın medya olduğu konusunda şüphe yoksa, medyayı elinde bulunduran gücün iktidarın ta kendisi olduğu da açıktır. Yine aynı bağlamdan yola çıkarak, Louis Althusser’in medyayı Devletin İdeolojik Aygıtları’ndan birisi olarak işaret etmesi de şaşkınlık verici sayılmaz. Bunların ışığında, Mağara Miti’nin medya, bilgi ve iktidar ilişkisinde en etkili antik referanslardan birisi olduğuna şüphe yoktur.

***

Daha yakın tarihe dönecek olursak: 1941 yapımı Citizen Kane (Yön. Orson Welles) filminde, bir gazetenin yayın yönetmeni olan başkarakter Charles Foster Kane’in ağzından şu itiraf duyulur: “İnsanların ne düşüneceğine ben karar veririm.” Bu itirafın 1940’lar için bir aydınlanma olduğu söylenebilir – bugün içinse bu, geriye doğru bir aydınlanıştır. İnsanlar ne düşüneceklerini gazetelerden, televizyonlardan, radyolardan (…) öğrenir. Totalitarizm öyküntüsü toplumlarda medyanın bu işlevi, dehşetengiz sonuçlar doğurabilir: Nefret oluşturma, düşmanlaştırma, karalama, saygınlık cellatlığı, savaş psikolojisine sokmak gibi toplumsal hâletiruhiye tayinleri, medya marifetiyle kodlanır ve yaygınlaştırılır. Burada etik ve estetik kaygılar bütünüyle devre dışıdır, bütün eylemler politik bir gayenin parçasıdır. Yine söz gelimi Nazi Almanyası’nda Julius Streicher’in yönetmenliğinde çıkan haftalık gazete Der Stürmer, Yahudi nefretini körüklemek, düşmanlık hissini dinç tutmak, Hitler muhalifi politikacıları hedef göstermek, Hitler’e karşı doğabilecek güvensizliğe karşı dikkat dağıtmak gibi kritik görevleri lâyıkıyla yerine getiriyordu. Julius Streicher başta olmak üzere gazetenin yönetimindeki hiç kimsenin, iftira atmaktan, tehdit etmekten, hedef göstermekten, ölüm çağrısı yapmaktan imtina ettiği yoktu: Der Stürmer’in bu politikası, Hitler’in düşmanca eylemlerini toplumsal alanda “sempatik” göstermek için kâfiydi. II. Dünya Savaşı bitip Naziler yenilgiye uğradığında, Der Stürmer’in yayıncısı Julius Streicher yakalandı ve kendisinin Joseph Sailer isimli bir ressam olduğunu iddia etti. Açık söylemek gerekse, yılların demagogu için kötü ve acemice bir yalandı bu, ihtiyacı olan şey ise daha en baştan itibaren hakikatin kendisiydi. Medya eliyle, ölümü ve işkenceyi “soğukkanlı” şekilde meşrulaştıran Streicher, kendisine işkence edilmesini ve kendisinin öldürülmesini meşru kılacak medyaya karşı çıkmakta kendisini haklı görüyordu. Eğer etik prensipler benimseyecek, evet, haklıydı da!

Gel gelelim, medyanın ve farklı türden iletişim materyallerinin (gazete, radyo, televizyon ve bugün internet gibi) kitlelerin yönlendirilmesinde etkin bir araç olarak kullanılması, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, bilhassa Nazizm'in yöntemlerini birebir deneyimlemiş filozofların oldukça ilgisini çekti. Medya felsefesi, şiddetin yaygınlaştırılması ve özümsenmesi noktasında kritik bir öneme sahip oldu. Şiddet, neredeyse bütün çağlarda otoritenin vazgeçilmeziydi; lâkin medya sayesinde ilk defa şiddet toplumsal bir alan kazanmıştı. Bu yeni durum, felsefenin eski paradigmalarını terk etmek zorunda olduğunu göstermekteydi: Dil, medya dili, iletişim paradigmaları, toplumsal kavrayış, tekrar, düşüncenin değişimi, şiddetin normalleştirilmesi, cinayetin sempatikleştirilmesi, savaşın “tercih edilir” olması, kahramanlık patolojisi, Nietzsche’nin Übermensch’inin Superman olarak kavranışı gibi olgu ve durumlar, bugün, felsefeyi salt politik bir boyuta indirgedi. Bugünün felsefecileri (Slavoj Žižek ya da Noam Chomsky gibileri – itiraza açıktır) medyanın açık yönlendirmeleriyle güncel bir alana sıkışıp kalmış görünüyor. Medya, felsefenin tarihselliğini yok ederek, onu politik bir girdabın içine sokmuş gibi. En ihtiyatlı felsefeci dahi, şiddetin bir yerinden çekiştirirken buluyor kendisini. Karl Marx’ın gerisine bir türlü gidilemiyor ya da gidilse dahi bu yalnızca “romantik bir macera” olarak kalıyor – söz gelimi Herakleitos’un oluş felsefesinin güncel bir karşılığı neredeyse yok. Bu durumda, çağların gidişatını değiştiren felsefeler, bugün için artık mümkün görünmüyor – bilakis, artık çağlar felsefenin gidişatını belirliyor. Medyanın, kitleleri yönlendirmedeki gücünü elinden almadan, felsefenin tarihselliğini yeniden sağlamak da artık imkânsız. Çünkü öfke, bilme arzusundan çok daha kadim görünüyor!

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun.