YAZARLAR

Feminist Barbie’nin gişe hasılatı ve Barbenheimer diyarı

İçinde gerçek anlamda bir aşk hikayesi bile olmayan, neresinden baksan alabildiğine tuhaf ve komik anlarına rağmen yer yer de depresif bir film bu. Ama dünyayı neşeye boğmayı başarmış görünüyor. Bu başarı da, “Barbie”ye dair hiçbir şey de tesadüfi değil.

64 yaşında bir oyuncak bebeğin kurmaca biyografisi, 2023’ün en yüksek gişe hasılatına sahip filmlerinden biri oldu. (İlk Barbie 1959’da üretilmiş ama elbette daima genç, incecik ve ölümsüz olmak fikriyle tasarlanmış.) Üstelik de içine ölüm fikri düşmüş, artık kusursuz olmama endişesi taşıyan “stereotipik Barbie”nin (Margot Robbie) pembe Barbie diyarından çıkıp kendini bulma macerası üzerine kurulu film, bildik, temel mesajlar düzeyinde de olsa “feminist bir manifesto” mahiyetinde. Görece küçük bir izleyici kitlesi filmi bu açıdan sahipleniyor. Filmin gösterimdeki ilk haftasında küresel gişede 500 milyon sınırını geçmesini sağlayan devasa bir izleyici kitlesi içinse 7’den 70’e pembelere bürünüp filmi izlemeye gitmenin eğlencesi her şeyin önünde. Ünlü markalar Barbie koleksiyonlarını satışa çıkarıyor, filmin tepeden tırnağa pembe prodüksiyonundan ötürü dünyada pembe boya kıtlığı çekildiği yollu haberler var. Barbie satışları da dünyanın pek çok yerinde yeniden yükselişe geçmiş durumda. İçinde gerçek anlamda bir aşk hikayesi bile olmayan, neresinden baksan alabildiğine tuhaf ve yer yer de depresif bir film bu. Ama dünyayı neşeye boğmayı başarmış görünüyor.

Bu başarı da, bu filme dair hiçbir şey de tesadüfi değil. Filmin arkasındaki oyuncak devi Mattel firmasının filmde ergen bir erkekler ordusu olarak temsil edilmeyi kabul etmesi de… Filmin eleştirel mesajlarını baştan kabul ederek reji koltuğuna bağımsız filmleriyle bilinen iyi bir kadın yönetmeni (Greta Gerwig) oturtması da… Firmanın çağa adapte olup kendini yenileyebildiği mesajı veriliyor böylece. Hem de, filmin oldukça agresif reklam, tanıtım kampanyalarındaki pembeye bir kapılanın bir daha gözünü alamayacağının, “kasanın her türlü kazanacağının” gayet iyi bilindiğini…

Günümüzün en belirgin yanlarından biri deneyim bolluğunun, deneyim yokluğuna dönüşmesi. Göstermenin yaşantının önüne geçtiği, filmlerin, romanların birbiriyle kapıştırılacak nesnelere dönüştüğü bu giderek daha tüketici hale gelen kültürel çölden şu ana dek pek çok yazımda bahsetmiştim. Hepsi birbiriyle ilişki halinde dev bir sektörler yumağının oluşturduğu tanıtım “gürültüsü”nü filmin kendisinden ayırt etmek neredeyse imkânsız halde, Barbie örneğinde. Bugünün ortalama bir sosyal medya takipçisi mesela, “Barbie” filmini izlemeden çoktan “izlemiş gibi” oldu. Hasılat rekorları kıran bu filme izleyicilerin gitmeye devam etme nedeni de büyük ölçüde bir “yetişme, kusur kalmama” arzusu olacak.

Bu filmle ilgili bir diğer tuhaflık da aynı günde (21 Temmuz) vizyona girmek dışında hiçbir ortak noktaları olmadığı halde, Nolan’ın son filmi “Oppenheimer”la yapay bir rekabetin filmler gösterime girmeden haftalar önce her cepheden kışkırtılıp ortaya “Barbenheimer” diye bir kavramın atılmış olması. (Bunun üstüne Zizek bile yazdı.) Barbie (bence beklendik biçimde) Oppenheimer’ın gişe başarısını ikiye katlasa da bu “tatlı” rekabet her iki filmin de işine yaradı, Nolan filmi de güzel gişe yaptı. Covid-19 sonrası sinemada film izleme deneyiminin büyük darbe aldığı, Hollywood’a dev bir grevin damga vurduğu bugünlerde Barbenheimer diyarındaki hemen herkesin keyfi yerinde diyebiliriz.

Greta Gerwig’in senaryosunu Noah Baumbach’la birlikte yazıp yönetmen koltuğuna oturduğu film, “Truman Show”dan “The Godfather”a başka filmlere de göndermelerle yüklü, metinlararası ve katmanlı bir film gerçekten. Ana teması “ölümsüz olanın insan olma arzusu”. Ki bu da vampirlerden androidlere, insan yapıntısı oyuncaklara (Pinokyo) hatta Frankenstein’a kadar çok yaygın bir temadır. İnsan ölümsüz ve mükemmel olmayı isterken bir yandan da kendi yarattığı kurmaca karakterlere de bir “insan olma arzusu” atfeder. Böylece kusursuz ve/veya ölümsüz olanla özdeşleşmemiz kolaylaşır: Belki de en iyisi sıradan bir ölümlü olmaktır çünkü sonsuzluk yorucu ve korkutucudur…

Filmde de yer alan, Barbie’nin gerçek yaratıcısı Ruth Handler, (Truman gibi) ideal evrendeki bir yırtıktan gerçek dünyaya düşen ve bazı cevaplar arayan Barbie’ye, bebeği tasarlarken kafasındaki ana fikrin “bir sonunun olmaması” olduğunu söylüyor nitekim. Barbie, çoğumuzun çocukluktaki ilk bebeği olan sırma saçlı, koca gözlü mükemmel kız çocuğu imajından değil, “yetişkin kadın”dan yola çıkılarak yaratılmış ilk bebek. Ruth Handler, kızı Barbara Handler'dan esinlenmiş, zaten bebeğin tam adı da Barbara Millicent Roberts. Barbara'nın annesi Ruth, kızının ve arkadaşlarının yetişkin kadın bebeklerle oynamayı normal bebeklerden daha fazla sevdiklerini fark ederek kız çocuklarının eline “gerçek bir kadın” vermek gibi dahiyane bir ticari fikre Mattel’i ikna etmiş.

Sevgili Seda Yılmaz içeriği gibi tasarımıyla da son derece keyifli bir kitap olan “İşte Bu Benim Bedenim”in ilk sayfalarını Barbie biyografisine ayırmış. Devamında pek çok rakip bebek markası ortaya çıksa da Barbie’nin tahtının hiç sarsılmadığını anlatan Seda, yıllar içinde Barbie’nin saç ve ten rengi değişse de popüler bebeğimizin incecik fiziğinden asla ödün vermediğini vurguluyor. Bu yazıyı yazarken buluşup sohbetimizin bir kısmını Barbie’ye ayırdığımız psikiyatr/psikoterapist/yazar arkadaşım Dr. Arzu Erkan da “Barbie’nin en ilginç niteliğinin bir bebek değil “bir kadın” olması olduğunu vurguluyor. Ve gerçek hayatta tam olarak Barbie ölçülerine sahip bir kadının (Seda Yılmaz’ın verilerine göre 100.000’de birden az) o incecik bacaklar, kocaman göğüsler ve kendinden topuklu ayaklarla ayakta durmasının bile pek mümkün olmadığını söylüyor.

Yıllar içinde (filmde de gördüğümüz gibi) siyah Barbie’den hemşire, doktor, pilot Barbie’ye pek çok Barbie üretilmiş. Arzu Erkan, Barbie’nin belki en büyük başarısının tıpkı Apple gibi hem bir statü simgesi olması (her kız çocuk Barbie koleksiyonuna sahip olamaz, Barbie bu yönüyle sınıfsaldır) hem de tıpkı bir akıllı telefon gibi sürekli güncelleme ve yan ürün gerektirmesi olduğunu vurguluyor. “Bizim çocukluğumuzun bebekleri ömür boyu saklanabilecek nesnelerdi, Barbie’yi ise sürekli yenilemek, diğer Barbielere ve yeni aksesuarlara sahip olmak istiyor çocuklar,” diyor Arzu. (Söyleşimizin diğer kısmına, Barbie ve Ken’in hikayesiyle beraber çocuk- oyuncak ilişkisinden bahsedeceğim sonraki yazımda değineceğim.)

Seda Yılmaz’a göre 1992’de konuşan Barbie piyasaya sürüldüğünde ilk söylediği, matematik dersinin çok zor olduğu olmuş. Yani Barbie cidden hiç de masum değil. Filmde isyan eden kız çocuğunun dediği gibi hem dayattığı imkânsız ölçülerle pek çok kadının çocukluktan başlayarak bedenine yabancılaşmasına neden olmuş hem de “kızların matematikle arası iyi değildir” gibi yanlış/çarpık toplumsal cinsiyet yargılarının yılmaz üreticisi… Firmanın günümüzde hayli feminist ve kendini sorgulayan bir filmle ortaya çıkmasını da neresinden baksanız kadın hareketinin gücüne bağlıyız. Endüstri, kendini çağa uyarlama zorunluluğu hissediyor. E biz de “yalan da olsa hoşumuza gidiyor, söyle Barbie” diyoruz. Hiçbir açıdan pespembe olmayan, hala ısrarla eril dünyada bu sorgulamaları yaptırmak da az şey değil, belki de.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.