Enis Rıza Sakızlı: Güçlü belgesel sineması olmayan bir ülkenin güçlü sineması da olamaz

Yönetmen Enis Rıza Sakızlı ile belgesel sinemayı konuştuk. Sakızlı, "Belgesel sinema, zeminine bilgiyi döşemek zorundadır. O da gerçekliğin bir yansıması olarak" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yönetmen ve yazar Enis Rıza Sakızlı'dan kendisini tanıtmasını istediğimizde “Giritlilik, Galatasaray Lisesi, 68 birbirini tamamlayan olgular hayatımda…” diyerek söze başladı. 1965 yılında tiyatro ve edebiyat (özellikle öykü), 1967’de de sinema serüvenine başlayan yönetmen, 1969 yılında Genç Sinema Hareketi ve Ankara Birlik Sahnesi’ne dâhil olur. “Kendimi geliştirmemin zeminlerini oluşturdular” dediği bu disiplinlerden sonra belgesel film yönetmeye başlayan Enis Rıza, birbirinden değerli işlere imzasını atar.

“Öykü, oyun, ağırlıklı olarak da film vs. ne anlatıyorsam hep bir gerçekliğe ait olma merakı benim için” diyen Enis Rıza Sakızlı’yla, belgesel sinema anlayışını ve belgesel sinemanın bu günlerdeki durumunu konuştuk.

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Sanırım belgesel sinema üzerine farklı algılardan kaynaklı yaklaşımlar söz konusu. Fikir-belgesel arasında uzun bir yol var her şeyden önce. Fikir de benzer bir serüveni içeriyor. Çünkü ‘fikrin’ belgeselcinin hayatına sızması başlı başına ayrı bir hikâye. Bir belgeselin ortaya çıkış süreçlerini anlatmayacağım elbette ama içsel ve öznel bir derinleşmenin arayışı olduğunu kavramak gerekiyor. Hikâyenizin -öykü, oyun, film olarak- kendini ifade biçiminin ve üslubunun da bu arayışın bir parçasını oluşturduğunu eklemeliyim. Evet, bir ağacın dalları gibi… Burada itirazım, belgesel (film) ile hayal gücünün yan yana düşünülmemesine. Tam tersine belgesel filmin fikri, ritim duygusu ve hayal gücüyle birlikte kendini olgunlaştırır. Eğer özellikle bir sanat eseri olarak belgesel filmden söz ediliyorsa, hayal etmenin bir kez daha bu alanın asal hareket noktası olduğunu vurgulamak gerek.

Elbette bütün o çatışmalı yaratıcı izlek, imgesele (fiction) ve başka anlatım biçimlerine emanetler, notlar bırakacaktır. Oradan işte yeni bir inşa başlar. Bundan sonrası da zaman-fermantasyon, hayal kurma ilişkisi içinde, belgesel sinemanın olmazsa olmaz ögeleri üzerinden kendini yapılandırmayı sürdürür. Belgeselciliği hayat tarzına dair bir tutum olarak kabul ediyorsak eğer, süreklilik kavramını yanı başına yazmak gerek. Öyleyse her belgesel bir başka belgesele el verir. Her belgeselci kendi patikasından yürür onlarla birlikte. Hayal kurmadan gerçekliğe yaklaşamazsınız. Burada parantez açıp hayal kurmak ile analitik düşünmek arasındaki ilişkiyi de vurgulamakta yarar var.

Şunu belki de başta söylemek gerekiyordu: Bir belgeselci için fikir, onun, hayat ve dünya ahvali ile kurduğu çatışma içinde zaten kavramsal olarak vardır. Bir belgeselci olarak belli kaygılarla bakıyor, düşünüyorsanız eğer fikrin hikâyeleri hayatın içinde sizi beklemektedirler. Mesele gerçekliğin-insanın anlatım estetiğinin arayışıdır. Çünkü gerçekliğin kendisi değil, estetiğidir dönüştürücü olan.

'KENDİMİZİ ÖZGÜRLÜĞÜNE DÜŞKÜN SOKAK ÇOCUKLARINA BENZETİYORUM'

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Ne üvey evladı? Evlat değiliz. Kendimizi özgürlüğüne düşkün sokak çocuklarına benzetiyorum. İlginçtir, Cumhuriyet birçok sanat dalına yatırım yapmış olmasına rağmen yalnızca belgesel sinema değil, sinemanın bütününe dair bir politikası olmamış. O nedenle zaten çarpık bir tarihten söz ediyoruz Türkiye’de sinema deyince. Sinemanın bu ülkede kurumları olmamış, kahramanları olmuş hep. Ayrıntılara girilirse öyle çok hikâye var ki anlatacak. Doğal olarak böyle bir iklimde belgesel sinema en hafif deyimle hiç anlaşılmamış. İddiamız o ki güçlü belgesel sineması olmayan bir ülkenin özgün, güçlü bir sineması da olamaz.

Dikkat edilirse Belgesel Sinemacılar Birliği’nin kuruluşu 1996-97. Sinema eğitimi veren okullar, belgesel sinema dersleri, belgesel sinema festivalleri, gösteriler, atölyeler, dünya ile kurulan ilişkiler, sinema alanında örgütlenmeler, sinema politikası mücadeleleri -ki bu tarihlerden başlayan bir süreç- ardından 2000’ler sineması ortaya çıktı. Kendi küllerinden... Belgesel sinemacıların böylesi dinamiklerin yaratılmasında önemli bir rol üstlendiğini söylemek abartı olmasa gerek. 2000’lerden sonra ürün veren sinemacıların arka planlarında sanatın, sosyal bilimlerin disiplinlerine sahip oldukları açık. Ve kendi küllerinden doğan bir belgesel sinemacılar kuşağı… Umut verdiğini kabul etmek gerekir. Ne ki bu yolculuğun da özgüveniyle önyargıları, kastları, içe kapanmışlığı, ithal ikameci politikaları, küçük hesapları vb. buzkıran gibi parçalaya parçalaya uzun, meşakkatli sürdüğünü not etmeli.

'SÜHA ARIN, HER ŞEY BİR YANA BELGESEL SİNEMACI OLMA KİMLİĞİNİ BU ALANA ÇAKTI'

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Kısaca ifade etmek gerekirse, belgesel sinemanın ilk yıllardan bu yana kurumları, ilişkileri, örgütlenmeleriyle ve yeni teknolojilerle dünyada kesintisiz bir yol izlediğini düşünüyorum. Türkiye’de ise Manaki Kardeşler (1905) ile başlayan, Nazım Hikmet (1930’lar) ve İstanbul Üniversitesi Film Merkezi (Eyüboğlu, Benk, İpşiroğlu, Albek…) ile bir çıkış yakalayan, ardından da Genç Sinema Hareketi’nin devraldığı kesintili bir geçmişe sahip. Elbette bu arada altmış ortalarından sonra kararlı ve üretken duruşuyla bir belgesel sinemacı Süha Arın var. O, her şey bir yana belgesel sinemacı olma kimliğini bu alana çaktı. Belgesel Sinemacılar Birliği’nin kuruluşu yeni bir ivme oldu ve biraz önce ifade ettiğim gibi bütün bu birikimler üzerinden ortaya çıktı.

Kesintili bir tarih. Ne ki bir yanımızla bu tarihe ve geleneğe yaslanmadan yürünemeyeceğine inanıyorum. Diğer taraftan da Grierson, Vertov, Sinema Gerçek (Jean Rouch, Edgar Morin), Üçüncü Sinema-Genç Sinema ve epik bir çizgi üzerinde yürümeyi önemsiyorum. Parantez açıp belgesel sinema alanı ile bir sanat eseri olarak belgesel film ilişkisini bir kez daha dillendirmeliyim. Çünkü bu noktada kavranışı zor bir durum söz konusu.

'BELGESEL SİNEMA ZEMİNİNE BİLGİYİ DÖŞEMEK ZORUNDADIR'

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

İşte biraz önce ifade etmeye çalıştığım bu. Gezi, doğa, bilim, propaganda, enformatik… Non-fiction filmler ve benzeri. Eğer belgesel sinemanın temel ögelerine -araştırma, etik kaygı gibi- bağlı gerçekleştiriliyorsa, bu örnekler belgesel sinema alanı içinde ele alınmalıdır. Ama ‘bir sanat eseri olarak belgesel filmin’ tanımı, başka bir yerde durur. Bu bağlamda belgesel filmin bir hikâyesi ve duygusu vardır. Ve de yorumu… Bilgi olsa olsa dolayımın, yan okumanın bir parçası olabilir ancak. Çünkü belgesel sinema, zeminine bilgiyi döşemek zorundadır. O da gerçekliğin bir yansıması olarak. Ansiklopedik bilgiyle karıştırılmasın elbette. Estetik meselesi de belgesel filmde hikâyenin kendi estetiğini kurmanın özgünlüğünü taşıyacaktır.

Şunu da dillendirmezsek eksik kalabilir: İlk filmler belge filmlerdi. Yürüyüp geldi bir tarz olarak. Örneğin Genç Sinema böyle tanımlanabilecek çok film gerçekleştirdi. Ne ki sinema eseri, sinema eseridir. Hikâyenizi üslubuyla, tarzıyla anlatırsınız. Onu belgesel olarak ayıran gerçeklikle (gerçekliğin bilgisiyle) ilişkilenme yöntemi ve etik tutumudur.

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Diyebilirim ki hikâyeyle bağlantılı olarak o gerçekliğin niteliği tırnak içinde zaten sorunlu. Sorunlu çünkü sonsuz ve koşut gerçeklikler içinden derinleştikçe ulaşılan noktada belgeselci kendiyle de çarpışabilir. O an öğretilmişlik, önyargılar, beklentiler, hâkim retorik, kavramlar, hafıza, suçsuzluk duygusu, varoluş ferahlığı, uykular… Her şey alt üst olabilir. Bir belgeselci için bu tüm hayatına yayılmış bir tedirginlik hâlidir de üstelik. İnsan-toplum ilişkilerinden arkeolojik buluntulara kadar hep yeniden tanışma, hayal kırıklıkları, ihanete uğramışlık, bilgi ve hafıza boşlukları… Yani yeni baştan tanışma ve öğrenme hâli. Hep aklıma şu öykü gelir: Bir insan (belgeselci), yıllar sonra babasının Nazi subayı -Moskova önlerine giden bir Nazi subayı- olduğunu öğrenir. Ve yıllarca onun yolculuğunun izlerini bulmaya çalışır. Ne yaşar…

Belgeselcinin böylesine kendiyle ve tarihle -zamanla, mekânla, hâkim olgularla- yüzleşmesi, egemenin surları önüne geldiğinde, üzerine kızgın yağların dökülmesi alışıldık bir öykü. Ne ki bu sadece egemenin değil, yanı sıra kazanlara yağ taşıyanlarla da beslenen ideolojik ve fiili bir tepkisellik. O nedenle belgesel sinema(-cı)nın bağımsızlığı, zihninin özgürlüğü, elinin ayağının serbest olması ilk şart. Bu bağlamda ‘bir belgesel film’den çok, belgeselin toplamından da söz etmek doğru olsa gerek. O nedenle belgesel sinemaya koşulsuz destek ideolojik bir tutum olmalı. Dolayısıyla da akıntıya karşı olmak, sizi ister istemez ‘iyi hâl belgesi’nden yoksun bırakabilir.

Politik, tarihsel bir gerçekliği anlatmayabilirsiniz. Kimi zaman tabulara dokunmayan hikâyeleriniz de olabilir. Hatta doksanlarda dünya belgeselcilerinin sloganı olan ‘bir gülün kokusunu anlatma’nın peşinde de olabilirsiniz. Ne ki ‘o ihtimal'(!) belgeseli hep mercek altında tutacaktır.

'ÖZGÜRLEŞME MESELESİNE GELİNCE... DİLİMİZ YANIK, HAYAL KIRIKLIKLARIMIZ VAR'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Sermaye bu alana çoktan girmeye başladı zaten. Kimilerimiz filmlerimizin üretim süreçlerini sermayeyle mesafeli gerçekleştirmekle birlikte, o alanlara doğru üretilen belgesel çalışmaları da mahkûm etmek doğru gelmiyor. Her şeyden önce belgesel sinemaya eli değmemiş ulusal televizyon kanallarımızdan farklı olarak uluslararası düzeydeki küresel sermaye açılımları bir tür nitelik yükselmesinin, var olmanın, sıkışmışlıktan kurtulmanın yollarını da işaret ediyor. Özgürleşme meselesine gelince susayım. Dilimiz yanık, hayal kırıklıklarımız var. Çünkü bu ülkede televizyonlar çoğaldıkça ve çeşitlendikçe belgesel sinema için kendini ifade kanallarının, olanaklarının artacağını tahayyül etmiştik bir zamanlar. Yine de o dönemlerle kıyaslanmayacak şeyler oluyor söz konusu yeni mecralarda. En azından şunu ekleyebilirim. Bağımsız belgeseller bile çevrimiçi ortamda yüz binlerle ifade edilen uluslararası izlenme oranlarına ulaşabiliyor. Göreceğiz. Ne ki özgürlük… Mücadeleyi, örgütlenmeyi ve bağımsız yöntemler geliştirmeyi zorunlu kılıyor.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Ustalarım derken biraz da kastettiğim ölene kadar belgesel çekmiş olmaları. Jean Rouch söylerdi: “Bir belgeselci ayaktayken ölür.” Nitekim kendisini Afrika’da belgesel çekimleri sırasında trafik kazasında uğurladık. Doksanlarını geçmişti. Tıpkı Joris Ivens gibi.

Pandemi sırasında uzun metraj bir belgeselimizi (çekimleri tamamlanmıştı) bitirdik. “Anadolu’nun Kadim Hikâyesi.” Bir başka belgeselimiz (Ebru Şeremetli’nin) “An Kalır”ı da izleyicinin önüne çıkacak hâle geldi. Şimdilerde “Erikler Çiçek Açınca” belgeseli üzerine çalışıyoruz. Üç oyunumuzun Hypathia ve Kent Hareketleri Tiyatro Topluluğu ile provaları devam ediyor. Babil Derneği’mizin de atölye ve konferansları sürüyor.

Bir de elbette parçası olduğum Ayrıntı Yayınları’nın Sinema Dizisi’nin yeni kitapları sıralarını bekliyor.