İran'ın öfkesi neden hizipler üstüydü?

İranlılar on yılda bir sisteme uyarı veriyorlar. Sistem şimdi 28 Aralık protestolarıyla yeni bir uyarı aldı. Bu uyarı, İranlıların halk ekonomik bunalımla mücadele ederken Suriye ve Lübnan’daki faaliyetleri için trilyonlar harcayan Devrim Muhafızlarına, yüksek bütçelere sahip dini kurumlara ve ekonomiyi düzeltme sözü vererek gelen Ruhani hükümetinin bu sözünü tutamamasına karşı öfkeli olduğuydu.

Google Haberlere Abone ol

Ezgi Uzun*

Sokaklara taşan her toplumsal hareket derinlerde on yıllar boyu katman katman biriken hazımsızlıkların ürünüdür. 28 Aralık’ta İran’ın hac ve türbe şehri Meşhed sokaklarında "Hasan Ruhani’ye ölüm!" ve "Hayat pahalılığına ölüm!" sloganlarıyla başlayıp kısa sürede ülkenin irili ufaklı pek çok şehrine "Ne ılımlılar ne de radikaller. Artık oyun bitti!" ve "Gazze’ye değil, Lübnan’a değil, canım yalnız İran’a feda!" sloganlarıyla yayılıp top yekûn rejim karşıtlığına dönüşen İran protestoları da şüphesiz benzer bir sıkışmışlığın ürünüydü. Bununla birlikte, şiddetlenen sıkışmışlık hissinin 28 Aralık itibariyle şahit olduğumuz kaynama noktasına nasıl ulaştığını anlamak için iki hafta kadar geriye gitmek yeterli. Zira Devlet Başkanı Hasan Ruhani’nin 10 Aralık’ta İran Meclisi’ne sunduğu bütçe tasarısı ve akabinde ülke genelinde yükselen tartışmalar ülkeyi içine alan ekonomik ve siyasi problemlerin bir mikrokozmu niteliğinde.

RUHANİ'NİN EKONOMİK MİSYONU

İran halkı, ılımlı ve pragmatist devlet başkanı Hasan Ruhani’yi 2013 yılında belirli bir misyon için iş başına getirmişti: Ruhani, uzun yıllar İran’ın nükleer baş müzakerecisi sıfatıyla elde ettiği diplomatik deneyimi İran ile Batı camiası arasında süregelen nükleer krizi çözmek için kullanacak, ülkeye uygulanan ambargoların kaldırılmasını sağlayacak, ambargolar sebebiyle sekteye uğrayan petrol satışları yeniden başlayacak ve İran halkı hayat pahalılığı, işsizlik ve enflasyonla birlikte içine sürüklendiği ekonomik darboğazdan çıkacaktı. Nitekim 2015 yılında İran halkının istediği oldu ve İran devleti ABD ve P5+1’deki ortaklarıyla tarihi nükleer anlaşmayı imzaladı. Ambargolar kademeli olarak hafifletildi, Ruhani bazı yabancı banka ve şirketlerle İran’a yatırım olanakları için görüşmeler yaptı, beklenildiği gibi petrol satışları arttı. Ambargolar sebebiyle 2012 yılında 2,7 milyon varil olan günlük petrol üretimi, 2017’de 4 milyon varilin üzerine çıktı. Buna karşın, ambargoların hafifletilmesi ve petrol satışlarının ivme kazanması, dünya çapında petrol fiyatlarının düşüklüğü ve İran’ın yeteri kadar yabancı yatırımcı çekememesi gibi sebeplerle ekonomiyi kısa vadede düzlüğe çıkarmaya yetmedi. Ruhani döneminde enflasyon oranı yüzde 40’lardan yüzde 9 oranına düşse de özellikle genç nüfusu etkileyen işsizlik ve artan hayat pahalılığı için bir çözüm bulunamadı. Zira, İran’ın ekonomik sıkıntılarının temel sebebi dışarıdan uygulanan ambargolar değil, İran ekonomisinin kendi yapısal bozukluklarıydı.

İran ekonomisi özelinde kamu ve özel sektörü birbirinden ayırmak güçtür, zira özel sektör unsurları da ‘devlet-benzeri’ (quasi-state) bir yapıya sahiptir. İran’ın ticaret hukukuna göre özel kuruluşlar olarak kayıtlı kuruluşların çoğu askeriyeye veya bonyad adı verilen, vergi ödemeyen, ‘şeffaflık’ ve ‘hesap verilebilirlik’ ilkelerine uygunluğu tartışmalı çeşitli dini ve dini olmayan vakıflara aittir. İran ekonomisi, bu devlet-benzeri yapılar sebebiyle kırılması güç derecede içe dönük ve devletçi nitelikler taşır ve beraberinde de kronik bir ‘usulsüzlük’ ve ‘denetimsizlik’ sorunuyla karşı karşıyadır. Nitekim bu durumun en iyi örneği geçtiğimiz aylarda yaşanan banka krizlerinde gözlemlendi. İran Merkez Bankası tarafından lisansı onaylanmamış ve dolayısıyla Merkez Bankası’nın denetiminde olmayan birtakım vakıflar ile Devrim Muhafızlarına ait bazı finans kurumları ve bankalar, bankacılık deneyimlerinin yetersiz olması ve bu deneyimsizliklerine rağmen emlak ve altın piyasası gibi başka sektörlere de açılmaları sebebiyle ekonomik krize sürüklenmişti. Bu banka kriziyle birlikte paralarını bankadan geri alamayanlar geçtiğimiz yaz aylarında İran Meclisi önünde protestolar gerçekleştirmişti.

 YENİ BÜTÇENİN İFŞA ETTİKLERİ

Ruhani’nin meclise sunduğu 2018 yılı bütçe tasarısı, nükleer anlaşma sonrası İran ekonomisinin beklenen toparlanmayı yaşamadığının sinyalini verirken İran ekonomisine özgü kırılması güç yapısal problemleri de bir kez daha ifşa eder nitelikteydi. İlk olarak, yeni bütçeye göre petrolden elde edilmesi beklenen devlet geliri, petrol fiyatlarının düşüklüğü sebebiyle arzu edilen oranın altında kalacaktı. Bu sebeple yeni bütçe, kalkınma ve imar için harcanacak bütçeyi 11 trilyon tümen değerinde azaltmayı hedefliyordu. İkinci bütçe kısıtlaması, ultra-muhafazakâr Ahmedinecad hükümetinin popülist politikalarının bir uzantısı olarak 2010 yılında uygulamaya geçirilen nakit devlet yardımlarının azaltılmasına ilişkindi. Buna göre, ihtiyaç temelli bir dağıtım sistemine dayandırılmayıp zengin-fakir ayrımı gözetilmeden İran halkının yüzde 96’sına dağıtılan nakit devlet yardımları bütçesi 42 trilyon tümenden 23 trilyon tümene düşürülecekti. Bu ise nakit yardımların ihtiyaç temelli bir dağıtım mekanizmasına göre yeniden düzenlenmesiyle yaklaşık 33 milyon insanın isminin devlet yardımı listesinden silinmesi anlamına gelecek ve orta ve alt gelir grubu açısından tartışmalara sebep olacaktı. Bütçe gelirini dengelemeyi hedefleyen bir diğer strateji ise bazı vergilere yapılan zamlardı. Bu bağlamda ülke genelinde en büyük tartışma yurtdışı çıkış harçları konusunda yaşandı. Normalde 75 tümen olan yurtdışı çıkış harcı Mart 2018 itibariyle 220 tümene yükseltilecekti. Eğer aynı kişi aynı yıl içerisinde ikinci defa yurtdışına çıkacaksa ödeyeceği miktar 330 tümen, üçüncü defa çıkacaksa 440 tümen olacaktı. Hükümet yurtdışına çıkabilecek kadar zengin olanları vergilendirdikleri yönünde bir açıklama yapmış olsa da bu durum orta gelir grubu açısından yurtdışı çıkışlarının vergiyle cezalandırması anlamına geliyordu.

Görünüşe göre, İran’ın petrolden elde ettiği gelir beklenenin altında kalmış ve hükümet oluşan bütçe açığını kapatmak için halkı doğrudan etkileyecek bütçe kısıntısı ve vergilendirme yoluna gitmişti. Öte yandan, aynı bütçe tasarısı askeri ve güvenlik kurumları için ayrılan bütçeyi arttırmayı hedefliyordu. Buna göre, Arteş adı verilen İran ordusu, Devrim Muhafızları, Savunma Bakanlığı gibi birçok kurumu içeren güvenlik sektörünün toplam bütçesinin 14 trilyon tümen artırılması hedefleniyordu. Bu artışın 11 trilyonluk kısmı, tüm savunma harcamalarında yüzde 33’lük paya sahip olan İslami Devrim Muhafızlarına aitti. Savunma ve güvenlik alanında yapılması öngörülen bütçe artışı, Devrim Muhafızlarının 2003 Irak işgaliyle başlayıp 2014 Haziran’ında Şii karşıtı söylemlerle ön plana çıkan IŞİD tehdidiyle ivme kazanan Ortadoğu’daki askeri faaliyetlerine paralel seyrediyordu. Bu da İran halkı açısından İran paralarının kendi refahları için değil, Irak ve Suriye’deki Şii gruplara yönelik askeri yardım, eğitim ve danışmanlık faaliyetleri için harcanacağı anlamına geliyordu.

DİNİ KURUMLARA AYRILAN DOLGUN BÜTÇE

En büyük mesele ise dini kurumlara ayrılan bütçe meselesiydi. Ruhani hükümeti, yeni bütçeye göre Şii ilim havzası olarak bilinen dini eğitim kompleksleri, din adamlarına yönelik sosyal yardım kuruluşları, İslam rejiminin çeşitli propaganda organları, Şiilik araştırma merkezleri ve rejimin Şiiliği yaymaya yönelik yurtdışı eğitim ve kültür faaliyetleri için ayırdığı bütçeyi artırıyordu. Ancak mesele sadece din adamları ile rejim propagandasına ayrılan bütçelerin artırılması değil, Ruhani hükümetinin devletin hangi dini kurum ve faaliyet için ne kadar para akıttığını ilk defa açık açık kamuoyunun bilgisine sunuyor olmasıydı. Nitekim Ruhani 10 Aralık’taki meclis bütçe konuşmasına ‘şeffaflık’ ve ‘devlet fonlarının usulüne uygun kullanımı’ kavramlarına vurgu yaparak başlamış, yeni bütçe metninin ilk defa şeffaflık ilkesine riayet edecek şekilde hazırlandığını belirtmişti. Böylece halk, havzalardan emekli din adamları, engelli din adamları ve vefat edenlerin aileleri için ayrılan sosyal yardım bütçesinin 897 milyar tümen olduğunu öğrendi. İslam ilimleri araştırmaları, camiler ve ibadet hizmetleri, İslami kültür ve sanat faaliyetleri ve İslam Devrimi araştırmaları gibi çeşitli propaganda faaliyetleri için ayrılan bütçe ise 430 milyar tümen değerindeydi. 303 milyar tümen değerindeki bütçe ise yurtiçinde ve yurtdışındaki yabancı öğrencilere eğitim veren ve İran’ın İslami devrim ideolojisi ve Şiiliği tanıtma çalışmaları kapsamında ‘yumuşak gücüne’ katkı sağlayan Uluslararası Al-Mustafa Üniversitesi’nin faaliyetleri için ayrılmıştı. Al-Mustafa Üniversitesi için ayrılan bütçe, İran’ın pek çok önemli üniversitesi için ayrılan paranın kat kat üzerindeydi. Ancak belki de en çarpıcısı, rejimin önde gelen din adamlarına ait dini ve kültürel bonyadlar ve onların yurtiçi ve yurtdışında yürüttüğü Şiilik, Fars dili ve İran kültürünü öğretme ve tanıtma faaliyetleri için verilen dolgun devlet fonlarıydı. Ayetullah Humeyni’nin torunu Hasan Humeyni’nin yönetiminde olan ve Humeyni’nin eserlerini basma ve yayma çalışmaları yürüten vakfın bütçesi 71 milyar tümen iken, Ayetullah Mekarim Şirazi’nin İslam ilimleri faaliyetlerini yürüten vakfın bütçesi ise 305 milyar tümen değerindeydi. Rejimin din adamları ve dini faaliyetleri için harcadığı paraların büyüklüğü dini kurumlara, ilim ve kültür merkezlerine ve birtakım muhafazakâr kişilere karşı sosyal medyada genel bir halk tepkisine yol açtı.

ILIMLILAR, MUHAFAZAKARLAR VE MEŞHED'DE YANAN İLK KIVILCIM

Görünen o ki 28 Aralık tarihinden önceki iki hafta içerisinde neoliberal politikalarla ekonomiyi bir dönüşümden geçirmeyi hedefleyen Hasan Ruhani, bonyadlar ve denetim yoksunu finansal kuruluşlarla ilişkileri sebebiyle Ruhani’nin ekonomik açılım politikalarının karşısında duran muhafazakârlar ve yaşadığı ekonomik sıkışmışlıktan bu ikisi arasındaki çekişmeyi sorumlu tutan halk zaten çoktan karşı karşıya gelmişlerdi. Ruhani, ismini vermediği altı kurumun İran ekonomisinin yüzde 25’ini elinde tuttuğunu, bu kurumların para, altın ve emlak piyasalarına müdahale ederek 3-4 milyon insanın hayatını etkilediğini ve kendisinin bu meseleye yönelik incelemeleri sebebiyle tehdit mektupları aldığını söylüyordu. Muhafazakâr rakipleri ise Ruhani’yi İran ekonomisini nükleer anlaşma ile vadettiği gibi düzlüğe çıkaramamakla ve ekonomik başarısızlıkla suçluyordu. Nihayet bütçe tartışmalarıyla sinirleri iyice gerilen halk 28 Aralık’ta sokağa döküldü. Ancak İran’ın meşhur sokak hareketlerinin baş kenti olan başkent Tahran’da değil, On İki İmam Şiilerinin 8'inci Kutsal İmamı İmam Rıza’nın türbesinin de bulunduğu muhafazakâr bir Şii hac şehri olan Meşhed’de. Meşhed, 2017 başkanlık seçimlerinde ılımlı aday Ruhani’ye karşı yarışan muhafazakâr aday İbrahim Raisi’nin memleketiydi. Raisi, Meşhed’deki İmam Rıza Türbesinin idari işlerini yürüten Astan-e Kuds Razavi Vakfı’nın yöneticisi olmakla birlikte Meşhed’in ünlü Cuma namazı imamı Ayetullah Alamolhoda’nın da damadıydı. Meşhed şehri de başkanlık seçimlerinde Ruhani’ye değil, Raisi’ye oy vermişti. Raisi Meşhed’deki protestoların hemen akabinde Twitter’da yaptığı bir paylaşımda Ruhani hükümetini protestolara medya sansürü uygulamakla eleştirdi. Hükümet yanlıları ise Meşhed’deki hükümet karşıtı protestoların muhafazakâr rakipleri tarafından organize edildiğini öne sürdü. 28 Aralık tarihi protestoların başlangıcı açısından da ilginçti. 30 Aralık 2009 tarihinde reformcuların ‘Yeşil Devrim’ hareketine karşı dönemin muhafazakâr hükümet ve rejim yanlıları bir karşı-yürüyüş gerçekleştirmişti. ‘9 Dey Yürüyüşü’ olarak bilinen bu yürüyüş her yıl 30 Aralık’ta kutlanan bir anma etkinliğine dönüştürüldü. Ilımlı hükümet yanlıları, 28 Aralık ayaklanmalarının muhafazakârlar ve Meşhed Cuma namazı imamı Ayetullah Alamolhoda tarafından 30 Aralık’ta düzenlenecek 9 Dey Yürüyüşüne katılımı artırmak amacıyla kasten çıkarıldığını ileri sürdüler. Devlet bu iddiaları ciddiye aldı ve üzerine gitti. Nitekim Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şamkani, Alamolhoda’yı milli güvenliği tehlikeye atacak faaliyetlerde bulunmakla eleştirdi.

ÜLKE GENELİNDE PROTESTOLAR

Meşhed’de hükümet karşıtı sloganlarla başlayan protestolar çok geçmeden İran’ın irili ufaklı pek çok şehrine yayıldı. Şehirler karıştıkça akıllar da karıştı. İslam Devriminin merkezi ve sembolü olan Mollalar şehri Kum’da bir grup insan "Şah geri dönsün!" sloganları attı. Kermanşah’ta bir polis karakolu ateşe verildi. Arak’ta Devrim Muhafızlarının gönüllü milis teşkilatı Besic direniş örgütüne ait tabelalar parçalandı. Gösteriler henüz başlamadan önce, başörtüsü zorunluluğunu eleştiren ‘Beyaz Çarşamba’ eylemlerinde çekilen bir fotoğraf 28 Aralık protestolarının diaspora medyasında kullanılan sembolü haline geldi. Beyaz başörtüsünü çıkarıp bir sopaya asarak bayrak yapan bu kadın diaspora medyası tarafından kahraman ilan edildi. Tepeden tırnağa siyah çarşaflar içerisinde küçük şehirlerde sokağa çıkan yüzlerce kadın ise ellerinde Dini Lider Ayetullah Hamaney’in fotoğraflarıyla sokaklarda "Yolsuzluğa ölüm!" sloganları attı. Ilımlı kanadın politikacıları sustu, muhafazakârlar şaşırdı. Dini Lider Hamaney ağzını açtı, "ABD ve İsrail" dedi. Devrim Muhafızları protestoları susturmak için devletten kendilerine yetki verilmesini bekledi. 2009’un Yeşil Devrimi’ni ağır hasarlarla atlatan reform yanlıları bu kez kitleler halinde sokaklara çıkmaktan kaçındı, gelir düzeyi düşük olan kesim sokakları doldurdu. Reform yanlılarının kendi tabirleriyle "Bu hareket Yeşil Devrim’den çok farklı"ydı, zira Yeşil Devrim’in aksine bugün sokakları dolduranlar orta sınıf ve entelektüellerden ziyade alt sınıf, işsizler ve ekonomik bunalım yaşayanlardı. Protestoların odağında da demokratikleşme, özgürlük ya da dini rejimden çok ekonomik adaletsizlik duruyordu. Öte yandan, atılan rejim karşıtı sloganlara karşı rejimin sahipleneni de çok oldu. Pek çok şehirde yüzlerce insan sokaklara çıkıp rejim yanlısı yürüyüşler gerçekleştirdiler.

İslam Cumhuriyeti 1979 İslam Devrimiyle kurulmuş ve tamamlanmış bir siyasal sistem değildir. Kurumları ve aktörleri sekiz yıllık bir savaşla şekillenen, bir yandan uluslararası sisteme direnen bir siyasi ideolojisi, öte yandan aynı sisteme entegre olmayı gerektiren ekonomik ihtiyaçlarıyla sürekli orta yolu bulma çabaları ekseninde gelişen, dönüşen, dinamik bir sistemdir. Siyasal entelektüellerinin 1979’dan bugüne hâlâ ‘İslam Cumhuriyeti’ni en optimal haline nasıl dönüştürebiliriz?’ sorusu üzerine fikir yürüttüğü, politika tartışmalarına katıldığı, entelektüel zemini zengin bir sistemdir. İranlılar ise 1999 öğrenci ayaklanmaları ve 2009 Yeşil Devrim hareketinde de görüldüğü gibi on yılda bir sisteme uyarı vermektedirler. Sistem şimdi 28 Aralık protestolarıyla yeni bir uyarı aldı. Bu uyarı, İranlıların halk ekonomik bunalımla mücadele ederken Suriye ve Lübnan’daki faaliyetleri için trilyonlar harcayan Devrim Muhafızlarına, çok yüksek bütçelere sahip dini kurumlara ve ekonomiyi düzeltme ve dönüştürme sözü vererek başa gelen Ruhani hükümetinin bu sözünü tutamamasına karşı öfkeli olduğuydu. İran halkı açısından yaşanan durum en salt haliyle yolsuzluk ve adaletsizlikti. Ilımlı ve muhafazakâr hizipleri aşan, hizipler üstü bir yolsuzluk ve adaletsizlik öfkesi. Liberal demokrasi ve İslami demokrasi söylemlerini aşan, rejimler üstü bir yolsuzluk ve adaletsizlik öfkesi. Protestolar yavaş yavaş sakinleşirken, devlet başkanı Ruhani ekonomik ve siyasal düzlemdeki yapısal problemlerin birbirinin izdüşümü olduğunun farkındaydı ve 8 Ocak tarihli bir konuşmasında "İranlıların sadece ekonomik talepleri olduğunu söylemek hem yanlış bir betimlemedir hem de İran halkına hakarettir. Halkın talepleri ekonomik, siyasal ve sosyal nitelikteydi." açıklamasında bulundu. Şimdi protestolar bitti/bitmedi ve sistem değişir/değişmez gibi kesin yargılarda bulunmak yerine sistemin aldığı bu yeni uyarıyla ne yapacağını bekleyip görelim.

Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü, doktora öğrencisi