İnuitler çocuklara öfke kontrolünü nasıl öğretiyor?

2016 yılında ölen Briggs, gözlemlerini ilk kitabı olan ‘Never in Anger’da (Asla Öfkelenmemek) aktarmıştı. Ne var ki, ortada yanıtlanması gereken bir soru vardı: İnuit ebeveynleri çocuklarına bu yeteneği nasıl aşılıyorlardı? İnuitler, öfke eğilimli bebeklere nasıl davranır ve onları serinkanlı yetişkinlere dönüştürürdü? İnuit geleneklerinde küçük bir çocuğa bağırmak, onu aşağılamak anlamına geliyor. Sanki bir yetişkin öfke krizi geçiriyor gibi algılanıyor ve Briggs’in aktardığı kadarıyla, temel olarak çocuğun seviyesine inmekle aynı görülüyor.

Google Haberlere Abone ol

Michaeleen Doucleff ve Jane Greenhalgh

1960’lı yıllarda, Harvard Üniversitesi’nden bir lisansüstü öğrencisi, insan öfkesinin doğası hakkında büyük bir keşif yaptı.

Jean Briggs, 34 yaşındayken Kuzey Kutup Dairesi’nin yukarısına geçti ve 17 ay boyunca tundrada yaşadı. Orada yol yoktu, ısıtma sistemi ya da market de yoktu. Kış vakti, ısı, eksi 4-5 santigrat derecenin altına hızla düşebiliyordu.

1970 yılında yazdığı üzere antropolog Briggs, bir İnuit ailesini “kendisini evlat edinmeye” ve “hayatta tutmaya çalışmaya” ikna etti.

O dönem, birçok İnuit ailesinin yaşamı atalarının binlerce yıl boyunca yaşadığı biçimde sürüyordu. Kışın igloolar (buz küplerinden yapılan kulübeler), yaz aylarında çadır kurdular. Diğer genç kızlarınkine benzer bir yaşam tarzına sahip bir film yapımcısı ve dil öğretmeni olan Myna Ishulutak “Yalnızca balık, fok ve karibu* eti gibi hayvanlardan elde edilen yiyeceklerle beslendik,” diyor.

Briggs, kısa süre sonra bu ailelerde dikkat çekici bir şeyler yaşandığını fark etti: Yetişkinler, öfke kontrolü konusunda alışılmadık bir yeteneğe sahipti.

Briggs, Kanada Broadcasting Corp.’a verdiği röportajda, “Kimi zaman bana karşı aşırı derecede öfkelenmelerine rağmen, kızgın bir şekilde davranmadılar.”

Briggs, küçük bir hayâl kırıklığı ya da alınganlık emaresi göstermenin dahi zayıflık ve çocuksuluk olarak değerlendirildiğini gözlemledi.

Örneğin, bir keresinde, biri bir fincan sıcak çayı buzlu igloo zeminine zarar verecek biçimde yere dökmüştü. Kimse istifini bozmadı. Kabahatli kişi “çok kötü” diye söylenerek sakince yeniden çay doldurmaya gitti.

Başka bir olayda, örmesi günler süren bir balık ağı ilk kullanımdan hemen sonra kopmuştu. Hiç kimse öfkeye kapılmadı. Birisi, “birlikte ördük,” dedi sakince.

Buna karşın, Briggs öfkesini denetleyebilmek için ne kadar çok çaba sarf etse de yabani bir çocuk gibiydi. CBC’ye “Davranışlarım çok daha kaba, anlayışsız ve gayet iticiydi,” diyor. “Genellikle antisosyal bir biçimde, içgüdüsel davranıyordum. Küsüyor, ani çıkışlar yapıyor veya asla yapmadıkları bir şeyler yapıyordum.”

2016 yılında ölen Briggs, gözlemlerini ilk kitabı olan ‘Never in Anger’ (Asla Öfkelenmemek) adlı kitabında aktarmıştı. Ne var ki ortada yanıtlanması gereken bir soru vardı: İnuit ebeveynleri çocuklarına bu yeteneği nasıl aşılıyorlardı? İnuitler, öfke eğilimli bebeklere nasıl davranır ve onları serinkanlı yetişkinlere dönüştürürdü?

Sonraları, 1971’de Briggs bir ipucu buldu.

Kuzey Kutbu’ndaki taşlık bir plajda dolaşırken, yürümeye yeni başlamış yaklaşık iki yaşındaki oğluyla oynayan genç bir anne gördü. Briggs’in hatırladığı kadarıyla, anne eline bir çakıl taşı aldı ve “Bana vur! Hadi! Daha sert vur,” dedi oğluna. Çocuk taşı annesine attı ve annesi “ahh, çok acıttı!” diye bağırdı.

Briggs tam anlamıyla şaşkına dönmüştü. Anne, çocuğa, ebeveynlerin isteyeceği şeyin tam tersini öğretiyor gibi görünüyordu. Kadının davranışları, Briggs’in İnuit kültürüne dair bildiği her şeye tezat görünüyordu.

Briggs, radyo röportajında “Burada neler oluyor diye düşündüm,” diyor.

“Anne, çocuğuna öfkesini nasıl kontrol edeceğini öğretmek amacıyla etkili bir ebeveynlik aracı kullanıyordu ve bu, karşılaştığım en ilgi çekici ebeveynlik stratejilerinden biriydi.”

AZAR YOK, CEZA YOK

Aralık ayı başında, Kanada’nın Kuzey Kutbu bölgesindeki İqaluit’teyim. Saat öğlen 2’de, güneş günlük devrini tamamlıyor. Dışarıda sıcaklık eksi 24 dereceden daha soğuk. Hafif bir kar yağışı var.

Özellikle de çocuklara duygularını kontrol etmeyi öğretmeye dair bir ebeveynlik bilgeliği arayışı içinde Briggs’in kitabını okuduktan sonra, bu sahil kasabasına geldim. Uçaktan iner inmez veri toplamaya başladım.

Öğlen yemeği vakti yöresel yemeklerini yiyen 80-90 yaşlarındaki ihtiyarlarla birlikte oturuyorum; haşlanmış fok, donmuş beyaz balina ve çiğ karibu eti yiyorlar. Bir lise zanaat fuarında el yapımı deri ceketler satan annelerle konuşuyorum. Daha sonra, gündüzleri çocuk bakıcılığı yapan kişilerin, eğitmenlerden, yüzlerce –belki de binlerce- yıl önce atalarının küçük çocukları nasıl yetiştirdiğini öğrendikleri bir ebeveynlik sınıfına katılıyorum.

Tahtaya gelen annelerin tamamı altın bir kuraldan bahsediyorlar: Küçük çocuklara bağırmayın ve azarlamayın.

Geleneksel İnuit ebeveynlik anlayışı inanılmaz derecede korumacı ve şefkatli. Dünyadaki tüm ebeveynlik tarzlarını alıp bunları nezaket derecesine göre sıralasanız, büyük ihtimalle İnuitlerin yaklaşımı en üst sıralarda yer alır. (Bebekler için, burnunuzu yanağa dokundurarak tenini kokladığınız kendine has bir öpme biçimi bile mevcut.)

Bir radyo yapımcısı olan ve 12 kardeşle büyüyen ve bir anne olan Lisa İpeelie, kültürlerinin, bir çocuğu azarlamayı -hatta kızgın bir ses tonuyla çocuklarla konuşmayı- yakışıksız gördüğünü ifade ediyor. “Küçük yaştaki çocuklara sesinizi yükseltmenin hiçbir yardımı olmuyor,” diyor. “Bu, yalnızca kendi tansiyonunuzu yükseltir.”

Çocuk size vursa ya da ısırsa bile sesinizi yükseltmiyor musunuz?

İpeelie “hayır,” diyor ve sorumun ne denli anlamsız olduğunu vurgulayan biçimde gülerek devam ediyor: “Küçük çocukların sık sık sizi kızdıracak şeyler yaptığını düşünürsünüz ama aslında böyle olmuyor. Bir şey nedeniyle üzülüyorlar ve bunun ne olduğunu bulmanız gerekiyor.”

İnuit geleneklerinde küçük bir çocuğa bağırmak, onu aşağılamak anlamına geliyor. Sanki bir yetişkin öfke krizi geçiriyor gibi algılanıyor ve Briggs’in aktardığı kadarıyla, temel olarak çocuğun seviyesine inmekle aynı görülüyor.

Sohbet ettiğim yaşlılar, geçen yüzyılda yaşanan yoğun kolonileşmenin bu geleneklere zarar verdiğini söylüyor. Ve bu nedenle, topluluk, ebeveynlik anlayışını sağlam tutmak için büyük bir çaba sarf ediyor.

Goota Jaw, bu çabanın ön saflarında yer alıyor. Arktik Koleji’nde ebeveynlik dersi veriyor. Kişisel ebeveynlik yaklaşımı o denli hoşgörülü ki, bir çocuğa yaramazlık nedeniyle tek başına kalma cezası vermeye bile yanaşmıyor.

Jaw “'Ne yaptığını bir düşün bakalım. Derhal odana git!’ diye bağırmak… İşte buna katılmıyorum. Bu, bizim çocuklarımıza bir şeyler öğretme yolumuz değil. Bu yolla (doğru davranış yerine) çocuklara yalnızca kaçmayı öğretiyorsunuz,” diyor.

Klinik psikolog ve yazar Laura Markham “ayrıca onlara öfkelenmeyi öğretiyorsunuz,” diyor. Markham “Bir çocuğa bağırdığımızda veya ‘sinirlenmeye başladım’ gibi bir cümleyle tehdit ettiğimizde, aslında çocuğa bağırma eğitimi veriyoruz,” diyor. “Onları öfkelendiklerinde bağırmaları için eğitiyoruz ve problemleri bağırarak çözüyorlar.”

Diğer yandan, kendi öfkelerini kontrol edebilen ebeveynler, çocuklarının da aynı şeyi öğrenmelerine yardımcı olduklarını söylüyor. “Çocuklar, duygusal denetimi bizlerden öğreniyorlar.”

Markham’a, İnuitlerin bağırmama politikasının, sakin çocuklar yetiştirmenin birincil sırrı olup olmadığını sorduğumdaysa “kesinlikle doğru” diyor.

HİKÂYE ANLATILICILIĞI YÖNTEMİ

Artık bir düzeye kadar tüm anne ve babalar çocuklara bağırmamaları gerektiğini biliyorlar. Şayet kızgın bir ses tonuyla azarlamak ya da konuşmak istemiyorsanız, disiplini nasıl sağlarsınız? Üç yaşındaki çocuğunuzun yola doğru koşmasını nasıl önlersiniz? Yahut abisini yumruklamasını nasıl engellersiniz?

İnuitler, binlerce yıldır ustaca bir çözüm sunan eski bir araca güveniyor: “Disipline etmek için hikâye anlatıcılığını kullanıyoruz,” diyor Jaw.

Jaw, bir çocuğun ahlaki şifreler çözmesini gerektiren çocuk masallarından bahsetmiyor. Bu masallar, o anda çocukların davranışlarını şekillendirmek için tasarlanmış, bir İnuit neslinden diğerine aktarılan sözlü hikâyeler. Kimi zaman hayatlarını bile kurtarıyor.

Mesela, çocuklara kolayca boğulabilecekleri okyanustan uzak durmalarını nasıl öğretirsiniz? Bağırmak yerine, “suya yaklaşma!” diyerek. Jaw, İnuit ebeveynlerinin önleyici bir yaklaşım gösterdiklerini ve çocuklara suyun içinde neler olduğuyla ilgili özel bir hikâye anlattıklarını söylüyor. Jaw, “hikâye, yalnızca küçük çocukları toplamak için sırtında dev bir keseyle gezen bir deniz canavarı hakkında,” diyor.

Jaw, “Bir çocuk suya çok yakın yürürse, canavar onu kesesinin içine koyar, okyanusa doğru sürükler ve başka bir aileye evlat verir,” diyor.

“Bu durumda bir çocuğa bağırmamız gerekmiyor,” diyor Jaw, “zira zaten mesajı alıyor.”

İnuit ebeveynlerin, çocukların da nezaketli davranmayı öğrenmelerine yardımcı olan bir takım hikâyeleri mevcut. Film yapımcısı Myna Ishulutak, örneğin, çocukların ebeveynlerini dinlemelerini sağlamak için kulak kiriyle ilgili bir hikâye anlatıldığını söylüyor.

“Annem kulaklarımızın içine bakardı ve şayet orada çok fazla kulak kiri bulursa, bu, onu dinlemediğimiz anlamına gelirdi,” diyor.

Ishulutak, ebeveynlerin çocuklarına şunu söylediğini ekliyor: “Eğer yiyecek almadan önce ebeveyninize sormazsanız, içinden uzun parmaklar çıkıp sizi yakalayabilir.”

Bunun dışında, çocukların kışın şapka takmayı öğrenmelerine yardımcı olan, kuzey ışıklarıyla ilgili bir hikâyeleri var.

Ishulutak, “Ebeveynlerimiz bize şapka takmadan dışarı çıkarsak, kuzey ışıklarının kafamızı alacağını ve bir futbol topu olarak kullanacağını söylerdi,” diyor. “Eskiden çok korkardık!” diye bağırıyor ve ardından kahkahalarla gülüyor.

İlkin bu hikâyeler bana küçük çocuklar için biraz korkutucu gibi göründü. Ve anlık tepkim bunları ciddiye almamak yönündeydi. Ne var ki, kendi kızımın benzer masallara verdiği tepkiyi gördükten sonra, fikrim 180 derece tersine döndü ve insanlığın hikâye anlatımıyla olan karmaşık ilişkisi hakkında daha fazla şey öğrendim.

Sözlü hikâye anlatımı, ‘insan evrenselliği’ diye bilinen şeydir. On binlerce yıl boyunca, ebeveynlerin çocuklara toplumsal değerleri ve davranış kalıplarını öğretmesinin kilit bir yöntemi olmuştur.

89 farklı kabilenin incelenmesinden ardından yayınlanan yeni bir çalışma, modern avcı-toplayıcı grupların paylaşmayı öğretmek ve hem karşı cinse saygı duymak hem de çatışmalardan kaçınmak için öyküler kullandığını ortaya koyuyor. Araştırma, Filipinler’deki bir avcı-toplayıcı topluluk olan Agta’larda, iyi hikâye anlatma becerisinin avlanma ya da tıbbi bilgilerden daha fazla takdir edildiğini gösteriyor.

Günümüzde birçok Amerikalı ebeveyn, sözlü hikâye anlatımını ekranlara devretmiş durumda. Ve bunu yaparken, kolay ve etkili bir disiplin ve değişim yöntemini ıskalıyor olup olmadığımızı merak ediyorum. Küçük çocuklar hikâyeleri öğrenmek için bir şekilde eğilimli olabilir mi?

Villanova Üniversitesi’nde görevli olan ve küçük çocukların kurguları nasıl yorumladıklarını inceleyen Psikolog Deena Weisberg, “Aslında, çocukların hikâye anlatımı ve izahat yoluyla gayet iyi öğrendiklerini söyleyebilirim,” diyor. “En kolay, bizi ilgilendiren şeyler aracılığıyla öğreniriz. Ve hikâyeler, doğası gereği, çıplak ifadelerin yapamayacağı biçimde, içlerinde daha ilgi çekici birçok şey barındırabilir.”

Weisberg, içinde bir miktar tehlike barındıran hikâyelerin çocukları mıknatıs gibi kendine çektiğini ifade ediyor. Ayrıca, disipline etme gibi gergin bir faaliyeti eğlenceli bir etkileşime dönüştürürler.

Weisberg, “Hikâye anlatıcılığının eğlenceli yönünü azaltmayın,” diyor. “Hikâyeler aracılığıyla, çocuklar gerçek hayatta yaşanmayan şeylere tanık oluyorlar. Çocuklar bunun eğlenceli olduğunu düşünüyor. Yetişkinler de bunu eğlenceli buluyor.”

'NEDEN BANA VURMUYORSUN?'

İqaluit’e geri döndüğümde, Myna Ishulutak kırsal topraklarda geçen çocukluğundan bahsediyor. O ve ailesi, yaklaşık 60 kişiyle birlikte bir av kampında yaşıyordu. Gençliğinde, ailesi bir kasabaya yerleşti.

Kutup kömürüyle fırında pişmiş akşam yemeğini yerken, “Kırsalda yaşamayı çok özlüyorum,” diyor. “Toprak damlı bir evde yaşardık. Sabahları uyandığımızda, yağ lambasını yakana dek her şey donmuş halde olurdu.”

Jean Briggs’in çalışmalarından haberdar olup olmadığını sorduğumda, verdiği yanıt, bana söyleyecek bir şey bırakmıyor.

Ishulutak, çantasına uzanıp Briggs’in ‘Tombul Maata’ adlı 3 yaşındaki bir kızın hayatının detaylarını aktaran ikinci kitabı ‘Inuit Morality Play’i (İnuit Erdem Oyunu) çıkardı.

Ishulutak “Bu kitap ben ve ailem hakkında” diyor. “Tombul Maata benim.”

1970’lerin başlarında, Ishulutak yaklaşık 3 yaşındayken, ailesi altı ay boyunca Briggs’i evlerinde konuk etti ve çocuklarının günlük yaşamının ayrıntılarını incelemesine izin verdi.

Briggs’in belgelediği şey, serinkanlı çocuklar yetiştirmenin temel bir bileşeniydi.

Kamptaki bir çocuk öfke içinde hareket ettiğinde -birine vurduğunda ya da öfke krizi yaşadığında- bir ceza verilmiyordu. Bunun yerine, ebeveynler çocuğun sakinleşmesini bekliyor ve ardından, sakinleştiği bir anda Shakespeare’in çok iyi anlayabileceği bir şey yapıyorlardı: Drama. (Ozanın bir zamanlar yazdığı üzere, “oyun, kralın vicdanına ulaşacağım şeydir.”)

Briggs, 2011’de CBC’ye “Temel fikir, çocuğa, rasyonel düşünce yürütmesine yardım edecek deneyimler sunmak,” diyordu.

Kısacası ebeveyn, çocuğa, davranışlarının gerçek hayattaki sonuçları da dahil olmak üzere, yaramazlık yaptığında neticenin ne olacağını gösteriyor.

Ebeveyn her zaman oyuncu ve eğlenceli bir ses tonu kullanıyor. Alışıldık bir canlandırma performansı, çocuğu yaramazlık yapmaya teşvik eden bir soruyla başlıyor.

Mesela çocuk başkalarına vuruyorsa, anne “Neden bana vurmuyorsun?” diyerek bir canlandırma oyununa başlayabilir.

O durumda çocuğun şunu düşünmesi gerekir: “Ne yapmam gerekiyor?” Çocuk bu yemi yutar ve annesine vurursa, ebeveyn onu azarlamaz ya da bağırmaz, bunun yerine sonuçları gösterir. “Ahh, bu canımı acıttı!” diye bağırabilir.

Anne, takip eden bir soru sorarak sonuçları vurgulamaya devam eder. Örneğin; “Beni sevmiyor musun?” veya “Sen bir bebek misin?” diyebilir. Vurmanın insanların duygularını incittiği ve “büyük çocukların” insanlara vurmayacağı fikrine geçiş yapar. Öte yandan, tüm sorular bir oyun hissi içerisinde sorulur.

Ebeveyn, dramalar sırasında çocuk kendisine vurmayı bırakana ve yanlış davranıştan vazgeçene kadar, dramayı zaman zaman tekrarlar.

Ishulutak, bu dramaların, çocuklara kolayca provoke edilmemeyi öğrettiğini söylüyor. “Size duygusal açıdan güçlü olmak, her şeyi çok ciddiye almamak ya da alay edilmekten korkmamak gibi şeyleri öğretiyor,” diyor.

Illinois Üniversitesi’nden Psikolog Peggy Miller da aynı fikirde: “Henüz küçükken insanların sizi kışkırtacağını öğreniyorsunuz ve bu dramalar size nasıl düşüneceğinizi ve dengenizi koruyacağınızı öğretiyor.”

Farklı bir ifadeyle, dramalar çocuklara, aslında kızgın olmadıkları zamanlarda öfkelerini kontrol etme pratiği yapma şansı veriyor.

Bu uygulama, öfkelerini kontrol etmeyi öğrenen çocuklar açısından gayet mühim. Zira burada öfkeyle ilgili bir husus var: Bir insan öfkeye kapıldığında, bu duyguyu bastırmak yetişkinler için bile pek kolay değildir.

Northeastern Üniversitesi’nde duygusal süreçlerin nasıl işlediğini inceleyen bir psikolog olan Lisa Feldman Barrett, “O anda duygularınızı kontrol etmeye ya da değiştirmeye çalıştığınızda, bu, yapılması gerçekten zor bir şey olabilir,” diyor.

Buna karşın, Feldman Barrett, öfkeli olmadığınız zamanlarda farklı bir tepki ya da duygu pratiği üzerinde çalışırsanız, bu kısacık anlarda öfkenizi yönetme şansınız daha yüksek olacaktır, diyor.

“Bu uygulama, temelde, (öfke dışında) çok daha yumuşak ve farklı bir duygu yaratabilmek için beyninizi yeniden düzenlemenize yardımcı oluyor,” diyor.

Psikolog Markham, bu duygusal pratiğin çocuklar için daha da önemli olabileceğini ifade ediyor; zira çocukların beyinleri hâlâ kendi kendini kontrol etmek için gereken mekanizmaları geliştirme aşamasında oluyor.

“Henüz prefrontal korteksleri** gelişmiş değil. Hâl böyleyken, çocuğumuzun duygularına cevaben gösterdiğimiz davranışlar, onların beyinlerini şekillendirir.”

Markham, İnuit ebeveynler tarafından uygulananlara benzer bir tavır öneriyor. Bir çocuk yaramazlık yaptığında, herkes sakinleşene dek bekleyin. Ardından, uygun bir anda, çocukla birlikte neler olduğunu ele alın. Ona olup bitenlere dair bir hikâye anlatabilir veya bunu gerçekleştirmek için birkaç oyuncak hayvan kullanabilirsiniz.

Markham, “Bu yaklaşımlar kendini kontrol etme becerisini geliştirir,” diyor.

Yanlış davranış hakkında konuşurken iki şeyi yaptığınızdan emin olun, diye ekliyor. İlki, birçok soru sorarak çocuğu konuşmaya dahil edin. Örneğin, çocuğun saldırganlık sorunu varsa, oyuncak gösterisinin ortasında durup “Bobby şu anda vurmak istiyor. Sence yapmalı mı?” diye sorabilirsiniz.

İkincisi, konuşmayı eğlenceli bir şekilde gerçekleştirdiğinizden emin olun. Markham, birçok ebeveynin, oyunu disipline yönelik bir araç olarak kullandığını ifade ediyor. Buna karşın hayâl kurma oyunu, çocuklara uygun davranışları öğretmek için birçok fırsat sunuyor.

“Çocukların işi oyundur,” diyor Markham. “Bu, onların dünyayı anlama ve deneyimlerinden bir şeyler öğrenme yolu.”

Bu gerçek, İnuitlerin yüzlerce, belki de binlerce yıldır bildiği bir şey gibi görünüyor.

* İng. Caribou / Tr. Karibu; Kuzey kutup dairesinde yaşayan bir geyik türü.

** Prefrontal korteks, önemli duyu ve motor sistemlerinin arasındaki geri bildirim döngülerinin ve bağlantılarının yer aldığı beyin bölgesidir.

*** Yazının aslı National Public Radio sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)