Kant’ın en çılgın, Nietzsche’nin en sıkıcı günü

Küçük yaşlarda ters düştüğü Tanrı, ilk gençliğinden itibaren Nietzsche için bir “ölüdür”; Basel’deki profesörlük yıllarını (neredeyse on yıl) saymazsak, belirli bir işi ve belirli bir evi/yurdu da yoktur Nietzsche’nin. Oysaki Kant, “Tanrısız, işsiz ve evsiz” kalmayı hayatı boyunca bir kere dahi aklının ucundan geçirmemiş olsa gerektir.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Immanuel Kant, sabahın tam beşinde, hizmetkârı Martin Lampe tarafından uyandırılır; uyanmamak için ayak direme lüksü yoktur, zirâ Lampe, Kant ne kadar isteksiz olursa olsun, onun uyanması için ısrarcı olması konusunda sıkı sıkıya tembihlenmiştir. Yedi saatlik kusursuz uykusundan –istekli ya da isteksiz− uyanan Kant, birkaç fincan çay içerek “ölçülü” tütünüyle piposunu tüttürür. Bu, onun gün içerisinde en yaratıcı olduğu zamanlardan biridir, uyandıktan sonraki iki saati dinginleşerek, kitaplarıyla alakadar olarak ve çalışarak geçirir. Sabah yedi, Kant’ın derslerinin başladığı saattir (ki Königsberg esnafı da bu saatlerde, Kant’ın sokaktan geçişiyle işlerine koyulurlar) ve bu dersler öğleden öncesine kadar sürer. Derslerden sonrası ise yemek ve yürüyüş vaktidir: Kant’ın tek öğünü olan öğle yemeği, onun için bir sosyalleşme alanıdır aynı zamanda; bu öğle yemekleri esnasında onun “arkadaş canlısı” ve “sevecen” olduğunu söylemek bile mümkündür. Nehir kenarındaki yürüyüşler ise, pek çok filozofun olduğu gibi Immanuel Kant’ın da vazgeçilmezi olan eylemdir. Bu yürüyüşler sırasında, olur ya belki yağmur bastırır diye –hesapta olmayan her şey onun için korkunçtur−, hizmetkâr Martin Lampe elinde bir şemsiye ile ona uzaktan eşlik eder. Kant’ın bu “çılgın” günü, en iyi arkadaşı Joseph Green ile, David Hume üzerine bir sohbetle devam eder ve belki Jean-Jacques Rousseau da sohbetin konularından birisi olur. “Vakitlice” eve dönen Kant, belki biraz kitap okuduktan ve biraz daha çalıştıktan sonra; saat tam onda, tüm teknik birikimiyle örmüş olduğu uyku kozasının içinde uykuya dalar…

***

Friedrich Nietzsche, herhangi bir kentin, herhangi bir otel odasında, baş ağrıları ve mide sancıları ile uyandığı güne, soğuk bir duş ile başlamayı yeğler. Belki biraz ılık süt, midesine iyi gelecektir. Eğer bedenindeki sancıları dindirebilirse –ki bu hiç kolay olmaz− yürüyüşe çıkmazdan evvel biraz çalışır, kitapları üzerine düşünür. Öğlen olmadan Nietzsche yürüyüşe çıkar; bu yürüyüş ya nehir kenarında ya da bir ormandadır (Nietzsche’nin bulunduğu kentte bu ikisinden birisi ya da her ikisi de mutlaka vardır). Yürüyüş sırasında, kimi duraklayarak yanından asla ayırmadığı deftere notlar alır, bu duraksamalı yürüyüş iki ya da üç saati bulabilir. Midesinin ve sancılarının biraz hafiflediğini hissettiği an, muhtemelen günün tek öğününü, ağır ve hafif yiyeceklerden oluşan (çeşitli meyvelerle donanmış) bir tabakta yer. Akşamüzeri, sıkı sıkıya giyinerek ve elbette yine defteri yanında, bir yürüyüş daha yapar; bu yürüyüşün güzergâhı öğlenden önce yaptığı yürüyüşün güzergâhından farklı ve daha uzundur. Yürüyüşten sonra otele döner ve aldığı notları gözden geçirir. Bu gözden geçirme uzun sürmez zirâ akşam, Georges Bizet’nin Carmen’inin bir performansına gidecektir. Oldukça şık kıyafetlerle performansa giden Nietzsche, performans çıkışında mest olmuş halde sokaklarda gezinmeye başlar. Bundan sonra ne yapacağı pek kestirilemez, sahibince kırbaçlanan bir at görmediği sürece yüksek krizler geçirmeyecektir lâkin ufak çaplı krizler geçirmesi kaçınılmazdır. Belki de bu saatler, Immaneul Kant’a ve onun “akla olan hayranlığına” küfrederek geçer. Biraz sonra Nietzsche’nin yorgun bedeni, biraz olsun dinlenmek üzere uykuya dalar.

***

Filozofların günlük yaşamlarında en önemsiz görülen ayrıntıların dahi, tarihsel bir iletisinin olduğu konusunda kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Örneğin; Immanuel Kant’ın en çılgın gününde dahi elinde bir şemsiye ile hizmetkârı Lampe’yi peşine takması, onun “felsefî temkin”i hakkında bize bir fikir verebilir. Yine Kant’ın ritüelist ve dakik yaşam pratikleri, onun felsefesindeki düzen ile kusursuz bir çelişmezliğe sahiptir. Öte taraftan Friedrich Nietzsche’nin gününün çoğunu yürüyüş yaparak ve bu yürüyüşleri kayıt altına alarak geçirmesi, şiddetli baş ağrıları ve mide sancıları ya da hangi kentte, hangi otel odasında uyanacağının hemen kestirilemeyişi gibi kimi küçük ayrıntılar, onun “savrulmaya ve çelişkiye açık” felsefesinin ipuçlarını veriyor gibidir.

On dokuzuncu asrın en önemli şâirlerinden olan Heinrich Heine’ın, düpedüz müstehzi bir tavırla; “Immanuel Kant’ın hayat hikâyesini tarif etmek oldukça zordur. Çünkü ne bir hayatı ne de bir hikâyesi oldu” demesi belki hakikatin abartılı bir ifadesidir lâkin Heine’ın Kant’a dair bu saptamasını tümüyle reddetme olanağımız da yoktur. Gerçekten de Kant’ın yaşamı Königsberg’e sıkışıp kalmış, Jean-Jacques Rousseau’nun Emile’ini okumaya adadığı birkaç gün hariç her gün kendisini tekrar eden, saplantılı bir yol izler. Ve Leslie Chamberlain’ın Nietzsche’nin yaşamını “Tanrısız, işsiz ve evsiz” diye özetlemesine de sanırım kimsenin bir itirazı olmayacaktır. Küçük yaşlarda ters düştüğü Tanrı, ilk gençliğinden itibaren Nietzsche için bir “ölüdür”; Basel’deki profesörlük yıllarını (neredeyse on yıl) saymazsak, belirli bir işi ve belirli bir evi/yurdu da yoktur Nietzsche’nin. Oysaki Kant, “Tanrısız, işsiz ve evsiz” kalmayı hayatı boyunca bir kere dahi aklının ucundan geçirmemiş olsa gerektir. Dramatik bir ayrılıktır bu lâkin yine de bir aynılık hemen sezilecektir: Yürüyüşler ve tek öğün, doyurucu öğle yemekleri…