Başka bir üniversite mümkün mü?

Risk Altındaki Akademisyenler Ağı 2018 değerlendirme raporuna göre akademisyenlere yönelik müdahalelerde işten çıkarma ve seyahat kısıtlamaları gibi hayati tehlike yaratmayan kısıtların ötesinde yargılamalar, tutukluluk hali gibi daha ciddi müdahaleler ve şiddet, cinayet ve ortadan kaldırmaya yönelik hayati saldırılar da söz konusu. Bu müdahaleler yalnızca akademisyenlerle de sınırlı değil.

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Bilimsel düşüncenin gelişmesi ve araştırma sürecinde üniversitelerin merkezi konumu uzun zamandır sorgulanıyor. Bu sorgulamaya neden olan üç temel gelişmeden söz edilebilir. İlk olarak neoliberal ekonomi politikalarının eğitim sistemleri üzerindeki etkisi, üniversitelerin görece özerk kurumlar olarak eğitim ve araştırma faaliyetlerini sürdürdüğü tarihsel bağlamı köklü bir biçimde değiştirdi. Bilginin metalaşması ile beraber üniversiteler piyasa için bilgi üreten, bilimsel bilgi yerine piyasanın işleyişine hizmet edecek araçsal bilgi sunan yapılara dönüştüler. İkinci olarak neoliberal dünya görüşüyle uyumlu olarak manevra alanı daralan, siyasi etkinliğini, yaptırım gücünü ve sosyal politika üretme kapasitesini kaybeden devlet, neoliberal küreselleşmeye karşı bir direniş kimliği geliştirdi. Bir teklik algısı, yerellik vurgusu, “yerli ve milli” dünya görüşü inşa etme çabasında üniversiteler devletlerin en önemli ideolojik aygıtları haline geldi.

Bu yaklaşım yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın Macar değerlerini ön plana çıkaran eğitim anlayışına vurgu yapması George Soros desteğiyle Budapeşte’de kurulan Central European University ile büyük bir kriz yaşanmasına yol açtı. Binlerce öğrenci üniversiteye destek için gösteriler yaptı. Macar hükümetinden gelen baskılar nedeniyle üniversite Eylül 2019'dan itibaren Macaristan'dan ayrılma ve akademik faaliyetlerini Avusturya'nın başkenti Viyana'da sürdürme kararı aldı. Çin’in Hong Kong’u İngilizlerden devralmasıyla beraber Hong Kong eğitim sistemine yaptığı müdahale, dünya çapında dikkat çeken Şemsiye Devrimi’nin ve buna bağlı olarak üniversite öğrenci hareketinin ortaya çıkmasına yol açtı. Üniversiteler hâkim ideoloji ile uyumlu çalışmalar yapan bilim insanları için sınırsız imkanlar sunarken, farklı görüşlere ve eleştirel yaklaşımlara sahip olan bilim insanlarını sistemin ve hatta gündelik hayatın dışına ittiler.

1999 yılında Chicago Üniversitesi’nde ortaya çıkan Risk Altındaki Akademisyenler (Scholars at Risk) Ağı, bir taraftan risk altındaki akademisyenlere destek olmak diğer taraftan da akademik özgürlüğün kısıtlandığı örnekleri izlemek için kurulmuş uluslararası bir ağ. Bu izleme süreci ve akademik özgürlüklere yönelik kısıtlamalar ağın internet sitesinde haritalanmış durumda (i). Farklı ülkelerde akademik kurumlara, bilim insanlarına ve akademik eğitimle ilgili talepleri olan öğrencilere yönelik kısıtlamaların ortak noktası olarak siyasi alandaki otoriterleşme dikkat çekiyor. Ağın 2018 değerlendirme raporuna göre akademisyenlere yönelik müdahalelerde işten çıkarma ve seyahat kısıtlamaları gibi hayati tehlike yaratmayan kısıtların ötesinde yargılamalar, tutukluluk hali gibi daha ciddi müdahaleler ve şiddet, cinayet ve ortadan kaldırmaya yönelik hayati saldırılar da söz konusu. Bu müdahaleler yalnızca akademisyenlerle de sınırlı değil, aynı rapor 2018 yılında 875 öğrencinin de şiddet, öldürme ve tutukluluk gibi baskılara maruz kaldığının altını çizmekte. Raporlanan müdahalelerin buzdağının görünen ucu olduğu düşünülürse, sistematik bir taramanın daha fazla ve farklı müdahale biçimlerini gözler önüne sereceği de öngörülebilir.

Bu dışsal faktörlerin ötesinde üniversitelerin bilim yapıları içinde merkeziyetinin sorgulanmasına yol açan başka mesele ise üniversitelerin kurumsal yapılarının iç dinamiklerinden kaynaklanmakta. Üniversiteler bir taraftan dışsal faktörlerden kaynaklanan zorluklara karşı etkin stratejiler geliştirmek zorunda kalırken diğer taraftan üniversite bünyesinde kaynakların etkin kullanımı, kadro tahsislerinin bilimsel gereklere göre yapılması, bilimsel gelişmenin eğitim ve araştırma işlevlerinin dengeli yürütülmesi ve disipliner genişlemenin ana hatlarını belirleme konusunda sorunlar yaşamaya başladı. Türkiye’de birçok üniversitede ödenekler amacı dışında kullanıldığı, yapılmayan derslere ücret ödendiği, örneğin tıp fakültelerinde ameliyatlar için alınan sarf malzemelerinin ortadan kaybolduğu ve genel olarak kaynakların belirsiz bir şekilde sarf edildiği ortaya çıkmaktadır. Köklü akademik geleneklere sahip, kurumsallaşmış üniversiteler bu gibi sorunlarla çok daha az karşı karşıya gelirken, kurum kültüründen yoksun ve yeni gelişmekte olan üniversiteler yol haritası çizmeden, el yordamıyla günü kurtarmaya çalışıyor. Böyle olunca ilk 500 üniversite içine girmek bir yana üniversiteler en temel işlevlerini dahi yerine getirmekte yetersiz kalıyor.

Bütün bu sorunlara karşılık temel soru üniversitenin bilim yapmak için gerekli ve yeterli ön koşul olup olmadığıdır. Kısa cevap, üniversiteler bilim yapmak için ne gerekli ne de yeterlidir. Uzun cevap ise doğal bilimler, beşerî bilimler ve sosyal bilimler için farklı dinamiklerin dikkate alınmasını gerektirir. Pratik olarak doğal bilimler üniversite mekanizmasının dışına çıkmada sosyal bilimlere kıyasla daha fazla zorlukla karşılaşacaktır. Bağımsız bir laboratuvarın kurulması, araştırma için gerekli fonların bulunması, deneylerin uygulanmasında güvenli bir ortamın sağlanması açısından daha fazla zorluk söz konusudur. Ayrıca üniversite yapısından bağımsız bir durumda, maddi zorlukların ötesinde araştırmanın güvenilirliği, doğruluğu ve kredibilitesi açısından yeni sorular ortaya çıkacaktır. Tarih, arkeoloji, antropoloji gibi saha çalışması gerektiren alanlar da benzer pratik sorunlarla karşılaşabilirler. Oysa bütün bunlar piyasanın güdümünden ve devletin boyunduruğundan bağımsız bir alanın varlığında bilimsel arayışın kendi için ve kendinde bir uğraş olmasına imkân tanınmasıyla aşılabilir. Bugün bunun birçok örneğini üniversitelerden farklı sebeplerle ihraç edilmiş olan bilim insanlarının bilimsel araştırmalarını ve çalışmalarını farklı biçimlerde sürdürmelerinde görebiliriz. Çeşitli illerde kurulan dayanışma akademileri, çalışma grupları, kolektifler bu tür bağımsız çabaların örnekleri sayılabilir.

Bilim yapılarının özgürlüğü ve özerkliği, bilimin kendinde ve kendi için bir uğraş olması, diğer toplumsal kurumlardan ve toplumsal ilişkilerden kopuk olması anlamına da gelmemeli. Burada önemli olan bilimin piyasa veya devlet için bir araç olarak kullanılmaması, manipülasyona yönelik veriler inşa etmemesi; bunun yerine toplumun tüm katmanlarına, merkezine ve çeperine hitap edebilecek şekilde, yatay bir biçimde örgütlenmesidir. Hayat boyu öğrenme, yaşlılara yönelik eğitim programları, sosyal içerme politikalarının bir parçası olan farkındalık eğitimleri, aktif işgücü piyasası politikalarıyla uyumlu teknik eğitim programları da bilimsel çıktılar olarak düşünülebilir. Bütün bunlar mutlaka üniversitelerin kurumsal yapısı içinde gerçekleştirilmek zorunda olmadığı gibi, yalnızca toplumun belli kesimlerini kapsamak zorunda da değildir.

Siyasi mücadele zemininin daralması nedeniyle demokratik hakların kullanımı çok daha özcü bir noktaya gerilemiş durumda, insan haklarından anladığımız şey artık birçok ülkede konusu dahi açılmayacak kadar yerleşmiş olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi düzeyinde, sanki bu metnin üzerinden yetmiş yıl hiç ilerleme yaşanmamış gibi. Metalaşmanın ulaştığı tepe noktasında ise birey tüm insani değerlerinden ve sosyal bileşenlerinden sıyrılmış biçimde bir taraftan bir metaya, diğer taraftan ise bir müşteriye dönüşerek aslında kendi kendini tüketmekte. Tam da böyle bir uygarlık inşası içinde bilim ve bilimsel bilgi eskisinden çok daha hayati bir önem taşımakta. İçinde bulunduğumuz uygarlığın karanlığından çıkmak ve yeni bir dünya görüşü inşa etmek için bilim, insanlığa tünelin ucundaki ışığı sunmakta.

(i) https://www.scholarsatrisk.org

*Doç. Dr., Ege Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü