YAZARLAR

Dezenformasyona karşı hırbık otu

Onca dezenformasyondan sonra böyle bir “temizleme” operasyonu bizim için elzem görünüyor. Çağımızın saygın düşünürleri medyatik bilgilenmeyi “dışkı kültürü” olarak tanımladığına göre, beyindeki deformasyonun bağırsaklarla bir ilgisi olmalı.

“Geçenlerde bir süre Rusya’da kalmış bir Almanın, eğitim çağındaki gençlerimiz için Avrupa’da yayımladığı bir yazıyı okudum. Şöyle diyor: Rus öğrencisine, şu ana kadar hiç bilmediği yıldızlarla dolu bir gök haritası gösterin. Ertesi gün bunu size, üzerinde düzeltmeler yaparak geri verecektir.”

Dostoyevski’nin (“Karamazov Kardeşler”de) dile getirdiği bu Rusyalı tavrı, bizim seçmen davranışımıza da uyuyor biraz. A parti seçmeni veya B parti seçmeni, fark etmez; her şeyi bildiğimizi ve en iyi de kendimizin bildiğini zannediyoruz.

Bu “epistemik kibir”de, partilerin kimlik siyaseti ve onlarla bu tema üzerinden kurduğumuz duygusal bağın yanında “tek kanallı bilgelenme”nin de büyük payı var.

Seçim günü yaklaştıkça dozunu ve yoğunluğunu artıran, çoğu sosyal medya kaynaklı dezenformasyon, seçmen tabanlarında bu nedenle karşılık bulabiliyor.

Montajlanmış görseller, masa başında üretilmiş anketler, sahte afiş ve broşürler, çarpıtılan demeçler, bağlamından kopartılan sözler, iftiralar, yalanlar, “seçmen tabanı” gibi kitleleşmiş bir topluluk üzerinde, iyi niyetli bir grup okuryazarın düşünceli ve zarif uyarılarından çok daha etkili olabiliyor.

Bugünlerde kendi şahikasına Recep Tayyip Erdoğan'ın hem İstanbul mitinginde hem de dün Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi'nde düzenlenen “Gençlerle Buluşma” programında izlettirdiği montaj video ile erişen bu türden dezenformasyon malzemelerini üretip dolaşıma sokanlar, “seçmen tabanı” denen kitlenin “rasyonel bir kamu” olmadığının gayet de farkındalar.

Medyanın muazzam teknolojik imkânlara sahip olduğu bir çağda herkesin doğru bilgiye sahip olduğundan emin olmak giderek zorlaşıyor.

Modaya uyum gösterip basitçe “post-truth çağı” deyip geçebileceğimiz bir durum değil bu. Post-truth, yani gerçeklerin önemini yitirdiği, inançların ve kişisel önyargıların gerçeklerden daha etkili olduğu bir dönem, günümüze özgü değil.

“Dinleyen gerçeği duymak istemediği, anlatan yalana hazır olduğu zaman, sohbet, sohbet olmaz” diyordu Milattan Önce birinci yüzyılda Cicero.

“Gazete demek, okuyuculara onların istedikleri neviden lâfları satan bir dükkân demektir. Bir kamburlar gazetesi olsaydı, sabah akşam kamburların güzelliğini, iyiliğini, lüzumluluğunu ispat eder dururdu. Gazete artık aydınlatmaya değil kanaatleri pohpohlamaya yarıyor” diye yazıyordu “Sönmüş Hayaller”de Balzac, Milattan Sonra on dokuzuncu yüzyılda.

Genel geçer kanının aksine, “teknik” olanaklar, görüldüğü üzere, Milattan Önce birinci yüzyıldaki, Milattan sonra on douzuncu yüzyıldaki “içerik” sorununu yok etmedi. Çünkü geleneksel medyanın gerçekle ilişkisinin şüpheli oluşu, geleneksel medyanın teknolojik gelişkinlik düzeyinden değil içeriğinin düzenleniş biçiminden ileri geliyordu. Günümüzün muazzam teknik olanaklarında da içeriğin niteliği halen onun düzenleniş biçimine bağlıdır, bunu çok açık biçimde görebiliyoruz.

Aldatıcı “deep fake” videolar, önyargıları ve kabulleri kuvvetlendiren “yankı odaları”, muhakeme ve akıl yürütmeyi durduran “filtre balonları” ve yalan yanlış enformasyonla şişirilmiş güvenilmez bir bilgi ekosistemi, hakikâtin ayan beyan ortada olduğu durumlarda bile onu gizleyebiliyor.

Her şeyin mümkün ve muhtemel olduğu ama ne yazık ki hiçbir şeyin içyüzünün kesin olarak bilinemediği bir dönemdeyiz.

Kanaatlerimiz dediğimiz pek çok şeyin, bizi aydınlatmak şöyle dursun, gerçekliği (o şiddetle ihtiyacını duyduğumuz şeyi) bize büsbütün kapattığını, erişilmez kıldığını üzülerek görmemiz lazım.

Bir seçimle olabilecek bir şey değil bu.

Rabelais’nin, mizah tarihinin başyapıtlarından olan, ünlü “Gargantua”sında geçen bir olay vardır, belki o işimize yarar:

Kral Grandgousier, gelecekte tahtını devredeceği oğlu Gargantua’yı skolastik eğitimin kurallarına göre yetiştirmiş ama bunun herhangi bir yarar sağlaması bir yana, aklı kıt Gargantua gittikçe daha da sersemin teki olmuş, alıklaşıp salaklaşmıştır. Kral, bu işi düzeltmesi için Ponokrates adında ünlü bir filozofu görevlendirir. Rabelais, “Ponokrates, işine gereğince başlamak için” diyor, “o zamanların üstat Theodore adında bilgin bir hekiminden Gargantua’yı daha iyi bir yola sokma olanaklarını araştırmasını rica etti, o da bağırsaklarını hırbık otuyla, üstün hekimlik kurallarınca temizledi, bu müshil beynindeki bütün bozukluğu ve kötü alışkanlıkları sildi süpürdü. Ponokrates bu yoldan ona eski hocalarının bütün öğrettiklerini unutturdu.”

Belki bize de böyle bir “beyin ishali” lâzım; onca dezenformasyondan sonra böyle bir “temizleme” operasyonu elzem görünüyor. Bu yöntem, bütün gerçeküstücü içeriğine rağmen, dile getirmek istediği şeyin geçerliliğinden ötürü, sembolik açıdan doğru bir yöntemdir; çağımızın saygın düşünürleri medyatik bilgilenmeyi “dışkı kültürü” olarak tanımladığına göre, beyindeki deformasyonun bağırsaklarla bir ilgisi olmalı. Lakin, bugün üstat Theodore gibi bilge bir hekimi nereden bulacağız, bütün sorun bu.

İşin şakası bir yana... Yarınki seçim, pek çok yönden olduğu gibi, dezenformasyon ve kara propaganda yönünden de tarihe geçecek bir seçim olacak, etkisini ve sonuçlarını birlikte göreceğiz.

Yazıya Dostoyevski ile başlamıştık... Rus tavrını Dostoyevski’den evvel ifşa eden Gogol, “Ruslar çok düşünerek karar vermek durumunda bulundukları zaman kesin karara hiç düşünmeden varıverirler” demiş (“Ölü Canlar”da).

Yarın gece bir gelsin, bakalım biz kararımızı ne şekilde vermiş olacağız.