Fatoş İrwen: İktidarın yok sayma pratiğine birbirimizi yok sayma da eklendi

Sanatçı Fatoş İrwen'le son çalışmalarını konuştuk. İrwen, "Dilinden vurulmuş bu halk derdini her dilde çoğaltıyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Jînda Zekioğlu

DUVAR - Diyarbakır’da 2012 yılındaki Açlık Grevleri eylemleri sırasında gözaltına alınanlar arasında Sanatçı Fatoş İrwen de vardı ve bu nedenle 3 yıl cezaevinde kalacağını bilmiyordu. Zorla zırhlı araca sokularak, cinsel şiddete ve hakarete maruz bırakıldı. İtirafçı ifadeleri nedeniyle cezaevine girdi.

Bu olay öncesinde hayatında, resimleri, şarkıları, büyüdüğü Sur’un sokakları, yitirilmemiş umudu, üretmek istediği işleri vardı. Cezaevini bir süreç olarak değerlendirdi. 1 yıl önce tahliye olur olmaz, içeride ve dışarıda üretilmiş bütün işlerini toparlamaya başladı. Pandeminin etkileri yavaş yavaş kalkarken, sergisini açtı.

Hem kişisel, hem politik tarihini konuştuk İrwen’le. Sanatçının 20 Mayıs’ta açılışı yapılan Olağan Zamanın Dışında sergisini, eş zamanlı olarak Karşı Sanat Çalışmaları ve Tütün Deposu’nda, 27 Haziran’a kadar görebilirsiniz.

Sanatçı Fatoş İrwen

İlk gençlik yıllarınız 80'lerin Diyarbakır'ına denk geliyor. Sur'da büyümüşsünüz. Nasıl bir çocukluk ve gençlik yaşadınız Sur'un sokaklarında?

Sadece ben değil, kuşaklar boyu evimizdi Sur. ‘Evimiz Sur’daydı’ demiyorum dikkat ederseniz evimiz Sur’du. 80’lerin minikleri olarak ilk gençlik yıllarım 90’lara denk geliyor. Politik olarak en sıcak yıllarıydı. Koruma içgüdüsüyle bu politik ortamdan uzak tutulmaya çalışılsanız da her yerimize nüfuz ederek yaşadık her anı. Nüfus sayımlarındaki sokak yasaklarıyla, polisle çatışmanın ortasında bir çocukluk ve gençlik geçirdik. Müzikle yankılanan bir evde annemin şarkılarıyla büyürken, arabesk, TRT’nin Pazar Konserleri, sokaklarımızda canlı Dengbej performanslarıyla, Kürtçe kasetlerin saklandığı yıllardı. Neden yasaklandığının anlamsızlığıyla kıvrandığımız ve bunları korumak için herkesin yöntem geliştirdiği zamanlarda, avlulu evimizde kirpiler, kediler, kuşlar, tavşanlar, fareler, Çin horozları gibi pek çok canlıyla iç içe bir yaşamdı. Son derece kozmopolit bir ortam, Meryem Ana kilisesi ile Lalebey Cami’nin avlusu, harabeler, Sur’un labirent gibi sokakları oyun alanımızdı, o sokakların çocuklarıydık.

Nasıl bir ortamda resim yapmaya başladınız. Resme ilginizi ilk kim fark etti?

Kendimi bildim bileli hayatımda olan şey resim. Büyüklerden arta kalan, serçe parmağımın boyunda bir kurşun kalemle başladım çizmeye. Ailede resim konusunda o kadar yetenekli insanlar var ki bizim için normal yaşamımızın bir parçası yani. Evlerin damları, duvar halıları, deliler zira delilerimiz çoktu, nesneler, evler, mezarlıklar, böcekler, hikayeler, dini meseleler benim ilk resim konularım olmakla beraber aşırı gözlemci ve aynı zamanda hayalperest biri olmam tüm bu konularla birlikte sorularımı çoğaltan ve bu sorularla büyüdükçe hayatla felsefi bir ilişki içine girdiğim ilk başlangıç meselelerimdi.

Kaybolmayı çok severdim. Babaannemin evi benim için sığınaktı, mağaraydı ve herkesi genel olarak ürküten bir mekan olduğu için kimsenin çok uğradığı bir ev değildi. Her sabah şafakta bu eve giderdim ve 5 yaşımdan itibaren kendimi günlerce kapandığım bu ev ilk kendime ve dünyaya dair sorularıma kaynaklık etti. Asma ağacını sular, avluyu yıkar, gövde gövde olgunlaşan üzümleri toplar komşulara dağıtırdım. Ve yıllarca bu mekanla çok özel bir ilişkim olduğu için büyüklerimin deli olduğumu düşünerek tedirgin olduklarını hiç unutmam.

O dönemlerde de herkesin ‘deli’ diye işaret ettiği amcamın anlattığı mitolojik, tarihi hikayeler, sazıyla çalıp söylediği “Huma Kuşu” türküsü, benim hâlâ bu türküye olan hayranlığımın sebebidir. Goya’yı, Leonardo’yu, Michelangelo’yu ilk amcamdan duydum.

'İSTEDİĞİM HERŞEYİ GİZLİ YAPMAK ZORUNDA KALDIM'

Eğitim hayatınız da engebelerle dolu olmuş. Resim okumaya nasıl karar verdiniz?

Büyüdükçe cinsiyetiniz hayatınızın gidişatını da çizmeye başlıyor. Daha hızlı kadın oluyorsunuz hatta erken kadın olmanız için büyük bir çaba da beraberinde başlıyor. Ben 20 nüfuslu bir ailede büyüdüğüm için kadınların da bol olduğu bir ortamdı. Sorularla büyürken kadınlık, erkeklik, cinsiyet, tanrı, din, devlet meseleleri dağ gibi aşılması gereken yaşamın engelleri olarak ergenlik dönemlerime kadar ve sonra devam eden krizlerimin kaynağı oldu. Çocukluğumdan beri para kazanmak için hep çalıştım. Bu süreçte deresim, daima vazgeçmeye karar verdiğim zamanlarda bile dönüp dolaşıp sığındığım sığınak oldu. Bu kadar hayatımda olan sanat için okul okuma fikri bizimkilere tuhaf ve gereksiz gelmişti. Kız meslek lisesi ve hazır giyim okudum. Sonraları bu işten de para kazandım, tasarımlar, dikişler, siparişler vs. istediğim kesinlikle bu değildi. Sınavlara gizli girdim. Zaten büyüdükçe her şeyi gizli yapmak zorunda kalıyordum. Çünkü en büyük engelim bunu gereksiz gören, sanatı bir gelecek vaat etmeyen alan olarak gören ailem oluvermişti o zaman. Fakat zaten daha ufakken bana dayatılan her şeyin tersini yapma inadım amcam sayesinde fazla gelişmişti. Sınavlara gizli çalıştım, iş başvurularımı gizli yaptım, gizli girdim sınava da sevgilisiyle gizli buluşan aşık gibiydim. Velhasıl hem çalışıp hem Güzel Sanatlar okudum.

Gençlik yıllarında kendinizle mücadeleniz devam ederken, bir yandan da toplumsal ve politik mücadele devam ediyordu. Bu ikisi, genç bir ressamı hangi yollara soktu, sanatınızın politik mücadeleden ne denli etkilendiğini düşünüyorsunuz?

Erken büyüyen insanlarız. Politika hayatımızın doğal bir parçası. Bir kadın olarak zorluk ve engellerle doğar doğmaz bilmem kaç-sıfır ekside başlıyorsunuz. Toparlamak çok zor sonrasını. İhtiyaçlar, zorunluluklar tercihlerimiz üzerinde büyük baskı yaratıyor. Sanatla doğal bir ilişkiniz ailede başlasa da siyasi atmosfer ve ihtiyaçlar hem yaşamı hem de mücadelenizi sürekli büyütmek için daha fazla arayışa ve alternatif yaratmaya sürüklüyor. Bir yandan farklı sektörlerde çalışma, diğer yandan sanatsal üretim çabası beraberinde devletin doğrudan ve dolaylı şiddet politikaları içinde bir coğrafya. Bitmeyen OHAL’lerle, kayıplarla, iliklerimize kadar adaletsizliği her konuda deneyimleyerek yaşadık. Bunun yanında kendi geleneksel, feodal aile yapılarımız içerisinde de bu adaletsizlikle, engellerle mücadele etme hali bir kadın olarak politik duruşunuzu belirlerken sanatsal üretimlerimin niteliği konusunda da kendiliğinden belirleyici rol oynuyor. Çok kişisel bir yerden başlarken o kişisellik zaten ortamın toplumsal her bir yapısıyla iç içe ve felsefi bir zemin üzerine inşa etme çabasını taşıdı hep. Sorularım başıma hep bela oldu, bu yüzden çok tokat da yedim. Tüm bunlar sonraki yıllardaki sanatsal üretimlerimde belirleyici oldu.

'ASIL HEDEF MUHALİF VARLIĞIMIZ'

3 yıllık bir cezaevi sürecinin ardından tahliye edildiniz. Bu süreci nasıl yorumluyorsunuz? Sizin başınıza gelmesi şaşırtıcı mıydı?

Türkiye siyaset alanının kendisi başlı başına trajikomik bir alan. O süreçte Türkiye genel siyasi atmosferi iktidar açısından nasıl uygun görülüyorsa o şekilde kararların alındığı, insanların patır patır tutuklandığı, siyasi davaların çoğunun cezaya bağlandığı siyasi soykırım olarak adlandırılabilecek bir süreçti. Gizli tanık ifadeleri ile ‘terörist’ olduğunuz söyleniyor. Bu iddialar gene onların düzenlediği şekilde tutanaklara geçiyor, raporlanıyor ve bu tutanaklar, raporlar sanki suçlamaların kanıtı gibi mahkemede aleyhinize yer alıyor. Yani düşünün birine iftira ediyorsunuz, bu iftirayı yazıya döküp resmiyet kazandırıyorsunuz ve sanki delilmiş gibi mahkeme de bunu ciddiyetle tekrarlıyor, suçluyor. Bu kadar trajikomik. Esas hedef bizim muhalif varlığımız aslında. Bedensel-zihinsel varlığımızı kendisine tehdit olarak gören ve bunu söyleyemeyince de kendince nedenler yaratan bir anlayışla uygulanan şiddet politikaları. Evet zırhlı araç içerisinde polisin hem cinsel, hem fiziki hem de sözlü şiddetini doğrudan yaşadım. Bir yıla yakın yarım yamalak tedavi ve terapi denemelerim oldu, devam etmek istemedim yarım bıraktım. Resim yaptım sadece.

Cezaevi sürecinde neler yaşadınız?

Cezaevi süreci de benim tüm yaşamımı altüst eden bir durum oldu. Aynı zamanda KHK ile işime son verilmesi, maddi para cezaları vb. bir sürü sorunu beraberinde getirdi. Sorunlar sadece tutuklanmayla sınırlı kalmıyor yani.

Türkiye’de ve yaşadığım bölge itibariyle düşününce yaşadıklarım şaşırtıcı değil fakat hiç normal şeyler de değil ve asla normalleştirilemez. Çünkü bu, şiddeti normalleştirmek demek olur. Politik olarak zaten kabul edilebilir bulmuyorum bu durumu.

Diyarbakır Cezaevi OHAL alışkanlıklarının devam ettiği bir cezaevi. Kısıtlamalar, bitmeyen disiplin cezaları, baskılar, açlık grevleri vs. arasında bir sürü kadınla birbirine yoldaşlık etmek, paylaşmak, okumak, üretmekle geçen 3 yıllık bir üretim ve direniş alanı oldu. Cezaevine girmeden önceki gün Diyarbakır Sur’da bir performans gerçekleştirdim. Ve o performansın devamı niteliğinde, işlerle devam ettim. Zaten dışarıdayken de malzeme konusunda kendime sınır koymadığım için cezaevinde bu konuda zorlanmadım hiç. Çünkü zaten bedenimi kullandığım performatif işler üretiyorum yıllardır, bu nedenle şahsen benim için tüm cezaevi süreci 3 yıllık bir performatif direniş ve üretim süreci. Cezaeviyle başlayan bir arayış değil de kısıtlandıkça üretim patlaması yaşayıp kendimi durduramadığım, cezaevi yönetimini, gardiyanları, denetleyici mekanizmaların üretimle, ürettiğim işlerin niteliğiyle krize girdiği bir süreç oldu. Tıpkı 2012 ‘de parmak izlerimi alamamaları karşısında yaşadıkları kriz gibi. İçerde arkadaşlarla yaptığım resim dersleri, 4 kez yaptığım kişisel sergiyle sanatla genel olarak iç içe geçen bir cezaevi mekanında kim tutsak şimdi?” sorusu gülle gibi ortaya düşüyor. İşlerim defalarca kriminalize edildi, bazıları yok edildi, bazılarına el konuldu. Saçlarım, böceklerim, nesnelerim, metinlerim, haftalarca kriminal incelemede kaldı. Sağ olsun arkadaşlarla birlikte hareket ettiğimiz için, avukatlar, ailem sayesinde el koydukları işleri yok edemediler ben tahliye olunca alabildim. Tahliye olmam da zor oldu tabi. Disiplin cezaları, en son aldığım hücre cezası sebebiyle yeni cezaevinin keyfi uygulamaları vs. derken cezam uzadı. Çıktıktan 1 hafta sonra pandemi yasakları başladı. Bu kez daha yalnızdım tabi. Gene çalışarak üstesinden gelmeye çalıştığım yeni bir dönem oldu. Ne arkadaşlarımla, ailemle doya doya hasret giderdim, ne de dışarıda olmanın tadını çıkardım, ne de sağlığımla ilgilendim hiçbiri olmadı maalesef, bu da sadece üretmeye yaradı.

'POLİTİK ORTAMIN BEDENİMDEKİ İZLERİ…'

Olağan Zamanın Dışında isimli çalışma ile yıllar içindeki üretimlerinizi bir sergi ile taçlandırdınız. 27 Haziran'a kadar Depo ve Karşı Sanat'ta eşzamanlı olarak görülebilecek. Adalet ve Merhamet kavramları üzerine yoğunlaştığınız bir tema var. Sizden dinleyelim, Olağan Zamanın Dışında'da neler var?

Olağan Zamanın Dışında iki sergiye de adını veren 2010 tarihli ikili bir çalışmamın dahil olduğu sergiler. Bu çalışma iktidar, beden politikaları, tutulamayan yas, adalet ve zaman kavramlarının iç içe geçtiği, hem politik, hem tarihsel hem güncel bir mesele olan beden politikaları karşısında bir tavrı imliyor. Çalışmaların hepsi çocukluk dönemlerimi de kapsayan tüm yaşamımın politik ortamının bedenimdeki hissiyatlarıyla, beden-mekan hikayeleri, olayları, mahrem yaşamı, zaman, bellek meseleleri üzerinden bilinen anlamda dile gelemeyen, adlandırılamayanın imgelerini oluşturma meselesi. Kadın, coğrafya, ev, mekan, beden, cinsiyet, doğa, tarih, belirsizlik gibi iç içe ve katmanlı fikirlerle örülü, bazen sert, rahatsız edici bazen de akışkan işler birbiriyle ilişki içerisinde bir araya geldi. Bu nedenle ‘Olağan Zamanın Dışında’ ismi iki serginin de içeriğini kapsayan katmanlı bir kavram oldu. Dolayısıyla hem serginin dönemsel ayrımına eşlik eden ara dönemler hem de işlerimin zaman kavramıyla bitmeyen hesabı, zaman kavramının politik bir mesele olarak işlerin bütünüyle iç içe geçmesi belirleyici oldu. Bu iki sergiyi, katmanlı farklı zamansallıkları içeren double seçki olarak nitelendirmek daha doğru. Genel olarak Cezaevi süreci ve önceki dönemler şeklinde çok keskin olmayan bir seçkiyle Ezgi Bakçay ve M. Wenda Koyuncu küratörlüklerinde Tütün Deposu ve Karşı Sanat Çalışmaları şeklinde iki farklı mekanda gerçekleştirdik.

"Bedenin sanatsal bir üretim alanı olarak kullanılması"ndan kastınız nedir, bu süreç cezaevi döneminde mi başladı?

Cezaevi süreciyle başlamadı tabii. Beden tüm iktidarlar için işgal edilmesi gereken yer gibidir. Dini açıdan da tohumun atıldığı topraktır kadın bedeni. Ekin Van’ın çıplak bedeni teşhir edilerek bir toplum bel altından vurulmaya çalışıldı ve o tarihte ‘Ekin Van’ın bedeni bedenimizdir’ dedik halâ öyle. Bedenler araç arkalarından sürüklendi. Ben çocukken mezarı bombalanan bir devrimcinin ölü bedeni neden bir daha yok edilir diye büyüklerime sorular sorduğumda çok küçüktüm ve bunu hafızamdan çıkaramadığım zamanda takılı kaldım. Antigone mitolojisindeki gibi hem tarihsel ve hem güncel bir mesele beden politikaları. Üzerine çok fazla şey söylenebilir tabi. İşte ‘Olağan Zamanın Dışında’ işinin arka planı bunlar. Ve 12 doğum yapmış olan Annemin bedeniyle kurduğu bağ, tamamen yaşadıklarına ve dünyanın hafızası gibi, bir höyük gibi, bir ev, mekan olarak ifade edişi, belki de bunun günlük yaşamımızda kendiliğindenliği üreten biri olarak kendiliğinden üretimimin de bir parçası oldu. Sistem, iktidar, din vb. tüm tahakküm aygıtlarının hedefindedir beden çünkü bellektir ve dolayısıyla başlı başına politik bir alandır. Bu nedenle sergileri Cezaevi çalışmalarıyla sınırlı tutmak beden meselesiyle bu denli örülü cezaevi öncesi üretim sürecime haksızlık olur. Cezaevi inanılmaz bir yoğunlukta deneyimlediğim dönem olsa da öncesi de yoğunluk bakımından farklı değildi. Çocukluğumdan beri biriktirdiğim saçlarım 2000’li yıllardan beri obsesif biçimde kullandığım malzemem oldu, beraberinde bedenim, beden parçalarım, kan, tırnak, tenim sanatımın zemini oldu. Önceki dönem işlerden günümüze kadar işlere yayılan bu süreklilik zaten işlerde görülebilir. Çünkü başlı başına politik bir malzeme benim için ve bu cezaevinde de devam etti doğal olarak. Kadınların da dahil olmasıyla devam eden bir performans süreci açlık grevlerinde dışa aktarıldı. Cezaevinin bedenini arkeolojik kazı gibi kazıyıp 80’li yılların direniş katmanlarına doğru ve o zaman katmanlarını dışarıya çıkardım. Diyarbakır Cezaevinin yıllardır müzeye dönüştürülme çabaları hep yanıtsız bırakılmıştı çünkü. Bu işle 40 yılını doldurarak kapatılan tarihi cezaevinin direniş tarihini somut bir biçimde ortaya koyarak mekanın kendisini dışarı çıkarma pratiğiyle performe ettim. Aynı zamanda yasaklı tarih, yalan üzerine inşa edilmiş eril- resmi tarih anlayışının karşısına yazısız kadın tarihi ve gene Diyarbakır Cezaevi’nin 40 yıllık direniş tarihine atfen 40 metinden oluşturduğum ‘Öteki Tarih’ isimli çalışma serisini ürettim. Bu iki solo sergi kişisel yaşamımın özeti gibi oldu aslında. İki mekanda dijital işler var, performatif fotoğraflar, videolar, enstalasyonlar, resimler, metin işler, nesnelerden oluşan farklı mediumları kullandığım, yoğun çeşitlilikte işlerden oluşan sergiler gerçekleştirdik. Karşı Sanat Çalışmaları’nda cezaevi öncesi dönemlerden seçki, Tütün Deposu’nda da Cezaevi’nde ürettiğim çalışmalar yer alıyor. Bazı çalışmaları iki mekana da yaydık tabi.

Kürt resim sanatı/sanatçıları son dönem bir hayli popüler. Bu kapsamda politik sanat üretimlerini nasıl buluyorsunuz?

Savaşın ve politik çalkantıların olduğu her dönem ve coğrafyada benzer durumlar yaşanıyor. Birileri birilerini cilalayıp sunabilir, dönemin politik atmosferine göre bazı kişiler karpuz seçer gibi sanatçı seçip bunları Kürt coğrafyasından çıkan özneler gibi pazara dahil edip sivriltebilir. Bir tarafı imkanlarla beslerken diğer yandan çok değerli sanatçılar kaybolup gidebilir. Ve sanki bunlar olmuyormuş gibi üreten pek çok sanatçının başarısızlığıymış gibi korkunç manipulatif bir atmosferde tüm sorular ve hakikatler buharlaşabiliyor. Bunların farkında olup üretime paylaşıma devam etmek başlı başına irade gerektiriyor ve tüm bunlar karşısında üretmek direnişin kendisi anlamına gelirken son derece güçlü işler çıkıyor diyebilirim. Savaşa rağmen, istismara açık alan olmasına rağmen beni heyecanlandıran muazzam bir potansiyeli taşıyor bünyesinde. Zamanın akışı içinde taşlar yerine oturuyor oturacak.

'DİLİNDEN VURULMUŞ BU HALK DERDİNİ HER DİLDE ÇOĞALTIYOR'

Kürt sanatçıların üretimlerinin Kürt olmakla ilgisi olması bir toplumsal mecburiyet mi misyon mu? Yoksa derdin dili mi?

Derdin dili olduğunu söyleyebilirim, niteliği ne olursa olsun.Çünkü dilinden vurulmuş bu halk ve bu dili başka başka çoğaltma arzusuyla üretiyor. Diliyle ilgili sorun yaşayan bir toplumun bireyleri, dili yasaklanan, değersizleştirilen hatta yok edilmek istenen bir toplumun dert dili olması da normal değil mi? Böyle bir mecburiyeti hissetmek, sorumlu hissetmek yadırganacak bir şey de değil. Kürdün derdini kendine mesele eden bir Türk çok duyarlı olmakla etiketlenirken bir Kürt neden kendi dilini çoğaltıp anlatmasın? Bunu da demek zaten Yaşamasın! demek. Bu tam da egemen iktidar dili.

Peki bu bağlamda “Kürtlükten ekmek yeme” eleştirisine ne diyorsunuz? Dertten ekmek yenir mi?

Çok kızıyorum bunlara. Dertten ölünür, derdi olan ağır bedeller ödüyor ve ödemiştir. Derdi olanın o ekmeği yemeye fırsatı olmuyor, ortada ekmek filan da olmuyor çoğu zaman. Türkiye’de yaşıyorsanız dünyanın en iyi eserlerini de üretseniz sanki Kürtlük bir avantajmış gibi düşünüldüğü için, ciddi bir manipülasyonla karşı karşıyasınız zaten. Kürtseniz, kadınsanız, egemen erilliğin dışındaysanız cinsiyetiniz fark etmeden bunlarla daima yüz yüzesiniz. Bir taraf “Kürtlükten ekmek yemek” derken diğer taraf da Kürtlüğünüzü sorgulama hadsizliğine kapılırken esas olayı kaçırırlar ve tam da bu noktada muhalif olduğunu iddia etseler de iktidarla aynı çizgide yer alma tehlikesine düşebilirler.

'İKTİDARIN YOK SAYMA PRATİĞİNE, BİRBİRİMİZİ YOK SAYMA EKLENDİ'

Kürt sanatçılar neden hep “yalnız bırakıldıklarını” söylüyorlar? Siz de böyle düşünüyor musunuz? 

Doğru, yalnız bırakılan bu çoğulluk var tabii ki. Genel coğrafyaya da has bir özellik. Bunu inkar etmek halâ bölgede üreten ve pek görünür olamayan sanatçılara haksızlık olur. Ciddi bir üretim potansiyeli ve pratiği var. Bölgede oluşan yeni alternatif oluşumların ortaya çıkması çok önemli, değerli. Yıllardır bilinçli bir görmezden gelme politikası hakim. İktidarın yok sayma pratiğine, birbirini yok sayma pratiği eşlik etti. Mesela savaşın ve politikanın yoğun yaşandığı yerlerden öne çıkarılmış bir sanatçı, kendini biricik hissetmeyi ve bu hissin yarattığı tahakkümü seviyor galiba ve kaybetmek istemiyor. Bir tür iktidar alanı oluşturmak gibi kendi ve kendine yakın olan dışında başka sanatçıların görünür olmasını pek istemiyor. Kadın sanatçı zaten hiç yok tavrıyla taçlandırıyor bunu.

Ayrıca İnsanın yalnızlığını sevmesi gerekiyor. Bu olmazsa hem yaşayamaz hem de üretemez insan. Ve belki yalnızlığı, bir araya gelmek için üretmek, biriktirmek, demlenmek, birbirine akmak için avantaja dönüştürmek gerekiyor. Görünmemeyi bir avantaj olarak düşündüm hep. Hayalet gibi. Tabii ki bir araya gelmeyi, bu mevzularla yüzleşmeyi, tartışmayı politik bir tavır olarak önemsiyorum. Çünkü hem eksik olan şey hem de çok değerli ve iyileştirici olduğunu düşünüyorum.

Güncel politikayı takip edebiliyor musunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz Ortadoğu'nun trafiğini?

Ortadoğu her daim kaynayan kazan. Güncel politikayı midem bulanarak takip etmeye çalışıyorum tabi, ancak bünye kaldırmıyor ve sürekli hastalık olarak geri dönüyor bedene. Sonra çalışmaya vuruyorum kendimi. Siyaset hiçbir dönem bu kadar imkansız olmamıştı ve hiçbir şey bu kadar da şeffaf olmamıştı. Pandemiyle pekiştirilen yeni yönetim anlayışı, 90’ların siyasi ortamlarının sahneleri karşısında nostalji yapıp iç geçiren insanlar. Sosyal medya, iktidar, mafya, çete, çılgınlığına doymayan çılgın taraftarları gündemi belirliyor. Kadın cinayetleri, tecavüz, şiddetin, hırsızlığın, hukuksuzluğun normalleşmesi çürümenin derinleştiğinin göstergesi. Bunun karşısında yükselen feminist çıkışlar, kadın gücüne, dayanışmasına olan güven, inanç umut veren tek dinamik.  Bu sadece Türkiye için değil tüm Ortadoğu ve Dünya için olumlu ve daha da güçlenecek bir hareket ve tek çıkış.

'KÜRT SİYASETİNE TÜRKİYE’DE ALAN KALMADI'

Kürt siyasal hareketinin gidişatı nasıl sizce? Kimlerin dilini, üslûbunu, bakış açısını beğeniyorsunuz?

Tek motivasyon kaynağım Kadın Hareketi ve hâlâ en güçlü dinamik bu. Hem Kürtler için hem de Türkiye halkları için böyle. Feleknas Uca, Gülten Kışanak, Leyla Güven, Figen Yüksekdağ, Hüda Kaya, Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş, Mithat Sancar, Garo Paylan beğendiğim siyasetçilerden bazıları. Çünkü siyaset yapma diline sahip olmak, tartışabilmek, meselelerle yüzleşebilmek çok önemli. Kürt siyasal hareketine tam da bu sebeple Türkiye siyaseti içinde yer kaldığını sanmıyorum şu ortamda zira ortamın hali de feci. Siyasi soykırım yaşandı bu ülkede ve alan kalmadı, birçok siyasetçi cezaevlerinde. Muhalefet yok, dolayısıyla güncel siyasi manzara içinde siyaset anlamını yitirdi.