YAZARLAR

Fırdönekler, üç eşliler, çokbilmişler ve Merve

Merve Dizdar, tamamen hak ettiği bir anda, “biz” denen bir şey varsa, onu olduğumuz ve kendi olduğu en iyi haliyle gösterdi. İyi olan, hak eden, kendi gibi olan herkes ve her şey gibi “uzlaşılanlar dışında da bir yol mümkün, dünya adil bir yer olabilir” hissini verdi. Her şeyden önce “kızkardeş” olarak gurur duyuyorum kendisiyle.

Seçim sonuçları çoğumuzu öyle ya da böyle, sarstı. En azından bu yazıyı okuyanların çoğunu sarsmıştır, öyle tahmin ediyorum. Sarsılmak tuhaf ve netameli bir kavram. “Sarsıntı”dan gelen tüm somut ve mecazi anlamlar (birden sallanma, deprem, travma, beklenmedik olumsuz değişiklik) çok olumsuz. Ki fiilin sözlük anlamı da “gücü azalmak, güçsüzleşmek, örselenmek”. Yani insanın cansız bir nesne gibi mesela, bir sarsıntıdan sonra tam olarak olduğu gibi kalma, “sallanıp sonra yerinde durma” ihtimali yok gibi görünüyor. Başına gelenlerle değişen, psikolojik ve hatta “dramatik” bir varlık, insan. Yine de “sarsılmak” son dönemlerde final itibarıyla olumlu deneyimleri, mesela bir film sonunu (sarsıcı finaliyle kafalarda iz bırakan…) anlatmak için de çok sık kullanılıyordu. Neredeyse “çarpıcı”daki “kuvvetli etki”nin tam karşılığı biçiminde… Deprem felaketi bu algımızı ister istemez değiştirecektir. Etkilenmek, üzerine düşündürmek, kendi dehlizlerine indirmek başka bir şey, “sarsılmak” başka.

O halde sarsıldık mı? Evet. Güç yitirdik mi peki? Gücün akış halinde, sürekli ve uzun bir mücadele içindeki kısımları, mesela kadın mücadelesi zarar gördü mü? Hayır çünkü zaten çok uzun zamandır hem haklarımız hem de canımız için mücadele veriyorduk, bu da devam edecek. Elbette daha “umutlu” bir ortam çok iyi gelirdi. Şimdi (hiçbir zaman çok parlak olmasa da) pek çok muhalif yazar ve siyasetçinin defalarca değindiği üzere son kertede sağ, gerici ve açık ya da gizli kadın (ve elbette LGBTI+lar başta bir paket halinde gelen her şey) düşmanı bir meclis var önümüzde, içinde barındırdığı az miktar umutla birlikte. Mesela bir tek kadın bakan var, o da tahmin edileceği üzere “aileden sorumlu”. Üç eşli (ve dördüncüye de sıcak bakan ki ne fark eder, Medeni Kanun bir kez çiğnenmeye görsün, 40 da olur) bir milletvekili ve siyasilerin kimliğini de aşan sayılamayacak miktarda tehdit var üzerimizde. Yani sarsılıp kalmış değiliz, karanlığa savrulduk ama orada duracak değiliz herhalde? “Yaşayacağız Vanya Dayı!”

İnsanı yola çıktığı nokta kadar yolda başına gelenler de dönüştürür. Bitmez işlerim nedeniyle bazen ayda sekiz yazı yazıp zaman zaman da hiç istemeden aksattığım halde bu köşeye “sadık” okur(lar) mesela benim son yıllarımın biriciğidir. Bunu anlatmak genelde zor oluyor çünkü yerinde ağır ve katiyen ulaşılamaz bir yazar kimliği artık neredeyse mümkün değilse de hâlâ imge olarak revaçta. Ama okur değerlidir. Hele her yerde ve her zaman olduğu gibi, sizi olduğunuz gibi kabul edenler! E ben de işte kendi gibi duramadığı yerde hiç olamayan biriyim, tam bir “beğenmeyen küçük oğluna almasın” kişisi. Yani bazı insanların arada bir “dün gece uykum kaçtı” deme şansını elinden alırsanız ondan (bence zaten kitaplardan kolayca erişilebilecek) türden bir bilgi ya da deneyimi de alamazsınız. Buna imkân veren herkese müteşekkirim hep.

Düşünüyorum, çok güzel bir döneme denk geldik biz ama hâlâ hayranı olduğum bütün hocalarım oldukça ayrıksı ve hiç poz kesmeyen kişilerdi. Derse asla yatışmayan saçlarıyla giren ve durduk yere sokakta başına gelen bir şeyi anlatıp oradan birden kulağının ardındaki sigarayı çıkarıp “dilbilimciler her şeyin dille alakalı olduğunu söyler, mesela bunun dille sizce ne alakası var” diyen rahmetli Erol Mutlu hocamız mesela. Şu açıdan da çok takdir ederim kendisini, pırıl zekasının yanı sıra o kadar yakışıklı ve sempatik bir adamdı ki hepimiz ona aşık olabilirdik. Ama olmadık, yani ben ve arkadaşlarım için en azından durum öyle, bildiğim. Sadece yolumuzu aydınlattı ve “korkmadan”, çok sevdik. Çünkü o da böyle olmasını istedi. Bilgisini de aurasını da hiç kötüye kullanmadı, sıklıkla alaycı ama çok da eşit ve cinsiyetsiz bir ilişki kurardı öğrencisiyle. Müthiş bir şey.

Erol Hoca’yı en parlak zamanlarında gördüm, oldukça genç (bize büyük geliyordu ama 56 yaşındaymış daha) yaşta onu aramızdan alan hastalığının her aşamasında da, onu çok seven diğer öğrencileri gibi, gördüm. Korktuğu (ki pek az, her şeyle dalga geçer ve asla pes etmezdi) ve artık doğal olarak eskisi gibi olmadığı anlarda bile o kadar insan ve öyle güzeldi ki. Çünkü ışık içeriden gelir ve sizi temin ederim gerçek sevginin de saygının da konvansiyonel anlamda “güç”le hiçbir ilgisi yoktur. Ama gücü “kötüye kullanmamak”la çok yakından ilgisi vardır. Bir insanın kainatta bırakabileceği tek gerçek iz ve insani zaaflara yaslanmayan tek gücü, kendi olabilerek yaydığı ışıktır.

Herkesin birkaç çok temel referans noktası oluyor hayatta, dar zamanda sık sık Erol Hoca’ya götürür hayat beni. Ki pek çok konuda mesela feminizme dair fikrini bile tam bilmiyorum. Ama mesela benim izlediğimde bayıldığım ve derhal kapısını çaldığım Jane Campion filmi “Piyano” ile o kadar ama o kadar çok dalga geçmişti ki “hocam galiba sizi kıracağım burada durursam!” diye hışımla odasından çıkmıştım. Ama hem sınavından en yüksek notlardan birini almıştım hem de bu tavır sonraki iletişimimizi hiç kötü etkilememişti. Demek ki eşitlikçi biriydi. Bu yeter de artar zaten.

Evet samimiyet, içtenlik ve türevleri güzeldir ama aynı zamanda hem roman hem de senaryo kitaplarının açık ya da gizli öğüdüdür, “okur/izleyicinizi arkadaş (daha doğrusu sırdaş) varsaymayın." Yedi yıldır bu tavsiyenin dışına çıktığım anlar oldu. Bu da öyle bir yazı. “Tam bilmeyerek” değil ama. Sarsıldığım ve bunun bir parçasını görünür kılmayı evet hem samimi ama aynı zamanda hakkaniyetli de bulmadığım için.

Kemal Kılıçdaroğlu

Son 20 yıl bize bunu neredeyse unutturdu ama güç bize anlatılan şey değildir, hayatta daima kötüler kazanmaz, hayat kötülerle daha kötüler arasında bir seçimden ibaret değildir. Mesela şimdilerde sözde muhalif bir kesimin de üstüne çullandığı Kılıçdaroğlu’na ben sırf (kendi arzum, kaprisim olan bir yerden değil, bu toplumun en temel ihtiyacının bu öğrenilmiş toksik güç tanımlarını kırmak olduğunu düşündüğümden) güvendim. Adam “beni eleştirebilirsiniz” dedi ve bu doğruydu. En çok saygı ve sevgi duyduğum insanlardan biri olan bir “erkek” hocamın odasından neredeyse kapısını (hafif) çarparak çıkıp bundan zarar görmediğim bir dünya ihtimali sürsün, eleştirebileceğim bir lider olsun diye sevdim dedeyi. Ki eleştiriyoruz da, daha da eleştiririz, daha sert de eleştiririz. Zaten hiç inanmamış ve risk almamış olanlar, akbabalar, her devrin dönek ve “tırsonek”leri, malum köşeciler güç yitirdi diye sırf ona çullandığında, sahipleniriz de. Fatih Altaylı “Kemal Bey’in bir köpeği olsaydı sahibi eve geldiğinde muhtemelen o bile heyecanlanmazdı” kadar bel altı, korkuuunç, toksik ötesi bir şey yazmış. Yahu hem seçmeni sahibine çok bağlı bir köpek yerine koyduğunun hem de köpekle insan arasındaki o bambaşka ilişkiyi de berbat bir metaforla ayrıca zedelediğinin farkında değil mi? Elbette farkında. Yapıyor, çünkü mümkün. Methiyeler dizdiğine bunun yarısını söylesen kulağından tutup içeri tıkılacakken, hazır daima suçu başkasına atmaya alışkın bir “öfkeli” kitle ve buna zaten dünden razı bir başka kitle var ortada diye iyi kötü bir sevgi dili kurmaya çalışmış bir lidere bu kadar hakaret edemezsin. Hiçbir yaptırımımız olmasa da insani nedenlerle buna müsaade etmeyecek de epey kişi var bu ülkede, seçim sonucu ortada. Ahmet Hakan’a falan zaten bir şey demiyorum. Bir diğeri de “ben aptal mıyım” diye mağdura yatıyor, insan tabii “eveet” demek istiyor ama konu aptallık değil. Mertlik. Gücün değil inandığın şeyin yakınında durabilmek ve zaten bazen hunharca eleştirebileceğini seçebilmek. Var mı o yürek? (Retorik soru)

Toplumca başımıza “en kötüsü” geldiğinde, bardak taştığında, tünelin ucu kapatıldığında neden hızla bir tür rahatlama geldiği, safi karanlığa neden belirsizlikten daha tahammüllü olduğumuz üstüne düşünüyorum son iki üç haftadır. “Normalleşmeden normalleşmek” dediğimiz şey hani. Bu dönemde çok arttı ama sırf son 20 küsur yıl değil bunun sebebi. İnsanı sürekli kesif bir karamsarlıkla ölçüsüz bir iyimserliğin tahterevallisinde bir indirip bir kaldıran çok şey var bu coğrafyada. Denge ve dengelenme halini bilmiyoruz veya unutmuşuz. Emek ve sebat gerektiren süreçlere katlanamamak; bir tür süreç sabırsızlığı var. İnandığın her şey gerçek olmaz ama olacağına hiç inanmadığın ve dolayısıyla bu uğurda gerçek bir çaba göstermediğin hiçbir şey de olmaz. Ve mesela “en kötü karar kararsızlıktan iyi” değildir her zaman. Çünkü karar, başımıza gelenlerin zahmetsiz ya da çıkışsız bir sonucu değil, ilkece, “verdiğimiz” bir şeydir. Bir ağırlığı ve sorumluluğu olur, varsa, ödülü de oradan gelir. Dinler, ideolojiler, gelenek, aşk ya da “bizimle değil bizden bağımsız, bizim yerimize” karar verdiğini düşündüğümüz her şey, bizi bu sorumluluktan farklı biçimlerde azade hissettirdikleri için de biraz, “bal” gelir. Arkanı yasla, hayatını seyret hissi. Son zamanda “her şeyi akışına bırakmalı” diyen neoliberal spiritüel gürültü de buna eklendi. Halbuki bala düşmüş bir sinek bile olsanız, o an çok tatlı bile olsa, ömrünüz çok kısadır. (Bu metaforu da geçenlerde çok sevdiğim bir kadın dostum söyledi.) Yani şu an sizi tatlı bir kımıltısızlık halinde hissettiren şey, sizi öldürecek, bunu bilmek gerekir.

Merve Dizdar, Nuri Bilge Ceylan, Cannes Film Festivali 

Ben esasen ya da en çok Merve Dizdar’dan bahsedecektim. Memleket müsaade etmiyor ki! Öncelikle Nuri Bilge Ceylan’a ve sinemasına dair, daha önce yazdığım fikrimi tekrar edeyim çünkü hâlâ yanıltmış değil: “Türkiyelilik nedir bu anlamda? Ünlenirsin, ünden zehirlenirsin, ün kana karıştıktan sonra aşağı yukarı 1-2 yıl içinde deli gibi manyak gibi bir şey olursun, saçma sapan beyanlarda bulunup az üretmeye başlar ve egonla kendi kuyunu kazarsın, genel konuşuyorum. Ha bunu hazırlayan bir ortam da var tabii. Biri yeterince uzun süre başarı kaydetmişse zaten bu ‘delirsin, saçmalasın, poposu kalksın en azından’ beklentisi başlıyor arenada. En baş sevenler, ilk alkışlayanlar da ilk taşı atanlar olabiliyor rahatlıkla. İşte tüm bu süreçlere direnip kendi yörüngesinde üretmeye devam edebilenler, bunu da az çok evrensel ölçülerde yapmayı başaranlar, onlar kalıcı oluyor. Kendi büyüsüne, anın çoşkusuna, ‘ne yapsam olur artık yea…’ duygusuna kapılmadan ürün vermeyi sürdürenler… Yalnız kendi kulaklarına fısıldanmış bir sırrın takipçisi, günlük hayat deliliklerinden muaf görünen kişiler oluyor onlar. Nuri Bilge Ceylan da bu sağlıklı yaratıcı egonun bizdeki en iyi yönetmen temsilcilerinin başında geliyor.”

Merve Dizdar, Cannes Film Festivali En İyi Kadın Oyuncu. 

“NBC”nin son filmi “Kuru Otlar Üstüne” ile bir kadın oyuncu, son yılların “aynılar cehennemi”nde üstelik çok farklı ve yeteneğiyle sivrilen bir oyuncu ve de Cannes’da ilk kez bir kadın oyuncumuz, çıkıp hak ettiği ödülü aldı. Muhteşem bir şeydi bu, hâlâ son haftaların en güzel olayı. Ödülü alırken çok şaşkın ve çok güzeldi. Zaten kelimenin uylaşımsal olmayan en “vahşi” yanlarıyla gerçekten güzel bir kadın. Kendinden bir parça bile koymadığı, ülkeden, kadınların ortak sorunları ve mücadelesinden, herkes için “yarın”dan bahsettiği bir konuşma yaptı tam da seçim arifesinde. Konuşmasını kısmen de kağıttan okudu ve bence bu da çok doğruydu Elbisesini de çekiştirdi, sesi de titredi ki o dünyanın en prestijli sahnesine onuncu kez çıkmıyorsa bunları yapmayan “robot”un münasipliği zerre umurumda olmaz. Şahane bir konuşma yaptı. Hem insan hem de kadın olarak bence her sürçmesi doğal ve güzeldi. Merve elbisesini çekiştirdi ama ülkeyi falan hiç çekiştirmedi. “Kol kırılır yen içinde” demeden, tarihi bir fırsatı, kız kardeşlerine ve mücadeleci tüm ruhlara ses olacak biçimde kullandı. Tüm yandaş ve ülkücü tayfa tarafından “bözö kötö göstöröyör” diye düşman edildi. Yetmedi, her tayfanın daimi erbilmişleri tarafından da “yok şöyle durulur, şu giyilir, efendim şöyle konuşulur” şeklinde eleştirildi çünkü işte maalesef kurucu desenler benziyor. Ortak payda (oranı eşit olmasa da) hem kadın hem de “erkek gözünden icazet almamış, yeterince makbul olmayan” kadın düşmanlığı. Merve bence tamamen hak ettiği bir anda, “biz” denen bir şey varsa, onu olduğumuz ve kendi olduğu en iyi haliyle gösterdi. İyi olan, hak eden, kendi gibi olan herkes ve her şey gibi “uzlaşılanlar dışında da bir yol mümkün, dünya adil bir yer olabilir” hissini verdi. Her şeyden önce “kızkardeş” olarak gurur duyuyorum kendisiyle. Teşekkürler Merve.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.