Darbeli Cumhuriyet'in romanları

Her darbede idamlar, yargılı-yargısız infazlar, imha hareketleriyle hayatlar yok oldu, hayatlar değişti. Doğal olarak darbeler edebiyata -ağırlıklı olarak romanlara- da yansıdı.

Google Haberlere Abone ol

Cumhuriyet yüzüncü yılında her cephede rövanşlaşma yaşıyor.

İktidarda 20 yılı geride bırakan AKP, kurucu parti CHP’nin 27 yıllık tek parti dönemini egale ederek burada da rövanşı almaya kararlı. O eşiği zaten yakalamış bulunuyor; şimdiden 2028’e dek vizesi var.

AKP’nin tek başına iktidarda olduğu süre, yüz yıllık cumhuriyet tarihinin beşte birini kaplıyor. Bu 20 yılda iktidar sahipleri ve sözcüleri “tek parti zihniyeti” eleştirisini dillerinden düşürmedi. Cumhuriyet tarihinde hiç bu kadar “darbe” muhabbeti edilmedi. İktidar her tür eleştiriyi, muhalefeti “darbe teşebbüsü, hevesi” olarak nitelendirdi. Öyle ki 2023 seçimlerine gidilirken iktidar çevresine göre muhalefet bu kez de “seçim – sandık darbesi” peşindeydi!

Epeydir unutulan “darbecilikle, darbelerle hesaplaşma” söylemi seçim sonrası yeniden repertuara girdi. “Türk tipi” denen başkanlık sistemini kurumsallaştırma kampanyasının sloganı: “Cumhuriyeti, yüzüncü yılında darbe anayasasından kurtaracağız.”

Nihai rövanş anayasayla mı gerçekleşecek, göreceğiz.(1)

***

Yakın geleceğin nasıl biçimleneceği de geride kalan 20 yılı aşan iktidarın perde arkasında yaşananlar da muamma. Sadece darbe teması ve olgusu yönünden bu dönemi konu etmek, siyasalın ötesinde polisiye, fantastik türlerde kalem oynatan edebiyatçılar için bulunmaz malzemelerle dolu olsa gerek. Henüz bu yönde bir ürün yok ortada. Çıkar mı, bekleyip göreceğiz.

Bıçağın Ucu, Attila İlhan, İş Bankası Kültür Yayınları, 2002.

Savcılık iddianamelerine bakılırsa, AKP’ye karşı hemen 2003’te Ergenekon – Balyoz oluşumlarıyla darbe hazırlığı başlamıştı. Sonra bu davalara “kumpas” dendi, kapandı. Başsavcısı, 15 Temmuz darbe girişiminin faili, FETÖ üyesi olarak aranıyor, kaçak! Balyoz davası 2015’te, Ergenekon 2019’da tüm sanıkların beraati ile sonuçlandı. Sonra bu kararlar bozuldu. Tutuklamalar, yargılamalar hâlâ sürüyor.

Türkiye Ergenekon ve Balyoz’dan henüz habersizken Mart 2007’de Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz gibi romantik başlıklarla kaleme alınan “darbe günlükleri”yle tanıştı. Deniz Kuvvetleri Komutanı’na ait olduğu ileri sürülen günlükler ne denli kurgu ne denli gerçek, meçhul. Ancak bir dergide günlüklerin yayınlanmasından tam bir ay sonra 27 Nisan 2007’de Türkiye darbeler literatürüne yeni bir kavram, tarihe yeni bir pratik eklendi: “e-muhtıra”!

Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken Cumhuriyet Mitingleri düzenleniyor, “Cumhuriyet ve değerlerine sözde değil özde bağlı cumhurbaşkanı” vurgusu yapan Genelkurmay, 27 Nisan’da internet sitesinde Basın Açıklaması adı altında aynı minvalde “gereği yapılacaktır” bildirisi yayınlıyordu.

İktidarın darbe ve vesayet karşıtı söylemi bu e-muhtıra sonrası yükseliyor, ardından Ergenekon–Balyoz davaları geliyordu. Ne var ki darbenin kendisi Kemalist askerlerden, mitingler düzenleyen cumhuriyetçilerden, laikçilerden değil, tüm bunların karşısındaki İslamcı bir tarikat ve cemaat çevresinden gelecekti! 15 Temmuz 2016’da Türkiye darbeler tarihinde yeni bir sayfa açıldı. Darbeciler, “paralel devlet yapısı” olarak niteleniyordu. Ordu, emniyet, yargı başta olmak üzere devlet – iktidar içi yapılanmaya kumanda edenlerse ağırlıkla sivil, sıfatlarıysa “imam”dı!

Önceki darbeler “emir-komuta zinciri” içinde, operasyonun kendisi neredeyse hiç kan dökmeden gerçekleşirken 300’e yakın insanın öldüğü 15 Temmuz, kanlı parodi görünümüyle de onlardan ayrılıyor. Her yönünden incelenmesi gereken bir durum.

Sonuçta yüzyıllık Cumhuriyet’in 56 yılı türlü çeşitli darbelere sahne oldu:

- Ordunun yönetime el koyduğu üç darbe (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980);

- İki darbe girişimi (Talat Aydemir, 22 Şubat 1962 - 20 Mayıs 1963);

- Bir “uyarı mektubu” (30 Aralık 1979);

- Bir “postmodern darbe” (28 Şubat 1997);

- Bir “e-muhtıra” (27 Nisan 2007);

- Asker -sivil imamların kumandasında “prime-time darbe girişimi” (15 Temmuz 2016).

Her darbede idamlar, yargılı – yargısız infazlar, imha hareketleriyle hayatlar yok oldu, hayatlar değişti. Ekonomik, siyasal, toplumsal yapı değişti. Silahların doğrudan ya da dolaylı, ama hep konuştuğu bu süreçle kaçınılmaz olarak düşünceler, inançlar da değişti. Doğal olarak darbeler edebiyata -ağırlıklı olarak romanlara- da yansıdı. İlginçtir; “destan” sloganıyla ödüllü yarışmalara, özendirmelere karşın 15 Temmuz’dan bir edebiyat çıkmadı! Oysa yukarda belirttiğimiz gibi polisiye, fantastik kurgucular, yazarlar için malzeme hayli iştah açıcı.

Romanlardaki darbe izlerine bakalım.

27 MAYIS: KURTARICI DARBE!

Cumhuriyet tarihinin iktidar değiştiren ilk askeri darbesi 27 Mayıs, bir sonraki darbe 12 Mart yaşandığında adeta minnetle aranıp anılarak romanlaştırıldı. İlk 27 Mayıs romanı Attila İlhan’dan geldi. 1973’te yayımlanan Bıçağın Ucu, yazarın Aynanın İçindekiler adını verdiği 7 ciltten oluşan, II. Meşrutiyet’ten 1960’lara uzanan siyasal-toplumsal panoramayı konu ettiği roman dizisinin başlangıcını oluşturacaktır. Yine 1973’te Samim Kocagöz İzmir'in İçinde'yle ona eşlik eder. Vedat Türkali ise ilk romanı Bir Gün Tek Başına'da 27 Mayıs'a uzanan sürece “aydın bunalımı” üzerinden yaklaşır.

Romanların ortak özelliği, 27 Mayıs öncesinin baskı, yılgınlık, korku iklimiyle resmedilmesidir. Bunu yaratan iktidardan tek kurtuluş umudu olarak ordu görülür. Her üç romanda yazarların neredeyse ortaklaşa yinelediği askerci yaklaşım, 27 Mayıs sonrası popüler siyasal tezleriyle beslenir. 20 Aralık 1961'de “ihtilale yön vermek” üzere bildiriyle yayına başlayan Yön dergisi, bu söylem ve düşüncenin ana kaynağı gibidir.

Birçok araştırmacının işaret ettiği üzere Yön, 1930'larda “cumhuriyete ideoloji oluşturma” amacıyla yayımlanan Kadro dergisinin deyim yerindeyse 1960'larda güncellenmesi gibidir. Siyasal devrim, bir iktidar ve kadro sorunudur. “Zinde güçler” olarak nitelenen askerler, devrimci kadronun yolunu açacaktır...

12 Mart'a giden sürecin bu türden ideolojik önermeleri, edebiyatçılara 27 Mayıs'ı romanlaştırmada kılavuzluk eder. Bir başka ifadeyle, 27 Mayıs sonrasının bilinci, bilgisi ve ideolojisiyle kaleme alınmıştır 27 Mayıs. Nasıl ki darbe, “devrim” olarak onanıp yüceltilmişse, edebiyat/roman da bunun sözcülüğünü üstlenmiştir. Söz konusu yaklaşımı en belirgin olarak Attila İlhan'da izleyebiliriz. Bıçağın Ucu'ndaki yan karakterlerden Yüzbaşı Demir'i dinliyoruz:

“Bizde, batıdaki biçimde ve anlamda toplumsal sınıflar yok” o nedenle de “taa Jöntürklerden beri ilerici tek güç, ordu”. Keza, “Abdülhamit'i devirip Jöntürk intelligentzia'sının isteklerini kabul ettiren İttihat ve Terakki, devrimci bir askeri komita'dır. ... Ordunun bu özelliği, varlıklıların değil, daha çok yoksulların ordusu olmasından ileri geliyor. Subayların bile çoğunun toplumsal kökü köylüdür, küçük memurdur, v.s...” (a.b.ç)

Roman kişisine söyletilse de bu görüşler yazara, ağırlıkla Yön dergisi çevresine, “ilerici cunta” peşindeki “aydın”lara aittir.

Attila İlhan bu döneme ilişkin en fazla ürün veren isim olarak öne çıkar. Bıçağın Ucu’nun ana kişilerinden Suat, 27 Mayıs sabahı radyodan darbe bildirisinin okunmasıyla intiharın eşiğinden döner. Ertesi yıl yayımlanan Sırtlan Payı, “Kuvvacı miralay Ferit”in can çekişmesi eşliğinde darbe sonrası dönemi konu eder. Yaraya Tuz Basmak ise Kore gazisi Yüzbaşı Demir üzerinden 1950’lerden 27 Mayıs’a askerin konumuna eğilir.

***

İzmir'in İçinde, Samim Kocagöz, Literatür Yayıncılık, 2009.

Samim Kocagöz’ün romanı İzmir'in İçinde, yukarıda anılan Kadro/Yön anlayışını romanda dillendiren bir diğer yapıt. “Atatürk'ün ölümünden bu yana tıkanan devrimcilik yollarını açmak için ... Sivil devrimcilere de yolun açılmasını beklemek düşer.” Bunu romanda “sosyalist” olarak sunulan genç Cahit'in ifadesiyle “dünyanın en halkçı ordusu, en çok halk çocuklarının meydana getirdiği ordu” gerçekleştirecektir. Bir başka roman kişisi Emre'ye göre de “Ordunun patlaması... bir sol kadronun oluşmasına olanak hazırlayabilir”

Nihayet askerin yaklaşımını Yarbay Sabri’den dinliyoruz:

“Şu sıra, yönetimi düşünebilecek durumda değiliz. Önce, bu kötü gidişe, dur! demek zorundayız. Hani denizde boğulan bir insanı yüzme bildiğimiz için kurtarmak zorundayız. Boğulacak adam kurtarıldıktan sonra hastaneye kaldırılır, hastanede de iş doktora düşer. Hasta iyileşmek istemezse, yeniden kendini denize atmak için hastaneden kaçarsa; ya da doktorlar yeteneksizse, kurtarıcıların yapacağı hiçbir şey yoktur. Kurtarıcılar bir kadro değildir. (...) Kurtardıktan sonra, doktor, kadro bulamazlarsa, hiç olmazsa bir kadronun oluşmasını tıkayan yolları açabilirler.” (a.b.ç)

Malum; “kurtarıcı” ordu; “doktor” aydın kadro; boğulan hatta “yeniden kendini denize atmak için hastaneden (aydınların çizdiği yoldan/yönden) kaçan” ise 27 Mayıs'ta “kurtarıcı”nın devirdiği Demokrat Parti'nin devamı sağ partileri yine iktidara getiren cahil halktır. Kocagöz'ün 12 Mart’ta darbe sonrası bir dönem hapis yattığını unutmayalım. İzmir'in İçinde bu yönüyle de karşı-darbeye bakarak hasretle yad edilen “doğru-iyi” darbenin, 27 Mayıs'ın güzellemesidir.

***

Bir Gün Tek Başına, Vedat Türkali, Ayrıntı Yayınları, 2015.

DP iktidarının ilk yılında, Ekim 1951'de başlayıp ertesi yıla uzanan ünlü TKP Tevkifatı’nın sanık ve mahkûmlarından biri de Abdülkadir Demirkan'dır. Yedi yıl hapis yatmış, yazdıklarını ancak takma adla, Pirhasan soyadıyla yayımlayabilmiştir. 1960 sonrası Vedat Türkali adıyla senarist-yönetmen olarak Yeşilçam'a geçmiştir. Bir Gün Tek Başına ilk romanıdır, 27 Mayıs'a uzanan dönemde aydının siyasal ve toplumsal kıstırılmışlığını konu eder. Döneme ilişkin yapıtlar arasında geniş ilgi gören, giderek “kült”leşen tek örnektir.  

Türkali'nin roman kahramanı da Bıçağın Ucu'ndakiler gibi zamanın/toplumun dışına düşmüş, “sol-artığı” çevredendir. 40'ını aşmış Kenan, bir süre öğretmenliğin ardından Cağaloğlu'nda açtığı kitapçıyla geçinir. Öğrencilik yıllarında girdiği sol çevreden emniyette yediği tokatla kopmuştur. Fakülte yıllarında tanışıp evlendiği eşiyle ilişkisi zaman içinde yavanlaşıp aşınmıştır. İktidarın hep ensede hissedilen kıskacı derken, bir güz günü (Ekim 1959) meyhanede istek üzerine Nazım'dan şiir okuyan genç kızla, yasak aşkla dirilen tutku...

1. Bölüm'ün ilk tümcesi o dönem ve çevre insanlarının ruh halinin özeti gibidir: “Hey yavrum kim getirdi seni kim getirdi bu ülkeye 1960 yılı...”

Roman karakterlerinden “Baba” adıyla anılan Reşit Ataşlı, “Ülke daha böylesine apaçık vatan satıcılarına kaptırılmamıştı. Bu atom çağında, Amerikan üsleriyle donattılar ülkeyi” diye eleştirdiği DP karşısında beklentisini dile getirir: “Belki namuslu askerlerimizin gözlerini açar bu gidiş (...) Tek umut onlarda.” Baba'ya göre, “Hiçbir asker baskısı bizde sivil baskısı kadar canavarca olma”mıştır.

Yukarıda andığımız yapıtlarda Yön hareketinin görüşlerini bu oluşum hiç anılmadan, üstelik tarihsel çarpıtmayla; 27 Mayıs, darbe öncesine taşınarak roman kişilerinin ağzından dinlemiştik. Bir Gün Tek Başına'nın Baba'sı, Yön'ün dışında duran bir başka “eski tüfek”; Türkiye sosyalist hareketinin özgün isimlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı'dır. Onun görüşleri roman boyunca “En geri tefeci-bezirgân zümreler; pre-capitalizm; finans kapital” gibi kuramsal metinlerindeki imla aynen aktarılarak yinelenir. Kıvılcımlı'nın İkinci Kuvayi Milliyeciliğimiz adlı broşürde 27 Mayıs'ı “Milletten kopmuş ... irtica oligarşisi”ni yıkan hareket olarak nitelediğini anımsayalım. Romanda Baba'nın ifadesiyle o kopukluk nedeniyle “kendine özgü bir faşizm” egemendir siyasal yapıya, “bazı açık, bazı örtülü biçimde”.

Bu değerlendirme, 68 gençlik liderlerinden Mahir Çayan'ın tezlerini çağrıştırır!

Bir Gün Tek Başına'nın gördüğü ilgide romanın yazınsal başarısı kadar, 1970'lerin ikinci yarısındaki siyasal ortamın etkisi olsa gerek. Kenan farkına varmadığı polisiye komplo-kuşatma sonucu 26 Mayıs 1960’ta intihar eder. Karnında onun çocuğunu taşıyan sevgilisi, “Yıkılmamalıyız onun gibi bebeğim, güçlü olmalıyız, silahlı saldırıya yarın silahla karşı koyacakmış çocuklar, yarınlardayız seninle” sözleriyle yeni kuşağı ve umudu temsil eder.

***

27 Mayıs’ın son verdiği on yıllık DP iktidarının soğuk savaşla da beslenen taşra muhafazakârlığı ideolojisiyle aydın, yazar ve sanatçıları düşmanlaştırdığını unutmamak gerek. Burada yapıtları anılan yazarlar, konu ettikleri süreci doğrudan “taraf” olarak yaşamıştır. O nedenle toplumsal/siyasal tarihle kişisel tarih iç içedir.

İçerdeki Oğul, Fakir Baykurt, Literatür Yayıncılık, 2015.

27 Mayıs sonrasının “devrim”i güncel kavram ve hedefler arasına taşıyan atmosferi, aydınları toplumsal değişimin öncüleri, düşünsel-siyasal aktörler konumuna taşısa da süreç 12 Mart darbesiyle yıkıma uğrayacaktır. Romanlarda orduyu, darbeyi onaylayan yaklaşım, büyük ölçüde bu ikinci darbenin getirdiği yıkımın ürünüdür.

12 MART: KAHRAMANLAR, KURBANLAR

27 Mayıs anayasası DP deneyimine, çoğunlukçu totalitarizme karşı “asker-sivil bürokrasi”yi iktidarı denetleyici konuma taşıdı. Toplumsal örgütlenmeye tanınan görece serbestlik, muhalefeti aydın/bürokrasinin ötesine taşıyarak kısmen sivilleştirdi. Sınıf sendikacılığı başladı. Nihayet dünyada esen soğuk savaş karşıtı devrimci rüzgarla, ileride “68 kuşağı” olarak anılacak üniversite gençliği muhalefete eylemlilik ve toplumsallık kazandırdı. Bir yanda 15-16 Haziran işçi hareketi yaşanırken, öte yanda Yön'den başlayıp Milli Demokratik Devrim tezlerine uzanan bir grup aydın çevrenin “zinde güçler” dediği cuntacı askerlerle yönetime el koyma, darbe, “devrim” projeleri geliştirildi.

Darbe, 12 Mart 1971’de “düzenin muhafazası”, tüm bu muhalefetin ezilmesi yönünde gerçekleşti. Darbenin ilk başbakanı, hukuk profesörü Nihat Erim, kendi ifadesiyle “anayasanın üstüne şal örtme” ve “balyoz” uygulamalarına imza attı. “Balyoz” dönemin kanaat önderlerini; akademisyen, yazar, sanatçı, aydın çevreyi ve kitle hareketinden silahlı eyleme yönelen gençliği hedef aldı. Darbenin Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın ifadesiyle, “sosyal uyanış, ekonomik kalkınmanın önüne geçmiş”ti: Sistem karşılayamadığı talepleri şiddetle bastırma yoluna gidiyordu.

Popüler entelektüel – siyasal aktörlerden 1965/69 dönemi TİP milletvekili Çetin Altan ilk mahkûmlardandır. TÖS –Türkiye Öğretmenler Sendikası- kurucu başkanlığıyla örgütçü, siyasal aktör konumuna gelen, Tırpan romanıyla 1970 TRT Sanat ödülleri ve 1971 TDK Roman ödülü kazanan Fakir Baykurt da öyle. Onun romanından sinemaya uyarlanan Yılanların Öcü sansüre takılmış, 27 Mayıs’ın Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in izniyle gösterime girmişken, 12 Mart’ta mahkûmdur. TRT programcısı Sevgi Sabuncu (Soysal); Ankara Sinematek'in kurucusu, işlettiği kitabevi 68 kuşağıyla önceki kuşakların buluşma-iletişim merkezine dönüşen Erdal Öz; eğitimciliğinin yanı sıra 1950’lerden beri yayımladığı Yeni Ufuklar dergisiyle kuşaklar arası “hoca” konumundaki Vedat Günyol ve daha onlarcası...

Onların destekleyip yönlendirdiği gençlik; toplu tutuklamaya, işkenceye uğramış, lider kadrosu üç idamın yanında Nurhak, Kızıldere gibi toplu infazlarla imha edilmiştir.

Çetin Altan Büyük Gözaltı, Bir Avuç Gökyüzü; Erdal Öz Yaralısın, Kanayan, Gülünün Solduğu Akşam; Sevgi Soysal Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Şafak, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu; Fakir Baykurt İçerideki Oğul yapıtlarıyla bu süreci edebiyata taşımıştır

Gülünün Solduğu Akşam, Erdal Öz, 304 syf., Can Yayınları, 2016.

Doğrudan yaşantının yanı sıra tanıklıklarla “12 Mart edebiyatı” olarak anılan bir tür/söylem oluşur. Eşitlikçi bir dünya, toplumsal gelişim - değişim için kendilerine ve değişmeye çalışan şehirli üst-orta sınıf gençliğe, onlara eşlik eden yoksul, mert Anadolu çocuklarına güzelleme ön plandadır. Onların kırıma uğramalarının öfkesi, ağıtı vardır. Füruzan 47’liler, Pınar Kür Yarın Yarın, Adalet Ağaoğlu Bir Düğün Gecesi’yle türe katkıda bulunan isimlerdir.

Bu yapıtlar 12 Mart sonrası gençliğin siyasallaşmasında belirgin rol oynayacak, “78 kuşağı”nın temel referans ve beslenme kaynaklarını oluşturacaktır.

Ancak 27 Mayıs'a ilişkin olanların tersine bu romanlarda, aydın-kadro, siyasal çözümleme, strateji vb. izine neredeyse hiç rastlanmaz. Darbe öncesinin renkli, çok yönlü deviniminden de eser yoktur. Yurtsever, tutkulu insanların uğradığı zulüm, değişim umudunun yenilgisi, acı egemendir dönemin edebiyatına.

12 EYLÜL: ‘PATOLOJİK DURUMLAR’

12 Mart’la mahkûm edilenler 1974’te “genel af”la aklandı. Romanlar deyim yerindeyse iktidarın kabul etmek durumunda kaldığı “kamu vicdanı”ndaki aklamayı seslendirir. Bu süreci izleyen dönemde toplumsal muhalefet Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar yaygınlaşacaktır. Siyasallaşma ve örgütlenme liselere dek uzanmış; kamu kurumları, mahalleler, sokaklar, hayatın hemen her alanı siyasal mücadele, ayrışma, çatışma sahnesine dönüşmüştür. Süreç giderek silahlı çatışma boyutunu alacaktır.

37 kişinin öldüğü 1 Mayıs 1977, Ankara’daki evleri basılan TİP üyesi 7 öğrencinin infazı, İstanbul Üniversitesi çıkışında bomba atılarak 7 öğrencinin öldürülmesi gibi aşamaların ardından ideolojik çatışma Malatya, Sivas, Maraş ve Çorum’da mezhep ekseninden taşraya taşınarak kitlesel imha boyutuna taşınır.

Bedrettin Cömert, Ümit Kaftancıoğlu, Ümit Doğanay, Cavit Orhan Tütengil gibi akademisyen, yazarlara yönelik suikastlar, gazeteci Abdi İpekçi’nin ardından Kemal Türkler, Gün Sazak gibi siyasal sembol isimlere yönelir. Çeşitli kaynaklara göre 1975-1980 döneminde siyasal çatışma ve infazlarda ölenlerin sayısı 5 bini aşmıştır.

Aynı dönemde ekonomi çökmüştür: 1980 yılı enflasyonu yüzde 107,2’dir. 24 Ocak 1980’de açıklanan ekonomik programla yüzde 48’lik devalüasyona gidilmiş, 1 $ = 70 TL olmuştur. Cumhuriyetin “devletçilik” ilkesiyle piyasayı düzenleyici rol üstlendiği “karma ekonomi”-“kamu sektörü” vs. terkedilmiş; “serbest piyasa”ya yelken açılmıştır.

Tüm bu kaosla 1980’e girilmek üzereyken Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları parti liderlerine yönelik “uyarı mektubu”nu cumhurbaşkanına vermiş, 12 Eylül’de darbe gerçekleşmiştir.

Gece Dersleri, Latife Tekin, Can Yayınları, 2018.

***

Edebiyatta durum farklı değildir. Dönemin önde gelen eleştirmeni Fethi Naci, Kasım 1980’de yayımlanan yazısında, ünlü saptamasını yapar: “Türkiye’de ne kadar futbol varsa, o kadar da roman var.” Avrupa ölçeğinin çok gerisindeki futbol, “ithal ikameci” politikalarla desteklenen yerli sanayinin iç pazara yönelik ürünlerinin niteliği neyse, edebiyat yapıtlarının durumu aynıdır Naci’ye göre.

Çok yönlü krizin ardından darbeyle bu kez açık devlet şiddeti devreye girecektir: 651 bin kişinin gözaltına alındığı, idamla yargılanan 7 bin kişiden 517’sine idam cezası verildiği, 49’unun infaz edildiği yoğun bir şiddet.

Darbeciler krizin nedeni ve sorumlusu olarak gördükleri siyaseti yasaklamakla kalmaz, en hafifinden madrabazlık, çıkarcılık, hilecilik, “kökü dışarıda ideolojiler”in bilerek bilmeyerek hizmetkârlığı, “satılmışlık”, değilse aldatılmışlık, patolojik durum olarak nitelerler.

12 Eylül’e ilişkin ilk romanlarda da bu yaklaşımın kendini göstermesi, ilginç ve evet, ironik.

Devrimci militan kimliğine tam da yukarıdaki bakışla yaklaşan, onu karikatürize eden Ahmet Altan’ın Sudaki İz’i adli yönden muzır/müstehcen olarak yargılanıp toplatılarak imha edilir. Aynı roman sol çevrelerce de “ideolojik” yönden “küfür” olarak nitelenip mahkûm edilir. Sol-içi sorgulama/eleştiri taşıyan Latife Tekin’in Gece Dersleri de öyle...

Sessiz Ev, Orhan Pamuk, 304 syf., Yapı Kredi Yayınları, 2016.

Hayır’da “aydın intiharları”na eğilen Adalet Ağaoğlu’nun 1980 yazına odaklandığı Üç Beş Kişi’de, genç karakter Murat “hayalci”, zayıf kişilikli, zaaf anıtıdır. Ölüme yolculuk halindedir. Vedat Türkali’nin Mavi Karanlık’ta Bodrum’a sığınan sol karakterleri de kırık/arızalı tekneyle yine ölümcül yolculuğa çıkar. Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’inde genç sol sempatizan Nilgün Darvınoğlu, yoksulluk ve eziklikle faşistleşen kuzeni –ve gizli aşığı- Hasan’ın başına indirdiği darbeyle ölür...

***

Francis Fukuyama’nın 1989’da yayınlanan, dünya ölçeğinde yankı yaratan “tarihin sonu” tezi, ondan hayli önce Türkiye’de edebiyat üzerinden dillendirilmektedir adeta... İdeolojiler değilse bile, ideoloji sahipleri-taraftarları fiilen ve fiziken ölüme yazgılıdır burada!

Bu yaklaşım 1970’lerde idealize edilen 68 kuşağını da kapsayacaktır 1980’ler ikliminde. Mehmet Eroğlu’nun Issızlığın Ortasında, Yarım Kalan Yürüyüş, Adını Unutan Adam romanları o kuşaktan karakterlerin 1970’lerde saplandığı kimlik bunalımını yine patoloji – zaaf, intihar üzerinden konu eder.

Ayşegül Devecioğlu, Kaan Arslanoğlu, A.Kadir Konuk başta olmak üzere 12 Eylül öncesi eylemli gençliğinden isimlerin kendi deneyim ve gözlemlerini romanlaştırmaları ancak 1990'larda ortaya çıkar. Sorgulama-hesaplaşma ön plandadır.

İbrahim Yıldırım’dan Oya Baydar’a, Mine Söğüt’ten Ece Temelkuran’a, Metin Celal’den Osman Akınhay’a, Süheyla Acar’dan Şöhret Baltaş’a, Onur Caymaz’dan Gün Zileli ve Irmak Zileli’ye; 50 dolayında romana, aradan geçen 40 yıla karşın 12 Eylül, romanda tüketilememiştir! Artık yazılan “siyasal” süreçten çıkmış, yer yer tarihsellik taşıyan “fantastik-dramatik” olguya dönüşmüştür.

Öte yandan, 12 Eylül sonrasının ideolojik dönüşümleri geriye dönük olarak 27 Mayıs’a ve 12 Mart’a yaklaşımı da etkilemiş, Adnan Menderes ve arkadaşlarının siyasal düzlemde itibarlarının iadesi, romanda da kendini göstermiştir. Yılmaz Karakoyunlu’nun yapıtları bu yönde öncüdür denebilir.      

28 ŞUBAT: İSLAMİ HAREKETİN 12 MART’I

12 Mart 1971’de “komünizm tehlikesi”nden, 12 Eylül'de “terör ve ona yol veren siyaset kurumu”ndan korunan devlet, 1990’ların sonunda başka bir tehditle; “irtica”yla karşı karşıyadır.

28 Şubat 1997 MGK “tavsiye kararları” hükumeti istifaya zorlamış, tanklar başkentin ilçesi Sincan’da “demokrasiye balans ayarı” için sokağa çıkarılmıştır. Genelkurmay bünyesinde BÇG – Batı Çalışma Grubu adıyla “irticai faaliyetler”e karşı özel birim oluşturan askerler, “Bu defa silahsız güçler devreye girsin” diyerek sendikaları, meslek örgütlerini, akademiyi, medyayı, sivil toplum kuruluşlarını göreve çağırmıştır. Filarmoni orkestralarının “çağdaşlık” göstergesi ve gösterisi adına taşra turnesine çıkması gibi “PR” – halkla ilişkiler operasyonlarıyla “post-modern darbe” icra edilmiştir.

Üç Beş Kişi, Adalet Ağaoğlu, 360 syf. Everest Yayınları, 2014.

1994 yerel seçimlerinde İstanbul, Ankara başta olmak üzere ülke genelinde üstünlük kazanan Refah Partisi 1996’da Doğru Yol Partisi koalisyonuyla merkezi iktidara uzanmıştır. Devletin sahiplerine göre düzen tehlikededir. 28 Şubat, buna set çekme hareketidir.

12 Mart’ta 68 kuşağının “toplum için, halk için, iyi ve doğru” olan için özveriyle mücadele ederken engellenip cezalandırılma, mağdur edilme algısını 28 Şubat’ta bu kez İslami çevreler yaşamaktadır. Minyeli Abdullah (1967), Huzur Sokağı (1969) gibi İslami uyanış, direniş romanları 1990’ların bu ikliminde yeniden keşfedilip popülerleşecektir.

***

Orhan Pamuk Kar’da süreci parodileştirerek bir taşra tiyatrosu motifiyle konu etse de doğrudan taraf olanlar, “trajedi” olarak yaşamaktadır 28 Şubat sürecini. Cihan Aktaş Bana Uzun Mektuplar Yaz ve Seni Dinleyen Biri romanlarında İslamcı kimliğin 1970’lerden 90’lara evrimini, karşılaştıklarını konu eder. Sibel Eraslan Saklı Kitap’ta başörtüsü direnişini, Yıldız Ramazanoğlu İkna Odası’nı kaleme alır. Nehir Aydın Gökduman Harbiyeli’de ordudan tasfiye edilen inançlı subayı, Sevda Ateş Alpat Sevda Uğruna’da aşkı için modern hayatı terk edip İslam’a, sevdiğine kavuşan ve dönüşen kadını anlatır…

Edebiyat yönünden pek yankı yaratmasa da 2000’ler siyasetine yerleşen “mağduriyet”, bu yapıtların ana temasıdır. Türkiye darbeler tarihinin yargılanan, failleri mahkûm edilen ilk darbesinin “postmodern darbe” olması da ayrıca dikkate değer.

15 TEMMUZ: İHANET VE ALDATILMIŞLIK

28 Şubat’ın mağduru, 2000'lerin iktidar sahipleri 15 Temmuz’la iç ihanet ve aldatılmışlık sendromu yaşadı. Bu kez darbeciler, meçhul ve açıktı!

28 Şubat sürecinde “hoşgörü – diyalog” söylemleriyle her çevrede destek bulan bir İslami cemaat post-modern darbeyi izleyen 20 yılda “PDY”; Paralel Devlet Yapısı oluşturacaktı. “Altın nesil” yetiştirmeyi hedefleyen Nurcu “ışık evleri”nden devlet destekli dershaneler, okullar yurtlar açarak büyümüş, yurtdışına yönelmiştir. 1960'ların Yön-Kadro stratejisini tüm legal görünüm altında illegal boyutta dinsel argümanlarla yürütmüş, her anlamıyla iktidar ortağı halini almıştır. Kendi darbesini örgütleme sürecinde anti militer söylemlerle orduya ve yargı yoluyla basına ideolojik operasyonlar düzenlemiş, uygulamıştır.

Popüler edebiyatın polisiye / casusluk türlerini, kurgularını hayli aşan bir gerçeklik. Romanı, edebiyatı ne olur, merakla bekleyeceğiz. Belli olan şu: “Özgürlük” kavramı henüz akla gelmediğine göre, darbeler sınavı devam ediyor demektir.


(1) AKP öncesi 80 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca sadece 4 halkoylaması yapıldı. İlk ikisi; 1961 ve 1982, darbe anayasalarının oylanmasıydı. Diğer ikisi darbe gölgesindeki ANAP iktidarındaydı. Halk 1987’de siyasi yasakları, 1988’de baskın seçimi; iktidar iradesini reddetti. AKP, iktidarın ilk 15 yılına 3 referandum sığdırdı. Üçü de radikal sistem değişiklikleri getiriyordu. İlkinde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi oylandı ve kabul edildi (2007), sol-liberal çevrenin “yetmez ama evet” dediği 2010 referandumu yargı sistemini köklü olarak değiştirdi, 2017’de başkanlık sistemine geçildi.