Devlet, iktidar ve Kürtler

Suriye’deki Kürt hareketinin tasfiye edilmediği ve diplomatik olarak korunduğu bir tarihsel uzam, Türkiye’nin Kürtlere karşı mücadelesinde elini zayıflatacak bir pırıltı taşıyor. Bütün bunlarla birlikte HDP parlamenter anlamda Türkiye siyasetinde kendi gövdesini koruyor.

Google Haberlere Abone ol

Kutlu Tuncel

Suriye’de Kürtler, federalist bir Suriye programı üzerinden olmasa bile bir özerklik tasarısıyla –anlaşmasıyla– birlikte geleceklerini koruyacak gibi görünüyor. ABD ordusunun bölgeden çekilmesi kararının ardından yükselen aceleci telaş ve kaygıyla inşa edilmiş birtakım söylemlere karşı, PYD’nin Suriye’deki varlığı ile ABD “müttefikliği” arasında pratik ya da teorik cendereye atfedilen zorunlu bir illiyet bağının olmadığını hatırlatalım: Kürtler ile ABD’nin diyalogu zorunlu konjonktürel ekipmanlar aracılığıyla ve sayesinde şekillenmişti, ancak PYD’nin savaşın başında ABD’den bağımsız olarak roller üstlenmeye başladığını unutmamamız gerekiyor. Kürtlerin Esad’dan ayrı stratejiler kurmalarının ve PYD’nin bağımsızlığının sebebi, ABD’nin kışkırtmaları falan değil, Suriye’nin Baasçı kötü sicili. ABD’nin iç savaşın başında sahaya “sürdüğü” güç, öncelikle Kürtler değil, ÖSO’ydu. Periyodik olarak ÖSO’nun dağılması ya da gerilemesinin ardından ABD Kürtler’e destek vermeye başladı ve bu desteği şimdiye dek sürdürdü. Önümüzdeki pozisyonda, Türkiye’nin baskıları ve Esad’a karşı verili aktörlerin Esad’ı deviremeyeceğinin anlaşılmasının ardından Kürtler’in ABD için Türkiye karşısında ikinci sınıf bir müttefik olabileceği bu noktadan öngörülebilir bir sonuç. Ancak Türkiye’nin ABD onayıyla YPG’yi Suriye’den temizlemesi bu çerçevede olası değil. Nihayetinde Esad’ın düşmeyeceği belli olduğunda ve IŞİD’in çoğu yerde alan kaybetmesiyle birlikte Kürtler’in Suriye’de ellerinde bulundurdukları topraklar genişlediğinde, Türkiye ancak o zaman ABD-Kürt diyalogunu tekrar kesintiye uğratabildi. ABD askerlerinin bölgeden çekilmesi, şu anda Rojava’nın Türkiye’ye karşı korunmasız kalması için gerekli şartları sağlamıyor. Birincisi, AKP Suriye’deki bölgelere yerleşebilmek için günden güne zayıflayan ÖSO’yu kullanmak zorunda: Ancak cihatçıları kullanabilmesi için Rusya’yı ikna edebilmesi imkansıza yakın. İkincisi, “Fırat’ın doğusu”na saldırmak gibi bir plan, YPG’nin askeri varlığının toptan imhasını ve Suriye’de geniş bir alanda savaşmayı öngörüyor. Bu harekatın askeri olarak başarılı olabileceği şüpheli olması bir yana, uzun vadeli bir savaş planında Türkiye’deki plebisiter demokrasinin nesnel olarak krize girebilme ihtimali söz konusu: geniş bir saha ve uzun vadeli bir savaşın ekonomik olarak nasıl fonlanacağı gibi ampirik sorunların ötesinde, nihayetinde TC ve ÖSO’nun bölgede, Esad karşısında istikrarlı olarak nasıl kalabileceği ve gerçekten ne kazanacağı büyük bir boşluk. Bu noktada Suriye’deki iç savaşta Türkiye’nin saldırgan politikalarının maddi olarak sonuna geldiğini saptayabiliriz.

Bu, aynı zamanda, Ortadoğu’daki Türkiye’nin desteklediği İhvan hükümetlerinin teker teker düşmesiyle, AKP’nin uygulayabileceği bir bölge politikası kalmadığını hatırlatmalı. Davutoğlu’nun 2016’da hükümetten çekilmesi, neo-Osmanlıcı jingoist stratejinin kendisini tasfiye edeceğine ilişkin ilk emareleri taşıyordu. Davutoğlu hem içeride hem dışarıda Kürt düşmanlığının ve Türkiye devletinin yayılmacılığının en uzun çizgisini belirtiyordu, ancak Türkiye’deki iktidar kompozisyonu 2016 gibi erken bir tarihte bu türden büyük bir programa kalkışamayacağını fark etti veya fark etmek zorunda kaldı. 2002’den beri Türkiye’de global piyasalarla bütünleşme ve bağımlılık ilişkilerinin derinleşmesini birlikte getiren kalkınma, 2000’lerin neredeyse sonlarından itibaren yatırım alanlarının ve sermaye ihracının Ortadoğu’ya kaydırılmasıyla birlikte var oldu. Erdoğan, büyük burjuvazi ile alt sınıfların hegemonik olarak birleşmesinin yeni emperyalist yüzü olarak bunu çok kolay bir şekilde başarıyordu: Alt sınıfların göreli olarak zenginleşmesi, zorunlu tüketim mallarına ilişkin alım gücünde sanal bir rahatlama ve burjuva fraksiyonlarının saldırgan eğilimlerinin gerçekleştirilmesi. İşçi haklarının ya da örgütlenmeleri tasfiye edildi. Ancak şu bizim yanlış bilinçlenmiş proleterimiz, elindeki cılız işçi haklarının ve örgütlenmelerinin zaten bu haliyle kalıcı olarak ona hiçbir şey getirmediğini biliyordu. Türkiye’nin Ortadoğu’daki emperyalist yayılması, işçi örgütlenmelerinin tasfiyesiyle birlikte geliştikçe, mutlak olarak fakirleşse bile göreli olarak zenginleşebileceğini Türk proleterine kesin deneyimlerle göstermişti. Şimdi, bu emperyalist yüzün ve hegemonik gelişimin sapmaya uğradığını, hayli hayli çökmeye başladığını görmemiz gerekiyor. Evet, Türkiye’de rejimin ürettiği yoğun bir kitle mobilizasyonu var ve hâlâ Erdoğan’ın anlattığı serencama inanılıyor; öte yandan AKP’nin düşmesi gibi bir olayı, sıradan bir hükümet partisinin iktidarı devretmesi olarak düşünemeyiz: Rejimin yarattığı politik mitoloji, Kemalizm'in neredeyse yarım asırdan fazla sürede yaptığını haydi haydi geçti (yoksa yerine geçti mi demeliyiz?). Ancak, Erdoğan’ın kişisel karizmasını düşünürken bunun otoriter bir aurayla şekillendiğini ve sınıfsal bir bireşimin kristal hali olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Bu sınıfsal bireşim iflas etmiş, burjuva fraksiyonları arasındaki güreş toptan bir burjuvazinin iç savaşına dönüşme riski taşıyorsa, Erdoğan’ın “milletin adamı” karizması için de çanlar çalıyor demektir. Plebisiter demokrasi ve kitle mobilizasyonuna dayanan faşizm, kendisini bir askeri diktatörlüğe döndürmeyi deneyebilir ve bunu deniyor da: Son anayasal değişiklik hükümet konfigürasyonunun kendisini yapısal olarak kaydetmesini sağlamak üzere geliştirdiği bir refleksti; yürütme gücündeki inanılmaz artış ve siyasi tekelleşme, burjuvazinin fraksiyonlarının da kapitalist ritimlerde git gide tekelleştiğinin bir semptomu. Bu semptomun hastalık çizelgesini çıkarmak için, AKP’nin pasif devrim koşullarını düşünmemiz gerekiyor; fiziksel ve ekonomik araçlar bakımından alt sınıfların failliğinin bu tekelleşme analitiğinde nasıl soğurulacağı, iktidarın elindeki fiziksel güç araçlarını sistematik olarak nasıl yeniden üretebileceği ve sembolik yeniden üretim piyasalarını nasıl yeniden yapılandıracağı sorularının cevabı, ilk aşamada düşündüğümüz kadar doğrudan ve kolay cevaplara bizi götürmüyor. Öte yandan Türkiye’de üniter bir siyasi tekel ve apolitik parlamentarist ufuk, söylemsel ve kurumsal stratejilerle kendisini sağlamlaştırmaya çalışsa da, yönetici kastın fetiş karizmasını koruyabilmeleri için devrim-restorasyon diyalektiğinde sınıf üstü bir konuma geçmeleri gerekiyor: bu projenin gelip düğümlendiği yer Suriye ve Türkiye’deki politik Kürt varlığının temizlenmesi.

Rojava’da anayasal anlamda özerkliği garanti edilmiş ve Batı ittifakına kapalı bir şekilde bağlı kalması gereken Türkiye’yi Esad-Rusya’nın da desteklemesiyle sürekli olarak rahatsız edebilecek olası bir Kürt gücü, bu türden bir temizliğin mümkün olmadığını gösteriyor. PYD’nin elinde toptan bir devrimci alternatifin olmadığı açık, sol bir iktidarın gündelik hayata işlenmesi ve bölgede status quo’nun dağılma eşiğini gerilimli bir şekilde yükselmesinden başka, orta vadeli olarak kaydedebileceği bir şey şimdilik görünmüyor. Kapitalist sistemin göreli çıkarlarının aşırı çatışması ve üretebileceği kaos ihtimali olmaksızın, böyle bir total devrimci eğilim hiçbir grup açısından fiziksel olarak mümkün de değil. Gene de status quo, en azından Türkiye’nin gittikçe içine çekildiği platformun zayıflatılması anlamında, zayıflatılabilir. Suriye’deki Kürt hareketinin tasfiye edilmediği ve diplomatik olarak korunduğu bir tarihsel uzam, Türkiye’nin Kürtlere karşı mücadelesinde elini zayıflatacak bir pırıltı taşıyor. Bütün bunlarla birlikte HDP parlamenter anlamda Türkiye siyasetinde kendi gövdesini koruyor.

Dokunulmazlıkların kaldırılması ve AKP-MHP(-CHP) ittifakının saldırıları karşısında bu gövde, defansif bir mevziye çekildi. Türkiye’deki devlet idaresinin açık seçik bir krize sürüklendiği bu uğrakta, HDP’nin parlamenter olarak geri çekilme taktiği, iki şekilde değiştirilebilir: ya Türkiye’deki toplumsal muhalefetin aktif bir öznesi olmayan diğer güçlerle bağ kurarak ya da Rojava üzerinden derinleşen bir savaşın ateşkes masasını kurma sözü vererek. 7 Haziran sonrasında Türkiye’deki burjuva demokrat veya sosyalist öznelerin herhangi bir şekilde başarılı bir siyasi yol izleyemediğini gördük. TKP, ÖDP vd. CHP’nin menzilinden çıkamazken CHP de git gide AKP’nin otoriter alanının içine doğru çekildi. Burada türlü itirazlar ya da HDP’ye dair incelikleri ustalıkla kurtarılmış latent-nasyonalist eleştiriler yükselebilir. Hatırlatmamız gerekir ki, siyaset, Lenin’in de dediği gibi, milyonlarla yapılır; HDP’nin dışındaki sol yapılar, siyaseten bir özne değildir ve iradeci bir müdahaleyi gerçekten sergileme koşulları yoktur. Sonuç olarak, HDP dışı muhalefetin verili halde başarılı bir iktidar mücadelesi vermesi imkanı yok. HDP de bunu süreğen haliyle tek başına yapamaz. Ancak ekonomik olarak zora giren ve elindeki sınıf fraksiyonları haritasını analitik olarak tutamayacak bir iktidar, muhalefetin bütün dirençsizliğine rağmen gene de zordadır. AKP tarihin bu saatinden itibaren MHP’nin geometrik ağırlığı karşısında göreli olarak zayıflamaktan ve bu zayıflamayı mümkün olduğunca yavaşlatmaktan başka bir şey düşünemez. Öyleyse geriye ikinci ihtimal kalıyor, yani bir ateşkes masası kurmak ve böylelikle Türkiye genelinde örgütlenme hakkını yeniden kazanarak. Bu noktada 2010’da burjuva demokrat söylemde parlayan ve parlamenter olarak sürekli genişleyen AKP’nin karşısında değil, yanında olmayı tercih eden Kürt hareketi, tıpkı AKP’nin Suriye için herhangi bir ateşkes ya da doğrudan bir pazarlık şansını pragmatik bir art niyetle kullanmayı deneyeceği gibi, güçlerini geliştirmek için geçici bir aralık olarak kullanacaktır. Burada artık HDP’nin kriminalize edilme siyasetinin de kendini tükettiği hatta varıyoruz. Önümüzde tek bir yol var: Politik radikalizmin ilerlemesi gereken ve muhtemel şafağında Türkiye’deki bütün gerici güçlere karşı Kürtlerin hegemonik öznelliğinde gelişen bir madunlar hareketinin diyalektik momenti olmayı becerebilmek.