YAZARLAR

Ekonomik kriz var mı yok mu?

Geleceğe kaçış stratejileri AKP’ye seçim kazandırsa da, birikim/büyüme modeli krizi giderek daha da derinleşmektedir. Bu ise, bir yandan politika yapıcıları 2013 öncesindeki ortodoksiye dönmeye zorlamakta, diğer yandan ise 2013 öncesine dönüş çabaları bizi ‘sıfır noktasına’ yani krizin başlangıç anına götürmektedir. Bu açmaz, Türkiye kapitalizminin krizini tanımlamaktadır. Sorun AKP ile sınırlı değildir, Altılı Masa iktidar olsaydı da aynı sorunla yüzleşmek zorunda kalacaktı.

2023 seçimlerine giderken sıklıkla ‘bu kriz ortamında…’ diye başlayan cümleler duyuyorduk. Genellikle bu cümleler, ekonomik krizin yaratığı zorlukların iktidarı değiştireceğine dair sarsılmaz bir inançla sarf ediliyordu. Süleyman Demirel’e atfedilen, 'Boş tencerenin götüremeyeceği iktidar yoktur' önermesi, muhalefetin zihinsel dünyasını adeta esir almıştı. Siyaset yapmadan, neredeyse otomatik bir iktidar değişiminin mümkün olduğunu ima eden bu varsayım, mayıs sonrasında muhalif kesimlerde büyük bir moral bozukluğu yaratarak çöktü.

Seçim sonrasında hakim anlatı değişti. Bu sefer ‘kriz ortamına rağmen…’ diye başlayan cümleler duymaya başladık. Bu cümleler genellikle bu kriz ortamına rağmen iktidarın yeniden seçim kazanmasını ‘milliyetçiliğin’ yükselişine bağlamak için kuruldu.

Her iki açıklama biçiminin de sorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu sorunun temelinde ise kriz kavramının farklı kullanımları yatıyor. Deyim yerindeyse, ortada bir kriz tanımı enflasyonu var. Bu yazıda kriz tanımları için bir tasnif önereceğim ve krizi hangi bağlamda kullandığımı açıklayacağım. Temel olarak şu görüşü ileri sürüyorum: Türkiye’de dar anlamda bir ekonomik kriz yok, ancak geniş anlamda bir birikim/büyüme modeli krizi var.

KRİZ TANIMLARININ TASNİFİ

Resesyon (ekonomik daralma), depresyon (ekonomik buhran), yapısal kriz, yeniden üretim krizi, ekonomik kriz, finansal kriz, ödemeler dengesi krizi, bankacılık krizi, döviz krizi ya da geçim krizi… Akademik tartışmalarda ya da güncel siyasi ve ekonomik analizlerde sıklıkla bu kriz türlerinden bir ya da birkaçını duyuyoruz. Bu farklı kriz tanımları, farklı soyutlama düzeylerini kullanan kavramlar ve farklı açıklama çerçeveleri nedeniyle mevcut. Örneğin, üretim alanına yoğunlaşan kavramsal açıklamalarla dolaşım alanına yönelen açıklamaların kriz tanımları farklı.

Kriz tanımlarının tasnifi, sadece akademik bir uğraş değil. Güncel ekonomik ve siyasi analizler için de hayati önemde. Zira hangi ekonomik sorunun ne zaman hangi kriz tipine dönüşebileceğini tespit etmek, onun olası siyasi sonuçları hakkında bir fikir edinmemize yardımcı olabilir. Dahası bu tespitlerden hareketle, konjonktüre uygun siyasi stratejiler geliştirilebilir. Kısacası, krizler kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olduğu için krizlere ilişkin gelişkin bir kavramsal repertuarımızın olması gerekiyor. Önemli olan bu kavramsal araçları yerinde kullanmak ve siyasi stratejileri buna göre inşa etmek.

EKONOMİK KRİZ

Ekonomik krizin teknik tanımı, iki çeyrek üst üste (en az altı ay boyunca) ekonomik daralmanın yaşanması, yani resesyondur. Bu genellikle dar anlamdaki kriz tanımı olarak değerlendiriliyor. Resesyonun uzun yıllar sürmesi durumu, depresyon ya da iktisadi buhran olarak tanımlanır. Dikkat edilirse burada krizin nedenlerini tartışmıyoruz. Örneğin Marksist kriz analizlerinde görülen kâr oranlarının düşme eğilimi, Keynesyen analizlerde görülen talep yetersizliği ya da sermaye akımlarının birden tersine dönmesini anlatan ‘ani duruş’ gibi bir kavramla yapılan açıklamalar krizlerin nedenlerini vurgulamaktadır.

Dar anlamda tanımlanan ekonomik krizin en önemli yanı, büyümenin durması. Bu ise, yatırımların ve istihdamın gerilemesi ile eşleşiyor. Dolayısıyla resesyon, işsizliğin artması nedeniyle siyasi olarak iktidarlar açısından en önemli risklerin başında geliyor. Örneğin 2023 seçimlerine giderken bir ekonomik kriz yoktu, ancak 2023’ün ikinci yarısında özellikle kredi olanaklarının daraltılması ve faiz artışlarıyla birlikte ekonomik yavaşlamanın etkilerini görmeye başladık. Bunun bir krizle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, önümüzdeki dönemin en önemli ekonomi-politik sorusu olacak. Depresyonlar ise, iktidarlar açısından ölümcüldür. Örneğin 1929 Buhranı, özellikle ABD ve Avrupa’da köklü siyasi ve ekonomik gelişmeleri tetiklemiştir.

BİRİKİM REJİMİ KRİZİ

‘Birikim rejimi krizi', bir süredir yaşadıklarımızı açıklayan daha kullanışlı bir kavram. Soyutlama düzeyi daha yüksek ve ekonomi ile siyaset ayrışmasına dayanmayan bir zeminden hareket ediyor. Fransız Düzenleme Okulu’nun geliştirdiği kavramsal çerçeveden hareketle kullanılıyor. Özü itibariyle istikrarsız olan kapitalist üretim biçiminin çeşitli devlet müdahaleleri ve kurumsal düzenlemelerle istikrarlı hale getirilmeye çalışıldığını açıklamaya yönelen Düzenleme Okulu kuramcılarının ürettiği bazı kavramlar konumuz açısından işlevli olabilir. Örneğin birikim rejimi, ekonomideki uzun dönemli büyüme ve karlılık dinamikleri ile tanımlanıyor.

Bu yaklaşıma göre örneğin Fordist ya da post-Fordist birikim rejimleri mevcut. Bu birikim rejimleri adını belirli bir üretim organizasyonundan alıyor. Ve bu birikim rejimlerinin kendini yeniden üretemediği durumlarda birikim rejimi krizi yaşanıyor. Bu krizler, genellikle ekonomik ve siyasi krizlerin iç içe geçmesiyle oluşan ve uzunca bir sürece yayılan ekonomik ve siyasi altüst oluşlar şeklinde ortaya çıkıyor.

Resesyonları yani daralmaları içeriyor ancak birikim modeli krizi için mutlaka ekonomik daralma olması zorunlu değil. Birikim modeli krizine örnek olarak, erken kapitalistleşmiş ülkeler için refah devletinin krizi, geç kapitalistleşmiş ülkeler için ithal ikameci sanayileşme stratejisinin krizi veriliyor. Ya da son dönemde daha sıklıkla söz edilen neoliberalizmin krizi, yine bu çerçevede değerlendirilebilir.

Ancak Düzenleme Okulu kökenli analizlerin, özellikle çevre ya da yarı-çevre ekonomilerdeki değişimi açıklamak için yetersiz kaldığını ileri süren daha güncel yaklaşımlar mevcut. Gerek ülke içinde ekonomik büyümenin kaynaklarının tespit edilmesi, gerekse ülke ekonomilerinin dünya ekonomisiyle eklemlenme biçimlerinin de analize dahil edilmesi, büyüme modellerinin ekonomi politiği literatüründe daha yaygın bir şekilde ele alınıyor. Dolayısıyla, birikim rejimi analizinin bizim gibi ülkelere uygulanması için bazı kalibrasyonlar gerekiyor. 1970’ler sonrasını post-Fordist birikim rejimi olarak tanımlamak ve analizi orada bırakmak pek açıklayıcı bir çerçeve sunmuyor.

TÜRKİYE’DE KAPİTALİZMİN KRİZİ

Başlıktaki soruya dönerek yazıyı tamamlayayım. Türkiye’de dar anlamdaki tanımlara göre (resesyon ve depresyon) bir ekonomik kriz yok. Türkiye’deki en yakın ekonomik kriz (ekonomik daralma) 2018-2019 döneminde yaşandı. Pandeminin başlangıç yılı hariç, sonrasında ekonomik büyüme güçlü, sermaye karlılıkları rekorlar kırıyor ve istihdam artıyor. Peki dar anlamda krizin olmaması, geçim sıkıntısının daha çok hissedildiği bu dönemle nasıl bağdaşıyor sorusu akla gelebilir. Bunun yanıtı için geniş anlamdaki kriz tanımlarını devreye sokmamız gerekiyor.

Geniş anlamdaki tanımlardan hareket ettiğimizde 2013 sonrasında, borç temelli ve sermaye girişlerine dayalı bağımlı finansallaşma modelinin krizinin Türkiye kapitalizmini şekillendirdiğini tespit edebiliriz. 2013 itibariyle, 1989 sonrasında oluşan ve 2001 sonrasındaki IMF programıyla yerleşikleşen birikim/büyüme modeli tıkanmıştır.

2013 sonrasını şekillendiren, bağımlı finansallaşma değil, onun krizi ve iktidarın bu birikim modeli/rejimi krizine verdiği tepkilerdir. 2013 sonrasında iktidarın ekonomi politikasında gösterdiği zikzaklar, bu birikim modeli/rejimi krizini ötelemek için kullandığı ‘geleceğe kaçış’ stratejilerinin oluşturduğu ad-hoc (önceden tasarlanmamış) politika tepkileri bütünü olarak görülebilir. Bu politika tepkilerinin bütününe bakıldığında ise, alternatif büyüme modellerinin oluşturulmasına doğru utangaç adımları tespit edebiliriz. Bu anlamda önceden tasarlanmamış adımlar bir süre sonra bir stratejiye dönüşmektedir.

Her ne kadar bu geleceğe kaçış stratejileri AKP’ye seçim kazandırsa da, birikim/büyüme modeli krizi giderek daha da derinleşmektedir. Bu ise, bir yandan politika yapıcıları 2013 öncesindeki ortodoksiye dönmeye zorlamakta, diğer yandan ise 2013 öncesine dönüş çabaları bizi ‘sıfır noktasına’ yani krizin başlangıç anına götürmektedir. Bu açmaz, Türkiye kapitalizminin krizini tanımlamaktadır. Sorun AKP ile sınırlı değildir, Altılı Masa iktidar olsaydı da aynı sorunla yüzleşmek zorunda kalacaktı.

Türkiye kapitalizminin krizi ve bundan kaçınmak için oluşturulan ‘geleceğe kaçış’ stratejileri, iktidar blokunda yeniden yapılanmaya neden olmuş ve mevcut otoriter konsolidasyon sürecinin kapısını aralamıştır. Dolayısıyla, birikim modeli krizi ile devlet krizi iç içe geçmiştir.

Dikkat ederseniz, henüz hayat pahalılığı krizine ya da bölüşüm şokuna değinmedim. Haftaya, kriz ve sınıf mücadelesi konusunu ele alırken, reel ücretlerdeki gerilemeyi ve hayat pahalılığını da içerecek şekilde, farklı kriz türlerinin nasıl sonuçlanabildiği üzerinde duracağım.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.