YAZARLAR

Erdoğan'a niye oy veriyorlar?

Vatandaşların bir partiye veya adaya verdiği destek, daha çok rakip partiye ve adaya yönelik öfke ve nefretinden kaynaklanıyorsa, bu durumda siyasal tercihlerini bir mantıksal zemine oturtmasına gerek kalmıyor. Bu nedenle de objektif kriterlere göre başarısız sayılacak bir iktidar, hak ettiğinin ötesinde seçmen desteğine sahip olabiliyor. İktidarın bu stratejisi sayesinde seçmen erozyonu yavaş gerçekleşiyor ama öte yandan yeni seçmen bulma olasılığını tamamen yok etmiş durumda.

Seçmen eğilimleri ile ilgili çalışmalar yapan araştırmacıların en sık karşılaştıkları sorular partilerin oy oranları ve cumhurbaşkanlığı yarışında muhtemel adaylara yönelik kamuoyu desteğinin hangi seviyede olduğudur.

Yıllardır sürekli bir seçim atmosferinin yaşandığı ülkemizde insanların siyasetle ilgili bazı hususları merak etmesi tabii ki çok normal. Ama özellikle muhalefet seçmenlerinin büyük çoğunluğu AK Parti’nin oy oranının yüzde 30, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik seçmen desteğinin ise yüzde 35 civarında olduğunu duyunca mutlaka ikinci bir soru daha yöneltiyorlar: Nasıl hâlâ bu kadar çok oy alabiliyorlar?

Bu soruyu yöneltenlerin haklı gerekçeleri var. Çünkü hem siyasetçiler hem de siyasetle ilgili yorum yapan uzmanlar, ekonominin içinde bulunduğu durum ile iktidarın oy oranı arasında güçlü bir ilişki olduğu bilgisini yıllardır topluma öğrettiler.

Süleyman Demirel’in "Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur" özdeyişi aslında siyaset biliminin seçmen davranışlarını açıklayan en temel teorilerinden biri olan “rasyonel tercih” kuramına göndermede bulunmaktadır. Bu teoriye göre ekonominin iyi olduğu dönemlerde seçmenler iktidarları ödüllendirmekte, ekonominin sıkıntıya girdiği zamanlarda ise hükümetleri cezalandırmaktadır. Dünyanın demokrasi ile yönetilen birçok ülkesinde ve çok sayıda seçimin verisi incelenerek yapılan araştırmalar ekonomi ile seçmen davranışı arasındaki ilişkiyi net bir biçimde ortaya koymaktadır.

Dolayısıyla AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oy oranlarına inanmak istemeyen seçmenler aslında ülkede ekonomi bu kadar kötü durumdayken ve seçmenlerin çok büyük çoğunluğu ekonomik sorunlardan şikayetçiyken, bu kadar çok seçmenin iktidara yeniden oy verecek olmasına şaşırıyor. Bunun nasıl olabileceğini anlamakta doğal olarak zorlanıyorlar.

İşin doğrusu bu soruyu yanıtlamak siyaset konusunda uzman kişiler için bile o kadar kolay değil. Bunun için söz konusu problematiği çeşitli boyutlarıyla inceleyen çok sayıda çalışmaya ihtiyaç var. Ancak halihazırda da elimizde yorum yapmamıza olanak sağlayan bazı veriler mevcut. Bu verilerin bir kısmını uluslararası literatürden, bir kısmını ise çeşitli dönemlerde ülkemizde gerçekleştirilen araştırmalardan elde ediyoruz.

O halde, seçmenlerin AK Parti’ye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a niye oy vermeye devam ettiklerini açıklamaya çalışalım.

1- LİDER FAKTÖRÜ

Sadece bizimki gibi paternalist kültürün aileden şirketlere ve devlet yönetimine kadar toplumsal hayatın her alanına hâkim olduğu toplumlarda değil, bireyselciliğin çok gelişmiş olduğu Batı ülkelerinde de parti liderinin popülaritesinin, çoğu siyasi sistemdeki oy verme davranışı üzerinde oldukça önemli bir etkiye sahip olduğu bilimsel araştırmalarda tespit ediliyor. Üstelik zaman içinde bu etkinin günden güne güçlendiği de gözlemleniyor.

Özellikle popülist partilere oy verilmesinde liderlerin etkisi daha belirginleşiyor. Bir başka değişle, diğer partilere oy veren seçmenlere kıyasla popülist/aşırı sağcı partilere oy veren seçmenler liderden daha fazla etkileniyorlar. Partiye değil, lidere sadakat duyuyorlar.

Bu durum kurulduğu dönemden bu yana AK Parti için de geçerlidir. Gerek seçimler öncesi gerekse de seçimlerden hemen sonra bir araştırmacı olarak gerçekleştirdiğim bütün kamuoyu araştırmalarında lideri nedeniyle en fazla oy verilen parti her zaman AK Parti olmuştur. Bilhassa 2013 yılında yaşanan Gezi Protestoları ve 17-25 Aralık girişimlerinden sonra ortaya çıkan “yedirmeyiz!” tepkisi ile lider kültü daha da güçlenmiştir. Dolayısıyla uzun yıllardır AK Parti seçmeninin çoğunluğu iktidarın performansından bağımsız olarak, lidere sadakat gerekçesi ile oy kullanmaktadır.

2- NEGATİF PARTİZANLIK

Partizanlık, kişinin kendi partisinin söylem, düşünce ve politikalarını çoğunlukla da körü körüne desteklemesi anlamına geliyor. Negatif partizanlık ise kişinin kendi politik konumlanmasını sevilmeyen bir partiye göre şekillendirmesi demektir. Bir diğer ifadeyle, negatif partizanlık bazı seçmenlerin siyasi görüşlerini öncelikle sevmedikleri siyasi partilere karşıtlık üzerinden oluşturma tutumudur.

Başta ABD olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan araştırmalar, negatif partizanlığın köklü demokrasi kültürüne sahip siyasal sistemlerde dahi seçmen davranışı üzerinde güçlü bir rol oynadığını göstermektedir. Öte yandan, negatif partizanlık demokratik istikrarı tehdit edecek kadar halkın demokrasiden memnuniyetini de aşındırmaktadır.

Son birkaç on yılda siyasetteki en önemli eğilimlerden biri, seçmenlerde negatif partizanlığın yükselişi olmuştur. Örneğin; 2012 yılında, Demokratların yüzde 33'ü ve Cumhuriyetçilerin yüzde 43'ü kendilerini karşı partinin başkan adayına "çoğu zaman" veya "hemen hemen her zaman" kızgın olarak tanımlamıştır. 2016 yılına gelindiğinde, Trump'a oldukça kızgın olduğunu söyleyen Demokrat seçmenlerin oranı yüzde 73'e yükselmiştir. Hillary Clinton'a karşı bu düzeyde düşmanlığı olan Cumhuriyetçilerin oranı ise yüzde 66’ya ulaşmıştır.[1]

Artık, muhalefet partisine/adaylarına yönelik düşmanlık ve nefretin seçmenleri sadakatten daha fazla motive ettiği bir dönemden geçiyoruz. Daha açık bir ifadeyle, düşmanlık ve nefret seçmenleri motive eden birincil araç haline geldi.

Abramowitz ve Webster'a göre, 2016'da aslında kendi partilerinin başkan adaylarını da beğenmemekle birlikte, Demokratların ve Cumhuriyetçilerin büyük çoğunluğu, karşı partinin adayını gerçekten küçümsedi ve kendi partilerinin adayını desteklemekten çok muhalefetin adayına karşı oy kullanmak için sandık başına gittiler.

Vatandaşların bir partiye veya adaya verdiği destek, daha çok rakip partiye ve adaya yönelik öfke ve nefretinden kaynaklanıyorsa, bu durumda siyasal tercihlerini bir mantıksal zemine oturtmasına gerek kalmıyor. Bu tür seçmenler rakibi yenmekle veya aşağılamakla psikolojik tatmin sağladıkları için, destekledikleri partinin herhangi bir başarılı performansıyla veya faydalı politikasıyla pek ilgilenmiyorlar. Öncelikli duygu "onlara karşı biz" olunca, negatif partizanlar, muhalefeti ne pahasına olursa olsun yenmeye ve hatta küçük düşürmeye odaklanıyorlar.[2] Bu nedenle de objektif kriterlere göre başarısız sayılacak bir iktidar, hak ettiğinin ötesinde seçmen desteğine sahip olabiliyor.

AK Parti’nin uzun zamandır ısrarla sürdürdüğü ve çoğunlukla muhalefeti şeytanlaştıran siyasi dilinin önemli ölçüde etkili olduğunu kabul etmek gerekiyor. Sokak röportajlarında sıkça rastladığımız, şikayetleri olduğu halde Erdoğan’dan vaz geçmeyeceğini söyleyen ve muhalefeti suçlayan seçmen profili kendiliğinden ortaya çıkmadı. Demokrasilerde görmeye alışkın olmadığımız çapta bir propaganda mekanizmasına (gazeteler, televizyonlar, radyolar, iletişimle ilgili resmî kurumlar, sosyal medya örgütlenmeleri vs.) sahip olan iktidar yeni seçmen kazanma konusunda arzu ettiği başarıyı elde edemedi. Ama seçmenlerinin en azından bir kısmını “öteki”nden duygusal olarak koparabildi.

3- YENİ BİR TARİH VE DİN ANLAYIŞINA DAYALI ENDOKTRİNASYON

AK Parti’yi kuran kadrolar büyük ölçüde Millî Görüş geleneğinden geliyorlardı. Ama o geleneği devam ettirmeye hiç de niyetleri yoktu. Daha kuruluş aşamasında Millî Görüş gömleği çıkarıldı ve özü itibariyle neoliberal değerler üzerinden bir siyasal kimlik oluşturulmaya çalışıldı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu yeni kimliğin uzun zaman iktidarda kalmayı garanti edemeyeceğini “one minute” olayından iki ay sonra gerçekleşen 2009 yerel seçimlerinde tüm dünyayı etkileyen küresel krizin ekonomimiz üzerinde yarattığı olumsuz gelişmeler nedeniyle dokuz puan kaybedince anladı.

O günden sonra “dindar nesil” yetiştirme vizyonu açıkça ifade edildi ve bir yandan birçok yorumcu tarafından “Yeni Osmanlıcılık” olarak nitelendirilen söylem ve politikalara yönelirken, öte yandan da İmam Hatipler, vakıflar, dernekler, tarikatler, TV dizileri ve kamusal figürler haline gelen din adamları eliyle yeni bir din ve dindarlık anlayışı inşa edilmeye başlandı.

Bu politikalar belli ölçüde başarılı da oldu. Kuruluş döneminde AK Parti seçmeni kozmopolit bir yapıya sahipken bugün sadece İslamcı, muhafazakâr ve milliyetçilerden oluşan bir seçmen profiline sahip. Dolayısıyla yukarıdaki iki faktörle de birleştiğinde, bu endoktrinasyondan etkilenen seçmenlerin rasyonel siyasal tercihlerde bulunması zorlaşıyor.

MUHALEFETİN İŞİ ZOR MU?

Buraya kadar anlatılanlardan muhalefetin işinin zor olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. AK Parti’nin stratejisi saldırgan gibi görünse de aslında daha çok defansif davranıyor. Şüphesiz ki Erdoğan’ın hedefi mümkün olduğunca çok insanı dindarlık üzerinden sadık seçmen haline getirmekti. Ancak her siyasal mühendislik çalışması gibi bunun da komplikasyonları ortaya çıktı. Şehirlileşen ve dünyaya entegre olan çok sayıda seçmen bu sürece tepki duyarak AK Parti’yi terk etti. Öte yandan uygulanan sert kutuplaşma politikası muhalefet seçmenlerini olabildiğince iktidardan uzaklaştırdı.

Neticede yüzde 50+1 gereken bir seçim sisteminde iktidar ittifakının ve Erdoğan’ın desteği yüzde 35 civarına kadar geriledi. Evet, bu stratejisi sayesinde seçmen erozyonu yavaş gerçekleşiyor ama öte yandan yeni seçmen bulma olasılığını tamamen yok etmiş durumda. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mevcut stratejisi ile oylarını anayasal limite yükseltmesi mümkün görünmüyor.

Muhalefet açısından bakıldığında ise, çok parçalı olması nedeniyle konforlu bir seçim süreci geçirmeyeceği aşikâr. Ancak muhalefet adayının yüzde 60’ları aşan bir havuzdan yüzde 50+1 alması gerekirken, Erdoğan ise oyunu 15 puan civarında artırmak zorunda.

 

[1] Alan I. Abramowitz,Steven W. Webster; “Negative Partisanship: Why Americans Dislike Parties But Behave Like Rabid Partisans” Advances in Political Psychology, Vol. 39, Issue S1, February 2018

[2] Shanto Iyengar,Masha Krupenkin; “The Strengthening of Partisan Affect” Advances in Political Psychology, Volume39, Issue S1,February 2018


İbrahim Uslu Kimdir?

Dr. İbrahim Uslu, lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü'nde tamamladı. Yüksek lisansını yine aynı üniversitede Sosyal Politika alanında yaptı. Doktora aşamasında Cornell Üniversitesi’nde doktora seminerlerine devam etti. Fakat daha sonra Türkiye’ye dönerek İstanbul Üniversitesi’nde Sosyal Politika anabilim dalında doktora eğitimini tamamladı. İş yaşamına 1988 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde başladı ve 2002 yılına kadar bu fakültede Araştırma Görevlisi ve Öğretim Üyesi olarak çalıştıktan sonra akademiden ayrıldı ve iş yaşamına atıldı. 2002-2004 yılları arasında iletişim danışmanlığı, 2004-2019 arasında ise ANAR Araştırma’nın ortağı ve genel müdürü olarak görev yaptı. Bu süreç boyunca çeşitli ulusal ve uluslararası kuruluşlarla araştırma/strateji geliştirme konularında birlikte çalıştı. Aynı zamanda 15 yıl boyunca AK Parti’nin kurumsal araştırma şirketi ve Strateji Grubu üyesi olarak hizmet sundu. 2019’un Ağustos ayında şirketteki hisselerini devrederek, araştırma alanından ayrıldı. Halen 2015 yılından beri hizmet veren kendine ait bir siyasal danışmanlık şirketinde iş yaşamına devam ediyor. 2020 yılının sonlarından itibaren de CHP’ye iletişim ve strateji konularında danışmanlık hizmeti sunuyor.