YAZARLAR

Ekmek ille ölmek değildir… Emek, sadece ekmek değildir!

Liberaller, muhafazakârlar filan hep dedi ki, ‘sınıf savaşı bitmiştir.’ Öyleyse bu kadar ölü ne? Hep dediler ki ‘Yeni ekonomide işçi sınıfı yok olmuştur.’ Öyleyse bu kadar ölü işçi kim?

Soylu, Özdağ, İmamoğlu derken, onlar sürekli başka istikamet gösterirken “esas iktidar” sansürlü enflasyonun bile yüzde 70’i bulmasının sıkıntısını pek yaşamadı.
Öyle ya, hanelere düşen hakiki enflasyon yüzde 150’ydi; toptancıda pusuda bekleyen müstakbel tüketici enflasyonu da.

Öyle ya, geçen hafta enflasyonu yine düşüren Sayın Nebati’nin “sünnet çocukları”nı eğlendirmesine bile gerek kalmadı.
Çünkü “kişiler üzerinden gündem”, kendimi de ayrı tutmuyorum, “esas”ı gölgede bırakabiliyor ama tabii ondan da kaçılamıyor.
Tamam, yakalansak bile, esası da çaldırmamak lazım.

“Esas” şudur:
Tüm zorbalıklarıyla, tüm ayrımcılıklarıyla, tüm kayırmalarıyla, tüm ayırmalarıyla, tüm temerküzleri ve tecavüzleriyle, bu düzen içimizden bazılarının üzerine daha çok biniyor, onların üzerine yıkılıyor, onları yıkıp deviriyor.

Devirdiklerinden bazıları, düştükleri yerden kalkamıyor.
Ölü işçiler, ölü çocuklar, ölü kadınlar.

Bu dünyamızda onlardan daha “sahici” bir şey olamaz.
Ekmek peşinde işçi işçi ölmek, çocuk çocuk ölüme sürüklenmek, evinde, sokağında üstelik çoğu zaman en yakınındakilerce kadın kadın öldürülmek.

TUZLA’DAN SONSUZA

Tuhaf bir zamandı, 2007 yazıydı. Eliyle parmağımı sıkarak son nefesini vermişti annem, henüz toprağa girmişti ve ölüm öyle yakınımdayken birden “Tuzla ölümleri”ni fark ettim.
Önce tek tük gibiydi.
Derken, yoğun sipariş sarhoşluğunda, iş güvenliğini ve iş yükü insafını boş veren patronlar, tersanelerde işçi ölümünü patlatıyordu. Bir iki istisna dışında, haber bile olmuyordu.

Sonra arka arkaya Tuzla işçilerini yazmaya başladım. Onlarca yazı.
Derken gazete de manşetten verdi, sendikalar zaten mücadele içindeydi, işçiler ise kendilerine ölüm biçip “kader-fıtrat” diyen düzenin esasında neredeyse taammüden öldürebildiğini görüyordu.

Şu son günlerde Tuzla yeniden kendini hatırlattı. Tabii her yerde görmeniz zor.
10 gün kadar önce bir “kimya fabrikası”nda patlama ve yangın çıktı. Valilik dedi ki, “T.A. ve M.Ö. ve T.T. adlı işçilerimiz maalesef hayatını kaybetmiştir.”
Ölümleri böyle, isimleri öyleydi!
Valilik “işçilerimiz” diyordu, nereden “işçileri” oluyordu, bilmiyorum ama “Patronlarımız” diyen bir düzende “ölü işçi ordusu”nun payına da bu “mülkiyet” çağrıştıran zarafet düşüyordu!

Duvar’da Hazal Ocak “fabrikanın 2021 sonunda mühürlendiği halde çalıştırıldığını” ortaya çıkardı.
Kimileri dedi ki “Neyse ki işçilerin çoğu Cuma namazına gitmişti. Yoksa daha büyük felaket olurdu.”
Aklıma hemen şubatta Güngören’deki bir tekstil atölyesinde, diğer işçiler “namaza gitmişken” çıkan yangında, kilitlendikleri tuvalette boğulup ölen sigortasız mülteci işçiler geldi.
Aklımızdan öyle kolayca çıkıp gidiyorlardı ki! Hele zaten isimsiz “mülteci” ise!

Geçen gün Tuzla bu kez tersanede gazdan zehirlenen 4 işçiyle kendini hatırlattı. Kendini kaybetmiş işçiler, herhalde düşmesinler diye, “kafeste bir hayvan” gibi indiriliyordu yere.
Ürdünlü taşeron şirketin çalıştırdığı “yabancı işçiler”di!

Aklıma bu kez, Tuzla tersanelerinde 100’den fazla işçinin öldüğü o dönemde, inşa edilen geminin filikasını denemek için “konu mankeni-kobay” olarak filikaya konup yukarıdan denize atılan ve üçü boğulan işçiler geldi.
Onlar da çoktan “ölü işçi sınıfı ordusu”na katılmıştı.

Sonra aklıma bu yazdıklarım geldi. “Esas” nedir, unutmayayım diye!

ÖYLEYSE BU NE!

“Liberaller, muhafazakârlar filan hep dedi ki, ‘sınıf savaşı bitmiştir.’
Öyleyse bu kadar ölü ne?
Hep dediler ki ‘Yeni ekonomide işçi sınıfı yok olmuştur.’
Öyleyse bu kadar ölü işçi kim?
Soma’da ‘sınıf savaşı’nın bir ölü ordusu daha yatıyor.
Sadece öldükleri için değil sınıf savaşı…
Devletin, hükümetin, işverenin, bilirkişinin, profesörün, hatta medyanın da kendilerine karşı örgütlü saldırısı yüzünden sınıf savaşı!

Çünkü misal bakan gidiyor, “Patronun madenleri”ni övüyor; “Örnek alınacak niteliklere sahip; işçi güvenliğini ön planda tutuyor” diye.
Çünkü şirket sahibi övünüyor, “40 yıldır en yeni, en yüksek güvenlik standartları ile madencilik standartlarını belirledik” diye.

Çünkü işçiler medyaya reklam-ilan veremiyor, ünlü gazetecilerden eş dost edinemiyor, medya sahibi, holding sahibi olamıyor, çünkü sıvasız hanelerin çocukları sayısız ama parasız oluyor.

Çünkü en önemli üniversitelerden birinin Madencilik Bölümü başı, koca profesör, hem de “bilirkişi” olarak patronun dostu, başkalarını yerin dibine soktuğu bir konferansta bile “Şirketin patronu bir pantolon vermişti, birine vermem için. Kendim giyiyorum” diyecek kadar şirketi üzerine geçirmiş, patrona fakültede neredeyse kürsü kuracak kadar ders verdirmiş ve o yüzden daha can çekişirken onca işçi, ekrandan taşabiliyor, “Karbonmonoksit tatlı bir ölüm” diye.

Çünkü bir tersane işçisi değil, bir tersane patronu iktidar milletvekili, hem de Milli Savunma Komisyonu Başkanı olabiliyor, onca tersane işçisi ile TSK’nın onca ezileninin ölümüne baka baka.

Çünkü tersane patronlarının başkanı “Burası tekstil atölyesi değil, işçiler ölebileceklerini bilmeli” diyebiliyor.

Çünkü tersanesinde işçiler peş peşe ölü yattığı halde, iktidar ve Genelkurmay kendisine askeri ihale sunabiliyor.
Çünkü sivil-askeri iktidar ihale dağıtırken, Karşıyaka’da gencecik askerler çıkarma gemisinin altında ihalesiz ölüyor.

Çünkü Ceylanpınar’da devlet çiftliğinde taşeronla birlikte günde 3-5 TL’ye çalıştırdıkları minicik süt kızları, hamile kadınları kamyon kasasından dereye düşürdükleri halde, hiçbir utanma duygusu taşıyamıyorlar.

Çünkü Bursa’da, “Burası tekstil atölyesi”nde, kaytarmasınlar diye gece mesaisinde kadın işçileri atölyeye kilitleyip 5’ini alevlere terk edebiliyorlar.

Çünkü bir patron, iş aksamasın diye selde yola çıkardığı servis aracında boğulan 8 kadın işçinin ardından “Köpek bile canını kurtarmayı becerdi, bunlar beceremedi” diyebiliyor.

Çünkü sadece iktidar, iktidarlar değil; medya ve bir bütün olarak sermaye de iş katliamlarını gözden kaçırıyor.

Çünkü “Ünlü”, kimi kibirli, kimi tetikçi, kimi refakatçi gazeteciler, bir merak edip de yılda 2 bin işçiyi geçebilen bu ölümlere bakmıyor bile.

Çünkü “muhtelif muhalifler” bile yılda bin, 2 bin işçi ölümünü, Soma dışında bile yılda en az dört, beş Soma kadar felaketi görmüyor, umursamıyor, “sınıf meselesi”nin ne olduğunu çoktan unutmuş, sınıflar yokmuş gibi davranıyor.

Çünkü ulusalcı, kimi cumhuriyetçi, milliyetçi, beyaz sermaye müttefiki “muhaliflik” biçimlerinde de sınıf diye bir şey yok; çünkü olması da mümkün değil!

ALTTAN ALTA

Çünkü sadece kimliklere sarılan muhaliflik biçimlerinde de sınıf, olsa olsa bir “alt-kimlik” statüsüyle alttan alta altta kalıyor!

Bir sınıfın “altta (ve her manada ölü) kalması” zihnimizi kuşatan her şeyle “doğal, olağan” hale geliveriyor; meşrulaştırılıyor, sıradanlaştırılıyor.
Oysa emek sadece ekmek değildir!
Ekmek ille ölmek değildir!


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.