YAZARLAR

Düdüğe sıkışan adalet veya derbi hakemsiz oynansın

Fenerbahçelilere sorsanız hakem zaten Galatasaraylı, Galatasaraylılar ise aynı kişinin Fenerli olduğundan emin. Ben de maç sonunda iki tarafın da kendini haklı çıkaracak pozisyonlar bulacağından eminim. Ve açıkçası bundan çok sıkıldım…

Geçen hafta hayatını kaybeden Pelé’nin hakem hikayesini duymuş muydunuz? Formasını giydiği Santos, ev sahibi ülkenin en iyilerinden oluşan karmayla mücadele etmek üzere Kolombiya turnesine çıkar. Maç başlar, hakem ilk yarı sonuna doğru Santos’tan bir oyuncuyu atar. İtiraz eden Pelé de soyunma odasına giderken kırmızı görür. Ancak taraftar hayatında belki de bir kez yakalayacağı Pelé’yi izleme şansını hakeme kaptırmamak için tepki gösterir, olaylar çıkar. Devamında eşi görülmedik bir şey yaşanır. İkinci yarıya başka hakem – aslında yardımcı hakem – çıkar. Pelé ise sahaya dönmüştür.

DÜNYANIN HAKEMLİK DERDİ

Hikâye ünlü yıldızın ulaştığı mertebenin yanında önemli bir şey daha anlatıyor. Top, kale, saha bir yana futbolun iki asli öğesi var: Oyuncular ve taraftar. Geri kalan herkes; yani teknik direktörler, başkanlar, yöneticiler, gazeteciler, yorumcular, hakemler, bu oyunun ikincil unsuru. Olmasalar da olur.

Ama tarih böyle işlemedi. Modernlik biraz da – en azından teoride – eşitlik ve adalet pahasına özgürlüğü vermek demekti. Nasıl ki insanların birbirini boğazlamaması için devlet diye bir kurum uydurduysak, futbolcular birbirini boğazlamasın diye de hakemlik kurumunu yarattık. Oyunda sayıca çok az kural olması ve sürekli yorum ihtiyacı sebebiyle hakem vazgeçilmez bir figüre dönüştü. Bu arada temel bir prensip de çiğnendi. Hakemin – veya devletin – amacı kendisi dışındakilerin hayatını kolaylaştırırken görünmez olmaktı. Yani bir maçta hakem, bir kulüpte başkan, bir ülkede devlet ne kadar az görünüyorsa işler o kadar iyi gidiyor demekti.

Hiçbir yerde öyle olmadı. Ceberrut devleti her gün görüyor, yakından tanıyoruz. Oyunda da para arttıkça galibiyet ile mağlubiyet arasındaki farkın maddi değeri çok büyüdü. Bahis piyasası da önemli rol oynadı. İnsanlar maç sonuçlarına büyük paralar yatırdı, yönetenler zaferlerden büyük paralar kaldırdı. “Önemsiz şeylerin en önemlisi” olarak nitelenen futbolda hakem kararları hiç olmadığı kadar mühim hale geldi.

VAR da gidişata tuz biber ekti. Vaat ettiği adalet aslında bir oyun için fazla abartılıydı. Üstelik grilikler üzerine kurulu futbolda otomatik karar mekanizması tesis etmek en azından şimdiki teknolojiyle mümkün değildi. En sorunlu yanı ise altında yatan düşünceydi: İdeal durumda maçtan sonra adını bile hatırlamamamız gereken hakemi ve VAR’ı zorla gözümüze soktu.

Zamanın ruhu da yardımcı olmadı. İçinde yaşadığımız görünürlük çağında görünmez olmak ne kolay ne de arzulanan bir şey. Hakemler de bu taze popülerliğe tutunarak rol büyütmeyi sevdi. Oyunun odak noktası kaydı; olan futbola oldu. “Teknolojiye karşı durulmaz” diye vaaz verenler şimdi takımları gol atınca sevinmek için üç dakika boyunca Deus Ex Machina’nın kararını bekliyor.

HER DERDE DEVA HAKEM ELEŞTİRİSİ

Dünyadaki trend Türkiye’yi daha da sert vurdu. Burada öne çıkmadan iş yapmak hiçbir zaman makbul olmadı. Öylesini pek istemiyoruz. Neticede hakemlik ülke futbolunun orta yerine yerleşti. “Hakemcilik” çok mümbit: Spekülasyona, aklınıza geleni söylemeye, hayali düşman yaratmaya imkân veriyor. Biraz daha geri çekilip bakınca manzara vahimleşiyor: Mağduriyet konusunda sesi en çok çıkanlar dört büyük kulübün taraftarları; başka bir deyişle, en güçlünün aynı zamanda en mağdur olduğu Yeni Türkiye amentüsü futbol üzerinden yeniden üretiliyor. “Hakem hocası” denen, unvanını nereden nasıl aldığı belli olmayan figürlerin fetvaları da “cemaat ve ulema” boşluğunu kapatıyor. Üstelik futbol herkesin gözü kapalı bildiği bir alan olduğundan daha fazlasını öğrenmeye yeltenmeden her şeyi bilivermenin büyüsüyle yaşayıp gidiyoruz. Kulüpler de kendi hatalarını örtbas etme imkânı verdiği için gidişattan memnun.

Salı günü TFF tarafından – söylenene bakılırsa tek seferlik – yayınlanan, Sivasspor-Galatasaray maçına ait 5 dakika 59 saniyelik VAR kaydıyla ahvalimiz ortaya çıktı. Konu, maçtaki kararın doğru veya yanlış olması değil. Hakemler hata yapar (tabii kuralları bilerek yapsalar daha iyi olur). Ancak lakaytlık, laubalilik, yıllardır yürürlükte olan bir uygulamada hala belli bir dilin ve terminolojinin oturmamış olması, sonunda hasbelkader “öyledir herhalde” kanaatiyle karara varılması umut kırıcı. Belli ki yine esas sorumlular olan federasyon yöneticilerinin – ve onların da amirlerinin – başına bir şey gelmesin diye birkaç hakem kamuoyunun önüne atıldı. Tanrılar kurban istedi, bulundu.

Elbette hakemler de sütten çıkma ak kaşık değil. Öncelikle, birçoğu kurum içi siyasete bulanmış durumda ve gereken yetkinlikten yoksun. İkincisi, içlerinde gerçekten mağdur olanlar bugüne kadar bir kez olsun bireysel veya kolektif olarak çıkıp adamakıllı bir söz etmiş değil. Ne hissettiklerini ve ne düşündüklerini bilmiyoruz. Şu anki kudretsiz, sessiz, pısırık görünümlerinin en büyük sebebi kendileri. Aralarında ciddi haksızlığa uğrayanlar da dahil “kol kırılır yen içinde kalır” gibi ilkel, haksız ve çoğu zaman kabahatli bir tutumun ötesine geçtikleri görülmüyor.

NEREYE BAKACAĞIZ?

Pazar akşamı Türkiye’nin en büyük maçı oynanacak. Hem Fenerbahçe’nin hem de Galatasaray’ın makul seviyede oyunları, bir şekilde kendi kimliklerine uydurdukları hocaları ve fena sayılmayacak kadroları var. Üstelik şampiyonluk yarışında kafa kafaya gidecek gibi görünüyorlar. Sıkı bir maç bekliyorum.

Bu arada hakem de açıklandı: Halil Umut Meler. Takımların ilk 11’inden daha fazla ilgi çeken bu haber sonrası Fenerbahçeliler hakemin Galatasaraylı olduğundan, Galatasaraylılar da Meler’in Fener’i tuttuğundan emin. Ben de maç sonunda iki tarafın da kendini haklı çıkaracak pozisyonlar bulacağından eminim. Ve açık konuşmak gerekirse bundan çok sıkıldım.

Futbolseverlerin önünde birkaç seçenek var: Birincisi, kendi takımları lehine yanlış yapıldığında ses çıkarmayıp, hatta geçmişte rakip lehine yapılmış daha bariz yanlışları hatırlatıp, aleyhte bir hatada yangın çıkararak haklılık hastalığının pençesinde inleyebilirler. İkincisi, her maçın sonunda “algı”, “kumpas”, “operasyon”, “eyyam” gibi anlamı boşlukta süzülen kelimelere tutunarak bugünkü siyasal iktidarın yirmi yılda Türkiye’ye yaptığı en büyük kötülük olan boş popülist söylemi besleyebilirler. Üçüncüsü, etrafı saran bunca kirli figüre, en sıradan taç pozisyonunu beş farklı açıdan gösterip hakemden başka hiçbir şey konuşulmasın diye kendini yırtanlara direnip, takımlarını desteklemenin ve maç sonu skora göre rakibi kızdırmanın zevkine varabilirler.

Pelé’nin 1970 Dünya Kupası’nın kazanan Brezilya Milli Takımı’ndaki hücum partneri Tostao, “Bütün dünyada hakemler toplumdaki sorunların günah keçisi ilan ediliyor” demişti. Belki de hakemliği ve futbolu düzeltmenin yolu, Meler’e veya başka bir isme kabahat bulmaktan ziyade karar alıcı kurumları çürüten ve bu çürümeden maddi manevi kazanç devşirenleri gönderecek bir dil üretmekten ve o zamana kadar olabildiğince sahaya odaklanmaktan geçiyordur.

Adalet hakemin düdüğüne sıkıştırılmayacak, sadece futbolla harcanmayacak kadar ciddi bir kavram ve ülkede görünmeyen adaleti sahada aramak beyhude. Siyasetin futbola nasıl sulandığını, hatta kulüp ve kuruluş başkan ve yöneticilerinin bunu talep ettiğini, aralarında bitmek bilmez bir alışverişin sürdüğünü hepimiz görüyoruz. O yüzden bu alışverişin öznesi olan kendi kulüp yöneticilerinizin safından ayrılıp benzer duyguları paylaştığınız rakip taraftarla ortaklık kurmak iyi bir başlangıç olabilir. Yoksa futbolu da tamamen hakemlere, daha da beteri, onları belirleyenlere kaptıracağız. Halbuki oyun her şeye rağmen bizim ve öyle kalmalı. Aksi durumda daha fazla yaşayamayacak.

Bu yüzden müsaadenizle çocukça bir talepte bulunarak derbinin hakemsiz oynanmasını istiyorum. Kendini bildi bileli top peşinde koşturan, oyunun özüne hakim futbolcuların ve takımına yürekten bağlı, öğretilmiş zoraki tarafgirlikten arınmış samimi taraftarın sağduyusu, neyi hangi hesapla yaptığı belli olmayan yöneticilerin sağlayacağı sahte adaletten aşağı kalmayacaktır. İki takıma da başarılar…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.