YAZARLAR

Daha adil bir Türkiye mümkün

Daha adil bir dünyayı mümkün kılmadan önce daha adil bir Türkiye’ye odaklanmak ülkenin içinde bulunduğu kriz ortamından çıkmasını, politik ve ekonomik kutuplaşmaların daha ılımlı bir toplumsal yapıya evrilmesini, insana yakışır iş ve insanca gelir düzeylerinin yakalanmasını, farklılıkları tanıyan ve içeren bir toplumsal uzlaşı zemininin yeniden inşa edilmesini sağlayabilir. Niyetimiz buysa tabii!

İktidar seçim süreci yaklaştığından beri içinde bulunduğumuz ekonomik krizin etkilerini hafifletmeye yönelik müdahalelere ağırlık vermeye başladı.

Önce öğrencilerin KYK borçlarının faizleri silindi, gerçi birçok öğrenci borçlarını ödemeye gittiklerinde henüz faizlerin silinmediğini görerek bir şok yaşadı.

Yeni yıla tam girerken EYT düzenlemesi müjdelendi, hatta EYT’liler daha yasa çıkmadan SGK kapılarında kuyruklar oluşturdu, bankalar EYT’lilere yönelik prim borcu kredileri düzenlemeye başladı. Ancak EYT yasasından henüz haber yok, yasal düzenlemenin seçim sonrasına kalma olasılığı da fısıltı halinde yayılıyor.

Sözleşmeli ve güvencesiz statülerde çalışan beş yüz bin kamu personeline kadro vaat edildi, ancak sayıları yirmi bine ulaşan 50/d kapsamındaki araştırma görevlileri bunun dışında bırakıldı, dolayısıyla kime neden kadro verildiği, bu kadroların kamu sektöründe hangi ihtiyaçları karşılayacağı belirsiz kaldı. 

Asgari ücretliye yüzde 54 zam yapılırken, memur ve emekliye önce yüzde 25 sonra gerekçesi belli olmayan bir biçimde yüzde 30 zam yapıldı. Ancak yapılan zamlar geçici bir iyileştirme sağlasa da enflasyonun etkisiyle kısa sürede eriyecek düzeyde kaldı. Bu arada AKP MKYK Üyesi Orhan Miroğlu’nun milletvekili emekli maaşıyla geçinemediğini söylemesi, milletvekillerine, emekli milletvekillerine ve yüksek bürokratlara yapılan yüksek zamlar da olayın bir başka boyutu, milletin sırtındaki kambur.

Şimdi de düşük faizli krediyle konut sahibi olma kampanyasıyla bir taraftan artık belli bir doygunluğa ulaşmış inşaat sektörüne bir ivme verildi, diğer yandan yaşam standartları mum gibi eriyen kitlelere umut aşılandı. Oysa emlak piyasasındaki mevcut fiyatlarla kitlelerin alım gücü ve tasarruf oranları bir arada düşünüldüğünde, bu düşük kredili konut satışlarından ancak belli bir birikimi olan ve aylık kredi ödemelerini karşılayabilecek gelir sahibi olanlar yararlanır. Nüfusun yarısından fazlası asgari ücret ve altı gelir düzeyindeyken düşük kredili konut satışı ancak yatırım amaçlı alımlara, yani halihazırda gelir düzeyi görece yüksek kesimlere hitap eder, bu durumun ülkedeki ekonomik eşitsizliğe olumlu etkisinden söz etmek oldukça zordur.

ALINAN KARARLAR KİME YARIYOR, NEYE HİZMET EDİYOR?

Bütün bunlara bakarak iktidarın ekonomik kriz ve yüksek enflasyonla mücadele konusunda hiçbir şey yapmadığını söylemek yanlış olur. Ancak bütün bunlar politika yapıcıların ve karar alıcıların ne yaptığını bildiğini de göstermez. Buradaki temel problem, sihirbazın şapkasından çıkan tavşanlar gibi öne sürülen bütün bu ekonomik müdahalelerin bir iktisadi akla dayanmaması ve toplumsal koşulları dikkate alarak düzenlenmemesi.

Birinci sorun, bu ekonomik müdahaleler için kullanılacak kamu kaynakları neler, nereden elde ediliyor? EYT düzenlemesinin ekonomik maliyeti defalarca gündem oldu, ama kaynak konusunda şeffaf bir açıklama gelmedi. İkinci sorun, asgari ücretliler, emekliler ve kamu çalışanlarına zam yapılması gerekli fakat yetersiz bir müdahale. Bunu tamamlayacak olan verimliliği artıracak ve katma değer yaratarak gelir düzeylerini kalıcı bir biçimde artıracak girişimler, bu tür yapısal dönüşümler için neden bir çaba yok? Buna ek olarak, zamlarla yükselen ücretler dahi açlık ve yoksulluk sınırını aşamıyor, politika yapıcılar nüfusun büyük bir kesimini kapsayan düşük gelir düzeyine yönelik yapısal reformlara neden direnç gösteriyor?

Son bir sorun da iktidarın inşaat saplantısının ülkeyi sürüklediği felaketle ilgili. İktidarın inşaat sevdası basit bir politik seçkinler-ekonomik seçkinler dayanışmasıyla açıklanmaz. Bunu uzmanlaşmaya dayalı bir birikim modeli olarak tanımlamak da oldukça indirgemeci olur. İnşaat sektörü enerji santrallerinden turizm tesislerine, köprü ve yol gibi altyapı yatırımlarından konut inşasına kadar farklı segmentlerde faaliyet yürütüyor. Bu segmentlerin her biri farklı bir sermaye grubu için rant kapısına dönüşüyor. Evet, inşaat sektörü birçok yan sektörü de besliyor ve istihdam yaratıyor, ancak bu durum süreklilik arz etmiyor. Kentsel dönüşüm gibi sözde depremden korunmaya yönelik girişimlerle ve piyasaya kredi pompalayarak konut satışlarına yapay bir talep yaratılıyor, ama toplumun uygun fiyatlı konut talebi görmezden geliniyor. Buraya kadarki kısmı iktisadi aklın eleştirisi, ancak bir başka açıdan baktığımızda ekonomideki inşaat bağımlılığının toplumsal ve çevresel sonuçları da başka felaketlere işaret ediyor. İnşaat sektöründe sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması belli bir zümreye ve onların çıkarlarına hizmet eden bir yaşam alanı inşa ederken özellikle metropollerde yaşayan kitleleri, metropollerin emekçi kesimlerini hem sosyal hem de mekânsal açıdan çepere itiyor marjinalleştiriyor. İnşaat merkezli iktisadi anlayış Anadolu kentlerine ve hatta taşraya da nüfuz ediyor, artık küçük şehirlerde bile bir rezidans, bir AVM, hiç değilse bir güvenlikli site orada yaşayan imtiyazlı kesime servis ediliyor. Böyle olunca hem metropollerde hem de taşrada mekânsal doku ve ona eşlik eden toplumsal ilişkiler parçalanıyor. Bu basitçe “Nerede o eski komşuluklar…” nostaljisi değil, ama bir arada yaşamanın gerektirdiği geleneksel dayanışma pratikleri, iletişim ağları ve birbirine karşı sorumluluk duygusunu da içeren sosyal yapının ortadan kalkması. İnşaata dayalı ekonominin çevresel etkileri de en az toplumsal etkileri kadar dramatik. Metropollerde nüfus yoğunluğunun artması ve kentlerin bir beton yığınına, konutların dikey mezarlara dönmesi en gözle görülür sonuç. Kent nüfusu artarken kırsalın hem sosyal hem de ekonomik olarak gerilemesi, tarım politikalarının zayıflaması, tarımsal ürünlere yönelik sürekli bir talep olmasına rağmen tarım alanlarının inşaatçı hedeflere kurban edilmesi, bugün ekolojik denge, gelecekte ise iklim değişikliğiyle mücadelede karşılaşılacak sorunlara işaret ediyor.

BÖLÜŞÜM ADALETİ BU DEĞİL

Türkiye’de yapısal bir servet eşitsizliği ve gelir eşitsizliği var. Ekonomik kriz ve dizginlenemeyen enflasyon bu eşitsizliği derinleştiriyor. Bu durum kısmen dünya ekonomisindeki gelişmelerin bir sonucu olsa da büyük ölçüde Türkiye ekonomisinde karar alıcıların yapısal dönüşümlere yönelik kalıcı müdahaleler yerine palyatif tedbirlerle günü kurtarmaya çalışmasından kaynaklanıyor. Sorun yalnızca iktidarın ekonomik akıldan yoksun olması değil, muhalefetin de somut hedefleri ve politika araçlarını gündeme taşıyarak baskı yaratma becerisinden yoksun olması. Oysa büyük resim, eldeki verileri ve temel gereksinimleri belirleyerek kalıcı çözümler üretecek bir ekonomik program ortaya koymak için yeterli.

Bölüşüm adaleti en genel anlamıyla toplumdaki refahın ve gelirlerin bireylerin katkısı, emeği ve ihtiyacı göz önüne alarak dağıtılmasını ifade eder. Gelir dağılımında adaleti sağlarken en düşük ve en yüksek gelirli kesimler arasındaki makasın açılmaması, gelir kutuplaşmasının önüne geçer. En düşük gelirli kesime geçimlik ücret verilmesi, bu hanelerin yoksulluğa düşmesine ve başka sosyal güvenlik ağlarına, yardımlaşmaya veya kayıtdışı gelir kapılarına yönelmesine engel olur. Kayıtdışı istihdamın, ücretsiz aile işçiliğinin formelleşmesi, yani sisteme dahil edilmesi hem iş güvencesi hem de gelir güvencesi yaratarak kırılgan haneleri güçlendirir. Bölüşüm adaleti yalnızca çalışmayla bağlı olan gelirler ve bunların tamamlayıcısı olan sosyal haklarla da sınırlı değildir. Bireysel tasarrufların, sermaye birikiminin ve diğer finansal araçların yönetimi ve düzenlenmesi de refahın bölüşümü açısından anlamlıdır. Bu noktada vergi sistemlerinin etkinliği, bireylerin ve şirketlerin finansal kaynakları konusunda hesap verebilirlikleri, örneğin borsa kazançları konusundaki şeffaflık büyük önem taşır. Gelir dağılımı ve refahın paylaşımı dışında kaynak artırımını sağlayacak müdahaleler, yani yatırıma yönelik destekler ve sektörel hedefler de bölüşüm adaleti konusunda orta ve uzun vadeli hedeflerin tutturulmasını destekler. Yalnızca büyük sermayeye değil küçük girişimcilere ve start-up’lara yönelik açılımlar, yalnızca belli sektörlere değil sektörel çeşitliliğe katkı sağlayacak alanlara açılımlar, ülke içindeki talebe yönelik girişimlerin desteklenmesi, bunlara yönelik büyük veri analiziyle izleme faaliyetlerinin yürütülmesi gerekir. Ekonomik faaliyetler hem ölçek hem de faaliyet alanı açısından çeşitlendirildiğinde toplumun farklı kesimlerine ekonomiye katılım olanakları yaratılır. Bu çeşitliliği besleyecek yenilikçi yaklaşımlar ve ar-ge destekleri özellikle geleneksel sektörlerde faaliyet gösteren kesimlerin katma değer potansiyelini artırır.

Özetle, daha adil bir dünyayı mümkün kılmadan önce daha adil bir Türkiye’ye odaklanmak ülkenin içinde bulunduğu kriz ortamından çıkmasını, politik ve ekonomik kutuplaşmaların daha ılımlı bir toplumsal yapıya evrilmesini, insana yakışır iş ve insanca gelir düzeylerinin yakalanmasını, farklılıkları tanıyan ve içeren bir toplumsal uzlaşı zemininin yeniden inşa edilmesini sağlayabilir. Niyetimiz buysa tabii!


Aslıhan Aykaç Kimdir?

İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Burada yazdığı doktora tezi Yeni İşler, Yeni İşçiler adıyla 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan Türkçe olarak yayımlandı. 2007 yılında Middle East Research Competition fonundan yararlanarak yürüttüğü araştırmanın sonuçları Toplum ve Bilim dergisinde “Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısından Sosyal Güvenlik Reformunun Emek Piyasasına Etkisi” başlığıyla yayınlandı. 2014 yılında Fulbright Doktora Sonrası Araştırma Bursunu kazandı ve 2014-15 akademik yılını Rutgers Üniversitesi’nde araştırmacı olarak geçirdi. Bu araştırma 2017 yılında İngiltere’de Routledge yayınlarından Political Economy of Employment Relations: Alternative Theory and Practice adıyla İngilizce olarak yayımlandı. 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Dayanışma Ekonomileri bu araştırmayı temel almaktadır. Makaleleri Toplum ve Bilim, New Perspectives on Turkey, Anatolia gibi dergilerde yayımlandı. Nazilli Basma Fabrikası üzerine yürüttüğü araştırması Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri adıyla 2021 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alıyor. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor.