Cumhuriyet’in yüzyılında çocuklar

Cumhuriyet’in ilk 100 yılında çocuklar ne devlet ne toplum tarafından egemen halkın bir parçası olarak görülmedi…Yetişkinleştiğinde özgürleşecek olan kişiler olarak görüldü.

Fotoğraf: İbrahim Özcan (AA)
Google Haberlere Abone ol

Atike Zeynep Kılıç*

Cumhuriyet, halkın egemenliğine dayalı bir devlet biçimi. Antik Roma Devleti’nden beri kullanılagelen bu kavramın asıl tanımlayıcı sorusu elbette şu: Egemen olduğu kabul edilen halk kim? Bu cumhur, bu topluluk kimlerden oluşuyor?

Bu yazı bağlamında kritik olan soru ise şu: Çocuklar da bu egemen halkın bir parçası mı? Devlet ve toplum çocukları böyle görüyor mu?

Bu soruyu, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihi içinde, çocuklar ile yetişkinler ve devlet arasındaki ilişkiyi, üzerine düşünmeyi kolaylaştıracak bazı sembollerle ele alarak tartışmaya çalışacağım.

MODERN DEVLETİN ÇOCUKLUK KURGUSU

Türkiye Cumhuriyeti’nin henüz kurulmadığı ancak ulusun egemenliğinin vücut bulduğu Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı gün olan 23 Nisan’ın birinci yıldönümünde, bugünün ulusal bayram olarak ilan edilmesine yönelik bir yasa önerisi verilir. Saruhan (Manisa) Milletvekili Refik Şevki Bey önerilerini şöyle savunur:(1)

“Koca bir tarihi canlandırma şerefini, koca bir tarihi yeniden yaşatmak görevini üzerine alan Meclisimiz, bugünü elbette ve elbette değerlendirecek ve kutsallaştıracak ve bunu torunlarına yadigâr bırakacaktır.” 

Böylece 23 Nisan Cumhuriyet’in ilk milli bayramı olur ve ulusun geleceğinin emanet edildiği çocuklara bir yadigâr olarak bırakılır. 23 Nisan Ulusal Bayramı bu ülkenin çocuklarının nesiller boyu ulus egemenliğini ve bunu yaşatmak için sorumluluklarını hatırlamaları için oluşturulmuş Cumhuriyet’in en tanımlayıcı sembollerinden biri haline gelmiştir.

İnsanlar tarih boyunca sahip olduklarını miras olarak “kendi” çocuklarına bıraktılar. Ancak bir ideali, emanet olarak hem de çocuklara bırakmak oldukça modern bir düşünce. Bugün bildiğimiz anlamıyla “çocukluk” Avrupa’da modernleşmenin ve sanayileşmenin bir sonucu olarak 1800’lerin ortalarından itibaren, ekonomik, siyasal ve toplumsal gelişmelere paralel olarak inşa edildi; yani tanımlandı ve düzenlendi. Önce çalışma yasalarındaki düzenlemelerle çocukların işçi olarak “kullanılabilirliği” sınırlandı. Bununla eşzamanlı biçimde, giderek kurumsallaşan ve yaygınlaşan eğitim düzenlemeleri çocukların gündelik yaşam akışlarını yetişkinlerinkinden ayrıştırdı. Tüm günü çevresindeki yetişkinlerle ve “iş üzerinde öğrenme” ile geçen çocuklar kendilerine ayrılmış ama yetişkin kontrolünde olan okullarda, hem bedenlerini hem zihinlerini düzenlemeyi öğrenmeye, hem de modern dünyanın, ilerleme için gerektirdiği bilgi ve becerileri edinmeye başladılar.

Zamanla tıpta, etikte, hukukta, üretimde çocuğa özgü ihtiyaçlar tanımlandı, “çocuk” bir uzmanlığa dönüştü. Geleneksel aileden modern (çekirdek) aileye doğru dönüşümle çocuğun ev içindeki pozisyonu değişti; bu süreçle eşzamanlı yasal ve kurumsal düzenlemelerle devlet giderek daha fazla evin içine girdi ve çocuklar üzerindeki söz hakkı arttı. Geleneksel olarak “baba”da olan bu hak, modern dönemde devlet ile paylaşılır oldu.(2) Ulus devletlerin gelişimiyle paralellik içeren bu modern dönemde çocukların bir ailenin mirasçısı olmaktan öte bir ulusun güvencesi ve geleceği olduğu fikri yerleşti. Bunun için çocukların “yetiştirilmesi”, yani yetişkinliğe hazırlanması gerektiği ve bu sorumluluğun da yetişkinlere -bakım veren herkese ve devlete- ait olduğu siyaseten ve hukuken kabul edildi. Ama daha önemlisi bu, toplumsal algıda kabul gördü.

Bu anlayış bugün de devam ediyor, hem de daha güçlenmiş biçimde. Bugün yaşadığımız dünyada çocukların yetişkinlerden ayrı bir toplumsal grup oluşturduğunu, çocukluğun da asıl olarak yetişkinlerin kurduğu düzene uymayı öğrenme süreci olduğunu söylemek gerekir, istisnaların mümkün olduğunu bilmekle birlikte. Ayrımcılık içeren bir siyasi düzen içinde yaşadığımızı düşünüyorsanız, çocuk ve yetişkin arasındaki ilişkiye de bu gözle bakmanızı öneririm.

HER SİYASİ DÖNEME ‘YENİ’ ÇOCUKLUK

Türkiye’ye geri dönelim. Ulus egemenliğine dayalı modern bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti de modern çocukluk kurgusunu sahiplendi. 23 Nisan’ın 1927’den itibaren “Çocuk Bayramı” olarak kutlanmasının devlet-çocuk ilişkisini sembolik anlamda epey ileriye taşıdığını söylemek mümkün. Bununla birlikte genç Cumhuriyet’in çocuk algısını Osmanlı devletinin “modernleşme” sürecinin önemli aşaması olan II. Meşrutiyet’ten miras aldığını da söylemek gerekir. II. Meşrutiyet’in, toplumu tebaa olmaktan çıkarıp halka dönüştürme çabasında temel unsur Türklük, temel özne çocuklar, temel araç ise eğitimdir. Ömer Seyfettin 1914’te Türklük Mefkûresinde, Türk çocuğunun hiç yorulmadan ulusu için çalışması, bunun için “bedenini (izcilik ile), zihnini (fen ile) ve ruhunu (milli mefkure ile) güçlendirmesi” gerektiğini yazar. Cumhuriyet bu ülküyü devlet sistemine yerleştirir.

Gürbüz Türk Çocuğu Dergisi’nin 1926’daki ilk sayısında Milli Siyasetlerin En Mühimi Çocuk Siyasetidir başlıklı yazıda açıkça ifade edilen çocukların ulusa ait olduğu fikri Cumhuriyet’in ilk 10 yılının en temel düşüncelerindendir: “Ey analar! Ey müstakbel analar! Çocuk yalnız sizin değildir. Türk vatanının kendi malı Türk milletinin kendi varlığıdır.” (3) Cumhuriyetin ilk yıllarında “Çocuk Siyasası”, bu aidiyet ve adanmışlık yaklaşımı ile, yeni cumhuriyetin müstakbel yurttaşlarını bedenen ve fikren yetiştirmek üzere biçimlenir.

Çocuk politikalarını geliştirme sorumluluğunu taşıyan Çocuk Esirgeme Kurumu’nun öncülüğünde çocukların bedensel sağlığını desteklemek, hem nüfus artışını hem de modern çocuk bakımını özendirmek üzere çalışmalar yapılır. “Gürbüz Türk Çocuğu” savaş ve yoklukla geçen yılların sonunda -ve hala devam eden yoksulluk içinde- Yeni Cumhuriyet’in bir başka sembolü olur. 1926-1935 yılları arasında aynı isimle çıkan dergide “Gürbüz Çocuk” yarışmaları düzenlenir. Bu yarışmalar 1928 yılından itibaren 23 Nisan kutlamalarıyla birleşir. Onuncu Yıl Marşı’nda gururla ifade edildiği gibi Türkiye’nin çocuk nüfusu hızla artar. 1935 yılında çocukların da dahil edildiği Cumhuriyet’in ilk sayımında nüfusun yüzde 45’i 18 yaş altıdır. Bu yükseliş 1970’e kadar sürer ve bu tarihte Türkiye’nin çocuk nüfusu (yüzde 48,5) neredeyse yetişkinlerle eşitlenir. Bununla birlikte bu sayısal denklik, toplumsal ve siyasal düzlemde çocuk ve yetişkin arasındaki ilişkinin daha eşitlikçi bir yere evrilmesine yol açmaz. 

Cumhuriyet’in ilk yıllarında çocukların bedenlerinin sağlıklı, sağlam ve dirayetli olması bir öncelik olarak ortaya çıkarken kamusal görevler de beden politikasıyla birleşir. Çocuklara yönelik yayınlarda oğlan çocuklar için askerlik, kız çocuklar için annelik “vatani borç” olarak tanımlanır. Yurttaşlık, devlet ve kişi arasında hak temelli ve karşılıklı bir ilişki değil fedakârlık ve kendini adamayla tanımlanan tek taraflı bir ilişkidir.  Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından yazılan ve ilk kez 23 Nisan 1933 yılında okunan “Andımız” şu mısra ile biter: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun.”

1930’larda Avrupa’da yükselen faşizmin Türkiye’deki yansımalarına hiç girmeden, dönemin ulusal yurttaşlık anlayışının ya da başka bir ifade ile kişisel olarak devletle ve toplumla ilişkilenme halinin adanma ve fedakârlık kavramlarıyla bütünleştiğini söylemek mümkün. Nitekim 1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin(4) 5. maddesi, bugün bir hak belgesinde olmasını yadırgatacak biçimde, “Çocuk, yetenekleri kardeşlerinin hizmetine adanması gerektiği bilinciyle büyütülmelidir.” demektedir.

“Andımız”ın çocuklar, devlet ve toplum ilişkisi söz konusu olduğunda önemli bir sembol olduğu malum. Nitekim 2013 yılında, “Demokratikleşme Paketi”nin bir parçası olarak kaldırıldığında(5) -zaman zaman hala gün yüzüne çıkan- bir siyasi tartışma yaratmıştı. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “Ant uygulamasının cumhuriyetimizle uzaktan yakından ilgisi yoktur.”(6) derken, adanmışlıktan çok devletin “Türklük” ile bağlantısını kesmeye çalışmıştı. “Andımız”, sözleri, 1972 ve 1997 yıllarında sözlerinde yapılan değişiklikler, kaldırılması ve etrafındaki tüm tartışmalar ile, çocukluğun toplumsal bir kurgu olarak nasıl inşa edildiğinin üzerine düşünmeyi kolaylaştıran iyi bir örnek olarak duruyor.

Cumhuriyet tarihi boyunca buna benzer örneklere sıkça rastlamak mümkün. Siyasi ve iktisadi istikrara kavuşamayan, her neslin kendi payına düşen krizleri, mücadeleleri, baskıları yaşadığı bir ülkede, her siyasal iktidarın “kendi” neslini yaratma çabası içinde olduğunu, dolayısıyla sürekli yeniden kurgulanan bir çocukluktan bahsettiğimizi, bu çabanın en güçlü aracının da eğitim sistemi olduğunu söyleyebiliriz.

MİLLİ EĞİTİM: MAKBUL YURTTAŞ YARATMANIN ARACI

Öğrenme, insan dahil tüm canlılar için gelişimi ve hayatta kalmayı destekleyen temel ve doğal bir eylem. Öğrenme, her canlının hem içinde bulunduğu ortamı hem de kendi yapısını tanımasıyla ve bu verili ortamda nasıl var olabileceğini bulmasıyla ilişkili. Bu nedenle deneyime dayanıyor ve düşünme (en basit olarak neden sonuç ilişkisini kurma, çıkarım yapabilme) becerisiyle destekleniyor. Eğitim ise insana özgü ve ne deneyimi ne de düşünme becerisini içermek zorunda değil. Eğitim daha çok toplumun -istenen- koşullarına uyum gösterme ve bunun için bedeni, davranışları ve zihni kontrol edebilme becerisini edinmeyi içeriyor. Ve tabii, ihtiyaç duyulan işgücünü yetiştirmeyi hedefliyor. Eğitim bu nedenle politik ve bu nedenle Türkiye’de sürekli değişen ve her siyasi iktidar tarafından yeniden düzenlenen bir eğitim sistemi -sistemsizliği mi demeli?- ile yaşıyoruz.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında “milli” eğitim yeni devletin ülküsünü yaygınlaştırmak ve en temelde okuma yazma becerisini kazandırmak hedefiyle şekillenir. 1924 tarihli ilk Anayasa, eğitimi bir hak olmaktan çok kamusal sorumluluk olarak görür: “Kadın, erkek bütün Türkler ilk öğretimden geçmek ödevindedirler.” (87. Md) Devletin “iyiliği” için bireysel fedakârlık, adanmışlık beklentisi burada da karşımıza çıkar. Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924), Maarif Kanunu (1926) ve Harf Devrimi (1928) ile, ulusal ve tek tip eğitim sistemi oluşturulur. “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” olma çabası eğitim devrimi ile gerçekleştirilmeye çalışılır.

1940’larla birlikte mesleki eğitim önem kazanır. Cumhuriyetin kuruluş süreci tamamlanmış, kalkınma dönemi başlamıştır. Bu, çocukların ulusun ve devletin geleceğini iktisadi olarak da güvenceye almak üzere “yetiştirilmeye” başlaması demektir. Nitekim 1950’den itibaren hükümet programlarında ve siyasi iktidarların söylemlerinde çocuklar “beşeri sermaye” olarak görülmeye başlanır. Elbette “milli” değerlerin taşıyıcısı oldukları fikri terkedilmeden. Adalet Partisi’nin 1971 tarihli Hükümet Programında bir örneği görüleceği gibi eğitim aracılığıyla çocukların devletin maddi ve manevi varlığını sürdürebilmesi için yetiştirilmesi hedeflenmektedir:

“Eğitim faaliyetlerinin istihdam ihtiyaçlarımıza uygun insan gücünün yetiştirilmesi yanında, milli ümitlerimizin mihrakı olan Türk gençliğinin bu ümitlere layık olacak şekilde ve milli şuurumuzu yüksek seviyede tutarak eğitilmesi, cumhuriyet hükümetlerinin önemle takip edecekleri milli bir dava teşkil etmektedir.”

1980’ler, bu anlayışa devletin “sıkı” kontrolünü dahil eden bir unsur daha ekler. 1982 Anayasası, eğitimin ancak Devletin “gözetim ve denetimi altında” yapılacağını, eğitim ve öğretim “özgürlüğü”nün (!) “Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldır…”mayacağını (42. Md) ifade ederek, çocukları (kuşakları) biçimlendirmenin devletin asli işlerinden olduğunu hükme bağlar. Milli Eğitim Temel Kanunu’nun(7) eğitimin amaçlarını tanımlayan 2. Maddesi de Anayasa’nın çizdiği bu çerçeveye göre yenilenir. Eğitimin birincil amacı, “Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek” olarak belirlenir.

Cumhuriyet tarihinin beşte birine denk gelen son 20 yılda siyasi iktidarı elinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi devletin çocuk yetiştirme işini böyle bir mirasla devralır. Ulusun harcı olarak kurgulanan Türklüğü sahiplenen, birey olarak kendini geliştirme önceliğini değil devlete karşı ödevleri üstlenen, itaati öğrenen, gelecek için “yatırım” olarak yetiştirilen velhasıl ancak bu koşullara uygun olarak yetişkinleştiğinde yurttaş olabilecek çocuklar makbuldür. Adalet ve Kalkınma Partisi bu kurguya, kendi yaklaşımına uygun bir temel unsur daha ekler: Din temelli değerler eğitiminin eğitim programları içindeki artışı. Birkaç saptama durumu anlamamızı kolaylaştırabilir:

- 2002 yılında 450 olan imam hatip okulu sayısı 2022 yılı itibariyle 4413’e çıktı.

- 2014 yılında Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından çıkarılan, Bakanlığa bağlı okullarda geçerli kılık kıyafet yönetmeliği ile başörtüsü ilkokuldan sonraki düzeylerde serbest bırakıldı; bununla birlikte okul rozetleri dışında rozet, sembol vb. taşımak hala yasak.

- 2021 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı ile MEB arasında imzalanan bir protokol ile “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” Projesi kapsamında din hizmetleri uzmanları, ortaokul ve imam hatip okullarına “manevi danışman” olarak, değerler eğitimi vermek üzere görevlendirildi. 2023 yılında ek protokolle ilkokullar da proje kapsamında alındı.

BUGÜN ÇOCUKLAR NE DURUMDA?

Eğitim elbette burada paylaştıklarımda ibaret değil, hiç olmadı. Burada devlet ve toplumun çocuğu sokmak istediği kalıbın kapsamına ve çerçevesine dair sınırlı bir çıkarım yapmaya çalıştım. Aynı egzersizi kültür politikası, koruma ve alternatif bakım sistemi, adalet ya da sağlık sistemi için de yapmak mümkün. Herhangi birinde çocuğu birey olarak gören, olduğu haliyle önem veren ve kendine has potansiyelini geliştirmeyi hedefleyen bir yaklaşım bulmak epey zor. “Yetişkinleri birey olarak görmeyen devlet çocukları mı görecek?” sorusunun geldiğini duyar gibiyim. Bu yazı, tam da bu soruyu soran yetişkini, yetişkinlerin yarattığı bu eşitsizliğin üzerine bir kez daha düşünmeye davet etmek için yazıldı.

Bugün Türkiye’de 22 milyon 600 bin civarında çocuk yaşıyor. Nüfusun yüzde 26,5’ini çocuklar oluşturuyor. Bu 23 milyona yakın insan dilsiz ve sessiz bırakılmış halde. Mesela, yaşamlarının önemli bir zamanını harcadıkları eğitim sisteminin nasıl olmasını istediklerini, nasıl bir ülkede yaşamak istediklerini, kendileri için nasıl bir gelecek hayal ettiklerini soran, görüşlerini önemseyen merciler yok. “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusunun da artık çocuklar için bir karşılığı yok.

Bununla birlikte çocukların sorunları çok.(8)

Bir kere yoksulluk çocukları yetişkinlerden daha fazla vuruyor. 2022 verilerine göre çocukların yüzde 32’si yani her 3 çocuktan 1’i yoksul Türkiye’de. Kız çocuklarının oranı (yüzde 33,4) -şaşırtıcı olmayan biçimde- oğlan çocuklardan daha yüksek.

Yoksulluk oldukça çocukların ekonomik getiri için çalışma zorunlulukları da devam ediyor. 5-17 yaş grubunun yüzde 4,4’üne karşılık gelen 720 bin çocuk ekonomik faaliyetlerde çalışıyor. Bunların 32 bini 5-11, 114 bini ise 12-14 yaş grubunda, ki Türkiye’de resmi çalışma yaşı 15. Bu da ancak gelişimine ve eğitimine aykırı olmayan koşullarda mümkün. Oysa bu 720 bin çocuğun yüzde 34’ü okula devam etmiyor (5-14 yaş aralığında oran yüzde 5,6).  Ve elbette oğlan çocuklar kız çocuklardan daha yüksek oranda (yüzde 6’ya yüzde 2,6) çalışmak zorunda kalıyor.  

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin raporuna(9) göre son 10 yılda 211’i 14 yaş ve altında olmak üzere 616 çocuk işçi hayatını kaybetti.

Suça sürüklenen çocuk sayısı 206 binin üzerine çıktı, önceki 10 yıla göre yüzde 150’ye yakın oranda arttı. Çocuklara en fazla isnat edilen suçlar ise yaralama (yüzde 38) ve hırsızlık (yüzde 25).

2021 yılında, cinsel suç mağduru olmak dolayısıyla 21 bin 323 kız çocuk, 3 bin 109 oğlan çocuk güvenlik birimlerine getirilmiş. Güvenlik birimlerine ulaşamayan cinsel suç mağduru çocuk sayısını tahmin etmek bile güç. Mahkemelere erişen çocukların adalete ulaşabildiklerini söylemek de öyle. Cezasızlık, çocuğa yönelik cinsel ve bedensel suçlarda çok büyük bir sorun Türkiye’de.

ÇOCUKLAR EGEMEN HALKIN BİR PARÇASI MI?

Açış sorusuna geri dönersek; maalesef hayır, Cumhuriyet’in ilk 100 yılında çocuklar ne devlet ne toplum tarafından egemen halkın bir parçası olarak görülmedi. Daha çok itaate mecbur, müdahaleye açık, pek bir şeyden anlamayan; başına gelenleri kolay unutan, hafif atlatan; yetişkinleştiğinde özgürleşecek olan kişiler olarak görüldü. Ancak eğer sağlıklı, keyifli, mutlu bir çocukluk geçirmediyse yetişkinlikte de özgürleşemiyor insan.

Türkiye Cumhuriyeti 1989 yılında Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni imzaladı ve çocukların hakları ile yaşayabilmeleri için gerekli düzenlemeleri yapmayı, önlemleri almayı taahhüt etti. Çocukların bugün yaşadıkları sorunların hepsi birer hak ihlali. Çocuğun kendi yaşamına dair görüşünü önemsemeden yani katılım hakkını gözetmeden onu biçimlendirmeye yaşamını düzenlemeye çalışmak da dahil. Çocukların devletin bekası, yetişkinin planları, toplumun tercihleri üzerinden “kullanılabilirliği”nin, vahşi kapitalizm döneminde yaşanan ve çocuk hakları hareketini doğuran çocuk istismarın yoğunluğundan ne kadar uzak olduğu tartışılır. Zamanımızın yeni bir çocuk hakları hareketine ihtiyacı var, yeniden ve daha güçlü biçimde çocuklarla birlikte yürütülecek bir harekete.

Bunun ilk adımı toplumdaki ve siyasi iradedeki çocuk algısının ne olduğunu görerek ve dönüştürmek için mücadele ederek atılabilir. “Cumhuriyet’in 100 Yılı” dizisindeki yazıları, çocukları özne konumunda görerek okumak, her yazıya bir de çocuklar açısından bakmak iyi bir başlangıç olabilir.

Yetişkinlerin bu ülkeyi çocuklarla paylaştıklarının, çocukların gelecekte değil bugün bu ülkenin yurttaşı olduklarının farkındalığıyla çocukların haklarının ve ihtiyaç duydukları eşdeğerliliğin yaşama geçmesi için çaba harcaması bir tercih değil bir zorunluluktur. Umarım Cumhuriyetin yeni yüzyılı bu çabanın yaşama geçtiği günleri getirir.

 * Dr., Çocuk Hakları Aktivisti


NOTLAR:  

(1) Hıfzı Veldet, İlk Meclis, 1990, sf:112

(2) Biraz daha kapsamlı bir anlatım için bkz: “Çocuklar İnsandır” A.Zeynep Kılıç, sf:16-25  

(3) Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası, Güven Gürkan Öztan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011

(4) İlk evrensel kabul görmüş çocuk hakları belgesidir ve yeni cumhuriyet tarafından da 1924 yılında imzalanmış ve kabul edilmiştir.

(5) https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/ilkogretimde-ogrenci-andi-kaldirildi/213038 (Erişim tarihi 9 Eylül 2023)

(6) https://www.milliyet.com.tr/siyaset/erdogan-andimizin-neden-kaldirildigini-acikladi-1774517 (Erişim tarihi 9 Eylül 2023)

(7) https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.1739.pdf (Erişim tarihi 9 Eylül 2023)

(8) Verilerin hepsi şu kaynaktan alınmıştır: https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Istatistiklerle-Cocuk-2022-49674 (Erişim tarihi 9 Eylül 2023)

(9) http://www.isigmeclisi.org/20793-211-i-14-yas-ve-alti-405-i-15-17-yas-grubunda-olmak-uzere-son-on-yi (Erişim tarihi 9 Eylül 2023)