Doğum günü 26 Mayıs'ta başlar 7 Eylül'de biterdi

İnalcık’ın doğum günü, bizim için Mayıs’ta başlar, Eylül’ün 7’sinde sonlanırdı. Hayatını anlattığı, söyleşi kitabımız Tarihçilerin Kutbu için oturduğumuz ilk gün, sevgili hocamız, kendi doğum tarihini uydurduğunu bana gülerek anlatmıştı. 26 Mayıs’ı seçtiğini, 1916 yılı nedeniyle belki de emekliliğinde kayba uğradığını...

Google Haberlere Abone ol

Emine Çaykara

"Beni okumuyorlar Emine, beni okumuyorlar"

Okuyorlar hocam, sizin kitaplarınızı takip eden gençler biliyorum.

Gençliğin adı geçtiğinde yüzünde gülümseme belirir, sevinir ve umutlanırdı. Umut her zaman vardı. Ülkenin ta kuruluşundan itibaren, dünyayla etkileşimini de katarak sosyolojik, kültürel, siyasi, ekonomik halinin anlaşılmasını gayesi yapmış ve bu uğurda hayatının son ayları da dahil sürekli düşünmüş, araştırmış, okumuş, eserler ortaya koymuştu. O gençlik için ki, Tursun Bey’in tarihi, İdris-i Bitlisî’nin yanında elinde sözlükle, bana şunu diyordu: "Lugat burada, lazım olursa diye... Türkçeyi yeniden öğreniyorum, Öz Türkçe sözlüğü kullanıyorum, yeni tabirler terimler için..." "Beni tanısınlar Emine" diyerek evinde yaptığım özel kayıtlarda, bütün çalışma yöntemini ve hayatını anlatırken, gençlik onu daha kolay anlasın diye 90 yaşından sonra yanında sözlükle yazılarını kaleme alıyordu.

Hayatının son on üç yılına tanıklık ettiğim, önce biyografı, sonra yakın dostu, sırdaşı, onun deyişiyle hemşiresi, her an öğrenmeye hazır öğrencisi olduğum sevgili İnalcık’ın en çok yakındığı konuların başında yazdıklarının okunmaması gelirdi. İşin aslı, ülkemizde düzenlenmiş, alanıyla ilgili ve hatta adını taşıyan–dünya çapında akademilerden ödülleri genç yaşında aldığı gerçeğini hatırlatarak yurt dışı için aynı şeyin pek de geçerli olmadığını belirtmeliyim– çeşitli konferanslara katıldığımda bu tespitinde çok haklı olduğunu görüyordum. O gelememişse her gittiğimde not alıyor, onunla paylaşıyor ve sonra serzenişlerini duyuyordum. Koca koca tarihçiler, onun yaptığını yapmayıp, yani o güne kadar o konuda çıkmış eserleri okumadan değerlendirmeler ve tespitlerde bulunuyorlardı, işin kolayına kaçmak bir fayda getirmediğinden de vakit kaybı oluyordu, bazılarının onun yazdıklarını kendi görüşleriymiş gibi sunması da cabası.

İlk selfiemiz, 2012 galiba. Halil İnalcık ve Emine Çaykara'nın ilk selfisi, 2012.

Gençlik... Sosyal ağlarda vakit geçirildiğini, bu alemin dünyasını anlattığımda pür dikkat merakla dinler, anlamaya çalışır ama "çok zaman alır bunlar", diyerek haklı bir uyarıda bulunurdu. Hayatı boyunca –tanık olduğum süreçte de– vaktini doğru kullanmış, kimsenin harcamasına izin vermemiş, ilgi alanlarının ve hakikatin peşinde düşünmüş, yaşamış ve üretmişti. Son derece haklıydı. Twitter’ı anlatıp oradan zeki ve eğlenceli yorumları okuduğumda birlikte kahkahalar atarken "Nasreddin Hoca’nın torunları bunlar" derken her zaman olduğu gibi tarihin ve kültürün sürekliliğinden, dönüşümünden yola çıkarak şaşırdığım ve bence çok doğru bu tespiti yapıyordu. Geçmişi iyi bilmek ve anlamak çok önemliydi. 96'ncı/97'nci yaşını kutladığımız 2013 yılında yazdığım yazıyı okuduğunda bana heyecanla telefon açıp, "farklı konuları bir araya getirmiş, kısa cümlelerle ne kadar güzel ifade etmişsin, bayıldım" demişti sevgili İnalcık, yazıda bir bakıma o 140 karakterle mücadelenin etkisinin de olduğunu biliyordum, bunu ona söylediğimde eminim üzerinde durup uzun uzun düşünmüştü. Düşünmek, anlamaya çalışmak, yargılamadan hakikatleri incelemek ve çözmek... Ömrü boyunca bunu yapmıştı zaten.

Notlarıma bakıyorum, 15 Haziran 2015’te, bir Pazartesi günü İnalcık’ın yanındaymışım. Zaman demek ki her zamankinden daha kıymetli. Şunları yazmışım: "Konu konuyu açıyor, bazı insanlar, özellikle de eğitimli dediğimiz, hali vakti yerinde kesim çocuklarını küçük yaştan bu topluma yabancı yetiştiriyorlar; bale, müzik dersi, yurt dışı seyahatler, kendi dünyalarında yaşamlarla bu topluma yabancı çocuklar yetiştiriyoruz. 'Elbette yeteneği varsa öğrensin, eğitimini alsın ama bu topluma da yabancı kalmasın' diyor. Öte yandan bunu söyleyince tepki gördüğünü, anlaşılamadığını belirtiyor: ‘Beni muhafazakâr sanıyorlar’." İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülme ve dağılma sürecinde doğmuş, Atatürk cumhuriyetinde yetişmiş modern bir insandı. Muhafazakârlık ve modernlik konularında belki de kimsenin okumadığı kadar çok okudu, çok düşündü, çok da yazdı. Kültür, medeniyet, Batılılaşma, modernizm ve bölünmüş toplum. Selam ve merhaba ile ayrılma, insanların bu şablonla birbirini yargılaması gülünçlüğü. Bölünmüş toplum olmamız haklı olarak gelişmenin ve bütünleşmenin önünde en önemli engel olarak gördüklerinden, en çok dert ettiklerindendi. Pek çok eserinde bu konuya yer verdi.

Yalova İnalcık Enstitüsü Sempozyumu, 2011 yılı. Yalova İnalcık Enstitüsü Sempozyumu, 2011 yılı.

En korktuğu şeylerden biri, yazılarından alıntılar yapılıp kendi görüşlerini üzerine yapıştırarak onu bir kalıba sokmaya çalışanlardı, çünkü o yazıların arkasında okunmuş ve üst üste dizilmiş kitaplar, saatlerce düşünülmüş meseleler, anlaşılmaya çalışılmış arşiv vesikaları vardı. Kullanılmak en sevmediği konulardandı. Derin meseleleri, insanı ve toplumları anlamak için bir ömür veren hoca, gazetecilerle de bu yüzden az görüşür, sözlerinin, cümlelerinin çarpıtılmasından son derece rahatsızlık duyardı. Bütünlüğü önemsediğinden hazırladığım ve onu iyi tanıtacağını düşündüğüm bir eseri, "Emine, buralardan alıp kullanırlar,sözlerimi çarpıtırlar, yanlış anlaşılırım", diye durdurmuştu, kötü niyetli insanlara meydan vermemenin önemini benden iyi biliyordu elbette. Ama kötü niyetliler her daim vardı. Nitekim, vefatından sonra sözlerinin çarpıtıldığını gördüm, haklı çıktı.

İnalcık’ın doğum günü, bizim için Mayıs’ta başlar, Eylül’ün 7’sinde sonlanırdı. Hayatını anlattığı, söyleşi kitabımız Tarihçilerin Kutbu için oturduğumuz ilk gün, sevgili hocamız, kendi doğum tarihini uydurduğunu bana gülerek anlatmıştı. 26 Mayıs’ı seçtiğini, 1916 yılı nedeniyle belki de emekliliğinde kayba uğradığını... İlk gençliğinde üst kat komşusu Adile Abla’nın (Sadri Maksudi’nin kızı) ona öğrettiği Fransızca ile Fransız edebiyatına hayranlığı ve çok sevdiği şair Alfred de Musset’nin La nuit de Mai, Mayıs Gecesi’nden etkilenerek, o ilhamla bu seçimi yaptığını. Her Mayıs ayı geldiğinde Tanrı’ya bu baharı da gösterdiği için teşekkür eder, içini sevinç kaplardı. Yıllarca, ilkokuldaki musiki hocası, sonraları İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın da kurucularından olacak Cevat Memduh Altar’ın Türkçeleştirdiği bir Alman çocuk şarkısını o Mayıs sevincinde neşeyle söylerdi. Oysa ki, o ilk söyleşi günü bana aktardığına göre annesi ona “sen doğduğunda Haydarpaşa’yı İngilizler bombalıyordu” demişti. Araştırıp Haydarpaşa’nın bombalanmasının 6 Eylül 1917’de gerçekleştiğini aktardığımda ikinci bir doğum tarihimiz oldu; bir sonraki gün olan 7 Eylül’de kutlamaya başladık. Onun için çocuk oyuncağı olan bu kadar basit bir ayrıntıyla değil daha büyük hedefler ve hakikatlerle, ülkesinin geleceği, anlaşılması ve sorunlarıyla meşguldü o, ilgilenmemişti. Hayatının sonuna kadar bana hem biyografi kitabı hem de bu tarih için teşekkür edecek kadar zarifti.

Hocalarının, alanında etkilendiği kişilerin isimlerini hep şükranla anar, yer verirdi. Aynı şekilde pek çok hocanın aksine bunu öğrencileri ya da ilmini takdir ettikleri için de yapardı, onları yüceltir, adlarını anar, haklarını teslim ederdi. Bu, ayrıca onun gerçek ilim adamlığının da yansımasıydı bence, ilimle ilgilenmek bir disiplin ve metot, saygı demekti çünkü.

İnalcık’ın neden büyük tarihçi olduğunu çözmek için aldığı ödüllere, editörlükleri ile yazdığı 100’ü aşkın esere ve ince ince işlenmiş makalelerine, tarihe başlayanlar için bunların el kitabı olmasına bakmak yeterli. Bugün bilimin yerleştiği, yüzlerce yıllık akademilere sahip ülkeler onu eserleriyle kurumlarına üye almanın onurunu taşıyor. Sırp ve Arnavut Akademileri, The Royal Historical Society, The Royal Asiatic Society, Middle East Studies Association, Amerikan Sanat ve Bilim Akademisi, Amerikan Tarih Derneği, The British Academy, Nicolae Iorga Tarih Enstitüsü, Institute of Turkish Studies,  Near East Studies, Sırp Akademisi, Arnavutluk Akademisi gibi kurumlar 1974 yılından başlayarak onu üye yaptılar. Japonya'da dört cilt olarak yayınlanan kitapta Ortadoğu'yu temsil eden tarihçi olan İnalcık’ın en çok dertlendiği konulardan biri de boş tartışmalar, üzerinde düşündüğü toplumsal gerçeklerin tartışılmaması, bilinmemesiydi.

. .

Şunu da belirtmeli; İnalcık bütün tarih görüşlerini, birilerinin aktardıklarından değil ana kaynaklarından anlamaya çalışmıştı. Yani özgün dillerinden okuyarak o eserler çıkmıştı. Halil İnalcık’ın tarihe yaklaşımındaki farklılık böyle bir donanımdan geliyor. Yani bazılarının sandığı gibi vesika okumak, hele hele birkaç vesikadan tarihi yorumlara gitmek ya da kes yapıştır yazılar tarihçi olmaya yetmiyor. Hep dediği gibi hızlı bir özetle bir sonuca varmak bırakın toplumu ve o toplumu oluşturan dinamikleri, insanı, sosyal sınıfları, zihniyeti, dönüşümü anlamayı ancak gülünç duruma düşürür insanı. İlim her zaman galip gelir; "sosyoloji, tarih felsefesi okumayan tarihçi iyi tarih yazamaz."

En sevdiği ve hep özlediği şehir aziz İstanbul kadar aziz İnalcık hayattayken üzüldüğü, çözemediği şuursuzluklar, olaylar sırasında sürekliliğin en anlamlı dönüşüm olduğunu bildiğinden susup izleyerek kendini eserlerine verdiğinden, ülkesine karşı duyduğu derin sorumluluk hissiyle bir entelektüel olarak sürekli üretti. Yüzyılların sosyolojik ve felsefi tezlerini, süreçlerini biliyordu, tarih, hiç bir zaman birtakım çerçevelere sığdırılamazdı, insanlık yeni maceralar ve sistemler bulabilirdi, çünkü insan zekâsı gerçeği vardı.

Halil İnalcık'ın Tarihçilerin Kutbu kitabındaki imzası Halil İnalcık'ın Tarihçilerin Kutbu kitabındaki imzası

İnalcık’ı en iyi eserleri anlatır. Ben de toplumsal travmalarımızı anlamak için birkaç kitabını önermek istiyorum. Hümanizm, Batılılaşma, Namık Kemal, Ziya Paşa, hocası Fuad Köprülü, Toynbee, Huntington, Eisenstad’ın sosyolojik tahlillerini içeren, çok önemsediği, DTCF yıllarındaki ders notlarına eklemelerle oluşturduğu denemesi, Rönesans Avrupası’nın Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci kısmını mesela. Sonra Osmanlı ve Modern Türkiye kitabını. En son eserlerinden biri olan Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet'i. Bu kitabında 11'inci yüzyılda İslam dünyasına nüfuz ederek bu dünyayı idare etmeye başlayan Türklerin, İslam devlet idaresine kazandırdıkları ve Avrasya imparatorluklarından gelen yeni bir gelenekten bahseden İnalcık bugün yine çok tartıştığımız şeriattan ve onun ‘İslam toplumu için daha iyi ne ise onun tercih edileceği’ ilkesinden söz eder. 16'ncı yüzyılın ortasından itibaren Osmanlı/Türk toplumunda siyasi, kültürel, sosyal çekişmelere yol açan liberalve katı yorumların 19'uncu ve 20'nci yüzyılda ‘ilerici’ akımların da hız kazandığını da, hararetli tartışmalar yaşandığını belirtir. 1880’lerden itibaren Osmanlı toplumu yaratmak için her vilayette pozitif ilimleri öğreten idadi liselerin açılmasının aydın Batıcı kuşak yetişmesine yol açtığını, Atatürk neslinin bu temelde kurulan yeni askeri mekteplerde yetiştiğini, Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan Avrupa’nın silah ve teknolojisini alarak başlanan Batılılaşma sürecinin ilk aşamasının, daha sonra, 18'inci yüzyılda, özellikle askeri alanlarda Batı ilimlerini okutmak üzere Avrupalı uzmanların çağrıldığı, askeri okulların açıldığı ve matbaanın getirildiği dönem olduğunu...

"Böylece Osmanlı kafası, ilk defa Batı ilmi ile sistemli biçimde temasa geçiyordu. Daha 17'nci yüzyılda, Osmanlı aydın bürokratlarının, İtalya’da eğitim görmüş Rumlarla, yalı ve konaklarda en liberal biçimde tarih, felsefe, siyaset ve ahlak konularını tartıştıkları bir çeşit kulüpler meydana çıkmıştı (Örneğin Dimitri Kantemir’in Boğaz’daki yalısı). Bu dönemde yazarlar arasında, Osmanlı Türk düşüncesinde laiklik akımının başlangıcı sayılabilecek laik bir dünya görüşü yaygınlaştı. En önemli değişim, Türklerin Batı medeniyetine karşı yeni bakış açılarıydı; böyle bir yaklaşım, her çeşit kültür özdeşleşmesinin ön koşulunu oluşturan hayranlık ve anlama arzusunu uyandırıyordu. Bu ilk Osmanlı aydınlanma çağı, Osmanlı imparatorluğu'nun Batı ile giderek büyüyen siyasi ve ekonomik bağımlılığı ile ilgiliydi ve taraftarları reformcu bürokratlar arasından çıkmaktaydı."(sf. 137-146)

Osmanlı kafasını anlamadan cumhuriyet ve bugünün kafasını anlamak mümkün değil. Bizi okumak kurtarır.